“Aydınlar, burjuva
demokrasisinin diktatörlükle alakalı niteliğinin üzerini örtüyorlar, bu noktada
demokrasiyi burjuva diktatörlüğünün açıktan ifşa olduğu doğal aşama değil de
faşizmin mutlak karşıtı olarak takdim ediyorlar.”
[Bertolt Brecht]
Liberalizmin
faşizme karşı örülmüş bir savunma duvarı olduğu, defaatle işittiğimiz bir laf.
Bunu söyleyenler liberalizmin, kusursuz ve iyi bir sistemi kendi çıkarları için
yok etmeyi amaç edinmiş sapık ve kötü niyetli demagoglar karşısında hukuk
devletini ve demokrasiyi savunmak anlamına geldiğinden bahsediyorlar.
Batılı
liberal demokrasiler, bugün ortak kökenle ilgili efsane üzerinden bu fikri
herkesin zihnine aşılıyorlar. Örneğin ABD’de her çocuk, okulda İkinci Dünya
Savaşı’nda liberalizmin faşizmi yendiğini, Nazi canavarının sırtını yere çalmak
suretiyle tüm yanlışları ve kusurlarıyla yeni bir uluslararası düzen inşa
ettiğini, önemli demokratik ilkeler üzerine kurulu olan düzenin faşizme karşıt
olduğunu öğreniyor.
Liberalizm
ve faşizm arasındaki ilişkiye dair bu yaklaşım, onları karşıt unsurlar olarak
takdim etmekle kalmıyor, aynı zamanda faşizmle mücadelenin özünü liberalizm
için mücadele olarak tarif ediyor. Bunu yaparken de ideolojik planda altı boş
bir çatışmadan bahsediyor.
Oysa
faşizm ve liberalizm, kapitalist dünya düzenine gösterdikleri sadakat konusunda
ortaklaşıyor. Her ne kadar liberalizm, hegemonik ve uzlaşma temelli düzenin
kadife eldivenini tercih ediyor, diğeri baskıcı ve şiddet yanlısı demir yumruğa
bel bağlıyor olsa da ikisinin de amacı, kapitalist toplumsal ilişkileri
muhafaza edip geliştirmek.
Faşizm
ve liberalizm, tarih boyunca bu muhafaza ve geliştirme faaliyeti dâhilinde
birlikte çalıştı. Aralarında çelişki olduğuna dair yalan, tüm o ideolojik
gücüyle, iki farklı kapitalist yönetim tarzı, yani kapitalistler ve
antikapitalistler arasındaki gerçek ve temel ayrım çizgisini gizliyor. Uzun
zamandır kitleleri aldatan “totalitarizm bayrağı” altında yürütülen psikolojik
savaş, komünizmi faşizmin bir biçimi olarak takdim etmek suretiyle bu ayrım
çizgisini silikleştirdi. Domenico Losurdo gibi isimler, ideolojik anlamda saçma
olan bu yaklaşımı tüm tarihsel yönleriyle ve detaylarıyla izah ediyorlar.
Bugün
kamuoyunda süren, faşizmle ilgili tartışma, esasen liberal direniş düzleminde
yürütülüyor. Oysa liberalizmle faşizmin tarihsel sicilini dikkatle incelemek
gerekiyor. Bu yazıda ikisinin bırakalım düşman olmalarını, kapitalizmin
işlediği suçlar konusunda bazen açıktan bazen de örtük olarak ortak hareket
ettikleri üzerinde duruluyor. Yazıda öncelikle İtalya ve Almanya örnekleri
üzerine bir değerlendirmede bulunulacak. Ayrıca ta başından itibaren Nazilerin
İtalya’daki imkânlardan daha fazla imkâna kavuşan ırkçı polis devletinin ve
sömürgeci saldırısının ABD’yi model aldığından bahsedilecek.
Avrupa
Faşizminin Yükselişinde Liberalizmin Parmağı
Batı
Avrupa’da faşizm, parlamenter demokrasileri dışarıdan gelip fethetmedi,
bilâkis, faşizm, bizatihi o demokrasilerin içinden çıktı. Faşistler İtalya’da,
Birinci Dünya Savaşı ardından da Büyük Buhran’ın ağırlıklı bir yere sahip
olduğu dönemde yaşanan ağır politik ve ekonomik kriz koşullarında iktidara
geldiler. Bu dönemde dünya, ayrıca SSCB’deki ilk başarılı antikapitalist
devrime tanıklık etmişti.
Mussolini
ilk deneyimini, Birinci Dünya Savaşı sürecinde İtalya’daki barış hareketini
dağıtmak adına MI5 için yürüttüğü çalışmalar esnasında edindi, ardından da işçi
düşmanı, kapitalizm yanlısı yönelimi dâhilinde büyük sanayicilerin ve
bankacıların desteğini arkasına aldı. Başvurduğu taktik, bir yandan kapsamlı
propaganda faaliyeti için gerekli parayı bulmak amacıyla destekçi bulmak, bir
yandan da işçi örgütlerini ve grevleri kara gömlekliler eliyle kötüye
kullanmak, bu düzlemde parlamenter sistem içerisinde çalışmak üzerine
kuruluydu.
Ekim
1922’de Sanayi Konfederasyonu içerisindeki patronlar ve önemli bankaların
sahipleri, Mussolini’nin etkileyici bir güç gösterisinde bulunmak için
gerçekleştireceği Roma Yürüyüşü için ihtiyaç duyduğu milyonları kendisine
teslim ettiler. Ancak Mussolini, bu yürüyüş sonucu iktidarı ele geçiremedi.
Önemli eseri Faşizm ve Büyük Şirketler isimli çalışmasında Daniel
Guérin’in de izah ettiği biçimiyle Mussolini, 29 Ekim’de kral tarafından
görevlendirildi ve kendisinden parlamento kuralları uyarınca bir kabine
oluşturması istendi.
Bu
süreçte kapitalist devlet, kavga dahi etmeden teslim oldu. Gelgelelim
Mussolini’nin amacı, liberallerin yardımıyla parlamentoda mutlak çoğunluğu
oluşturmaktı. Liberaller, Temmuz 1923’te Mussolini eliyle hazırlanan seçim
kanununa destek verdiler ve 6 Nisan 1924’teki seçimde ortak aday listesi
hazırladılar. Parlamentoda sadece 35 milletvekili bulunan faşistler,
liberallerin yardımıyla 286 koltuğa sahip oldular.
Naziler
de iktidara aynı yoldan geldiler, onlar da büyük sanayicilerin ve bankacıların
desteğini alıp parlamenter sistem içerisinde çalışma yürüttüler. Bankacılar
Nazi partisine büyümesi için gerekli desteği sundular, nihayetinde Eylül
1930’da bu partinin seçim zaferi elde etmesini sağladılar. Hitler’in 19 Ekim
1935’te yaptığı konuşmada da dile getirdiği biçimiyle, kendi otomobilleriyle
her yerde konuşmalar yapan Nazi partisi üyesi bin kadar hatibin desteklenmesi
için alınan maddi kaynak sayesinde bir yıl içerisinde yüz bin toplantı ve
miting düzenleme imkânı bulundu.” Aralık 1932’de bugünün sol liberalleriyle hiç
alakası bulunmayan ama aynı reformist ajandayı paylaşan sosyal demokrat
liderler, Nazizme karşı mücadele noktasında komünistlerle on bir saatlik bir
koalisyon oluşturulması fikrine karşı çıktılar.
Michael
Parenti’nin de ifade ettiği biçimiyle “birçok ülkede olduğu gibi Almanya’da da
sosyal demokratlar komünistlerle ortak dava etrafında örgütlenmek yerine gerici
sağla ittifak kurdular.”
Seçim
öncesi komünist parti adayı Ernst Thaelmann, Mareşal von Hindenburg’a verilen
oyun Hitler’e ve savaşa verilmiş olacağını söyledi. Hindenburg’un seçilmesinden
birkaç hafta sonra mareşal, Hitler’i şansölye atadı.
İtalya’da
ve Almanya’da faşizm iktidara burjuva parlamenter demokrasi üzerinden geldi. Bu
düzende büyük sermaye, faşizmin adaylarını destekledi. O adaylarsa kitle
desteğini arkasına alacak sahte bir devrimi yapma önerisinde bulundular, aynı
zamanda popülist bir siyaset yürüttüler.
Faşizm,
hem ülke içerisinde hem de burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü ülkelerde
kendine meşru bir zemin bulan bu hukuk ve anayasa düzleminde iktidara geldi. Bu
gerçeği gayet iyi idrak etmiş olan Leon Trotskiy, o dönem olup biteni
etkileyici bir vuzuhla, şu şekilde izah ediyordu:
“İlk elden ulaştığımız
sonuçlar şu şekildedir: Burjuva demokrasisi, kendisini hukuk düzleminde,
barışçıl bir yoldan, faşist bir diktatörlüğe dönüştürmektedir. Burada gayet
basit bir sır mevcuttur: burjuva demokrasisi ve faşist diktatörlük, aynı
sınıfın, sömürücülerin birer aracıdır. Bu araçlardan birinin diğerinin yerini
almasına anayasa, Leipzig’deki Anayasa Mahkemesi, yeni yapılacak seçimler gibi
yöntemlere başvurmak suretiyle mani olmak mümkün değildir. Asıl gerekli olan,
proletaryanın devrimci güçlerini harekete geçirmektir. Anayasa fetişizmi,
faşizmin ekmeğine yağ sürecektir.”
İktidarını
güvence altına alır almaz faşizm, otoriter yüzünü herkese gösterdi. Süreç
içerisinde kendisini Trotsky’nin “Bonapartist tipte askerî-bürokratik
diktatörlük” dediği şeye dönüştürdü. Gözünü karartan faşizm, İtalya’da
Almanya’dakinden farklı bir yolu izledi. Burada faşizme, örgütlü işçi sınıfını
ezme, muhalefet partilerini ortadan kaldırma, bağımsız medyayı yok etme,
seçimleri hükümsüz kılma, ırkçılıkla boğuşan alt sınıfları günah keçisi ilân
edip öldürme, kamu varlıklarını özelleştirme, sömürgeci genişleme projesini
yürürlüğe koyma, kendisine destek veren sanayicilerin hayrına olacak şekilde
savaş ekonomisine ağırlık verme görevi bahşedildi. Büyük sermayenin
diktatörlüğünü inşa ederken faşizm, kendi saflarında yer alan plebyen ve
popülist unsurları bile yok etti, bir yandan da sınıf savaşının o yıkıcı gücü
ile kafası karışık birçok liberali ezdi.
Burjuva
demokrasisi, faşizmin yükselişine sadece İtalya ve Almanya’da imkân sağlamadı.
Bu, başka ülkelerde de tanık olunan bir gelişmeydi. Kapitalist devletler, SSCB
ile antifaşist koalisyon oluşturma fikrine karşı çıktılar. Sovyetler, 1918-1920
arası dönemde on dört kapitalist devletin işgaline uğramış, dünyanın bu ilk
işçi cumhuriyeti gene de yok edilememişti.
Eric
Hobsbawm gibi tarihçilerin faşizmle komünizm arasında yaşanacak savaşın
minyatür hâli olarak tarif ettikleri İspanya İç Savaşı sürecinde Batılı liberal
demokrasiler, bu ülkede seçimle işbaşına gelmiş olan solcu hükümete resmiyette
hiç destek sunmadılar. Bunun yerine söz konusu ülkeler, Mihver Devletleri’nin
askerî darbe yapmış olan General Francisco Franco’ya destek sundukları
koşullarda, yaşanan gelişmelere kayıtsız kaldılar.
Franco’nun
Avrupa faşizmi ile ilgili tartışmalarda çoğunlukla dışarıda tutulması, önemli
bir meseledir. Kendisine açıktan “faşist” diyen Franco, belirli bir
konjonktürde faşizmin tali özelliklerinin neden farklılaştığını gayet net bir
dille ifade eden bir isimdir:
“Kelimenin ilk
kullanıldığı günden beri faşizm, kendisini ortaya koyma imkânı bulduğu her
yerde ülkelere ve o ülkelerin ulusal mizaçlara göre değişen kimi özelliklere
sahip olmuştur.”
İspanya’da
faşizmle mücadele eden cumhuriyetçilerin yardımına SSCB koştu. Sovyetler,
cumhuriyetçilere asker ve teçhizat gönderdi. İlerleyen süreçte aynı Franco,
“tanrısız komünizm”le mücadele etsinler diye gönüllü bir askerî gücü
görevlendirdi. Ayrıca Franco, savaş sonrasında Kızıl Tehdit’e karşı mücadele
yürüten ABD’nin en önemli müttefiklerinden biri hâline geldi.
1934’te
Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya Münih Anlaşması’nı imzaladı, böylelikle
Hitler’in Çekoslovakya’daki Sudetenland’ı işgal edip sömürgeleştirmesine izin
verdi. Hobsbawm’ın da ifade ettiği biçimiyle,
“1938-39’da Hitler karşıtı
ittifakın inkâr edilmeyecek ve acilen karşılanması gereken bir ihtiyaç olarak
görüldüğü koşullarda Batılı devletler, komünist devletle etkili bir müzakere
süreci içine girmek istemediler. Esasen Stalin, 1934’ten beri Batı’yla ittifak
içerisinde hareket etme fikrini sıkı bir biçimde savunmasına karşın, tam da bu
Batılı devletlerin isteksizliği sebebiyle, Hitler’i tek başına
göğüsleyemeyeceğini görerek, Ağustos 1939’da Stalin-Ribbentrop Anlaşması’nı
imzaladı. Bu anlaşmayla Stalin, SSCB’yi savaşın dışında tutmayı umut ediyordu.”
Söz
konusu saldırmazlık anlaşması, Batı medyasında Nazilerin ve komünistlerin
müttefik olduklarına dair, kimsenin inkâr edemeyeceği bir işaret olarak
sunuldu.
Uluslararası
Kapitalizm ve Faşizm
Faşizmin
İtalya’da ve Almanya’da iktidara gelişine sadece büyük sanayiciler ve
bankacılar değil toprak sahipleri de destek verdi. Faşizme Batı’daki burjuva
demokrasileri dâhilinde faaliyet yürüten büyük şirketler ve bankalar da arka
çıktılar.
Henry
Ford bu konuda adı en fazla kötüye çıkmış kişi. 1938’de Alman olmayanlara
verilen en yüksek onur nişanı olan Alman Kartalı’nı Nazi partisi yetkililerinin
elinden aldı. Bu nişan aynı yılın başlarında Mussolini’ye verilmişti. Ford,
Nazilere çuvalla para göndermekle kalmadı, ayrıca onlara antisemitizm ve
antikomünizm ideolojilerini armağan etti.
Hitler,
Ford’un “komünizmin tümüyle Yahudi icadı” olduğu fikrini paylaşıyordu. Hatta Kavgam
kitabındaki kimi bölümler, Henry Ford’un antisemit kitabı Beynelmilel
Yahudi çalışmasından alınmıştı.
Ford
dışında birçok şirket Almanya’ya yatırım yaptı. Çok sayıda Amerikan bankası,
şirketi ve yatırımcısı, ekonominin Aryanlaştırılmasından (Yahudilerin iş
dünyasından kovulup mülklerinin Aryanlara devredilmesinden) ayrıca Almanya’nın
yeniden silâhlandırılmasını amaçlayan programdan istifade etti.
Christopher
Simpson’ın dile getirdiği biçimiyle, “International Harvester, Ford, General
Motors, Standard Oil of New Jersey ve du Pont, Almanya’daki silâh üretim
sürecine dâhil oldu.” Amerika’nın Almanya’ya yaptığı yatırımlar Hitler’in
iktidara gelişi ardından hızla arttı. “Ticaret Bakanlığı’nın raporlarında
aktarıldığı kadarıyla, ABD’nin Almanya’daki yatırımları 1929-1940 arası dönemde
yüzde 48,5 artarken, Avrupa genelinde bu oran ciddi bir biçimde düştü.” Ford ve
General Motors gibi ABD şirketlerinin ayrıca bir dizi petrol şirketinin
Almanya’daki iştirakleri toplama kamplarındaki insanları zorla çalıştırdılar.
Örneğin Buchenwald toplama kampı, GM’in Russelsheim’daki tesislerine çok sayıda
insan gönderdi. Aynı kamp, Ford’un Köln’deki kamyon fabrikasına da destek
sundu. Ford’un Alman müdürleri, söz konusu süreçte esasen Cenevre Sözleşmesi
uyarınca savaş suçu işleyerek, Rus savaş esirlerini savaş araç gereçlerinin
üretiminde kullandılar.
İleride
dışişleri bakanı olacak olan John Foster Dulles ile CIA’in başına geçecek olan
Allen Dulles, o dönemde Wall Street’in en büyük hukuk şirketi olarak görülen
Sullivan & Cromwell’i yönetiyordu. İkili, yirmilerin ikinci yarısında
bilhassa Amerikalı yatırımcılar için önemli bir uluslararası pazar hâline
gelmiş olan Almanya’ya yönelik yatırımları denetliyor, yönetiyor, ayrıca bu
konuda gerekli danışmanlık hizmetini sunuyordu. ABD’deki neredeyse tüm önemli
bankalarla çalışmakta olan Sullivan & Cromwell, milyar dolarlık yatırımları
denetlemekteydi. Şirket ayrıca dünya genelinde onlarca şirketle ve hükümetle
çalışma yürütmekteydi. Simpson’ın aktardığı kadarıyla “John Foster Dulles, özel
olarak Almanya’daki projeler, Polonya’daki askerî cunta ve İtalya’daki, başında
Mussolini’nin bulunduğu faşist devlet üzerinde duruyordu.” Savaş sonrası
dönemde Allen Dulles, iş ortaklarını korumak için elinden geleni yaptı. Bu
süreçte ortaklarının varlıklarını güvence altına alma ve onların kovuşturmaya
uğrayıp ceza almalarına mani olma konusunda ciddi bir başarı elde etti.
Birçok
liberalin faşizmle ilgili değerlendirmeleri, faşizmin kurduğu politik sahne ve
tali kimi tuhaflıklarına odaklanırken, sistemi esas alan radikal bir analizden
uzak durmaktadır. Oysa asıl önemli olan, liberalizmin Avrupa faşizminin
büyümesine imkân sağlayıp sağlamadığını görmek, kapitalizmin bu büyüme sürecini
kapitalizmin yönlendirdiğini idrak etmektir.
Faşizmi
Kim Yendi?
Batı’daki
burjuva demokrasileri, Batı cephesini açma konusunda epey yavaş hareket
ettiler. Bu sayede söz konusu devletler, Sovyetler’in kapitalizm yanlısı
Nazilerin elindeki askerî güç karşısında ezilmesini istediler. Devrim kaçkını
beyaz Ruslardan da ciddi destek gören Nazilerin Sovyetler Birliği’ni işgal
ettiği gün Harry Truman şunu söylemişti:
“Almanya’nın kazandığını
görürsek Rusya’ya yardım etmeliyiz, Rusya’nın kazandığını görürsek Almanya’nın
yardımına koşmalıyız. Hitler’in her koşulda zafere ulaşmasını istemesem de
Almanya ile Sovyetler arasındaki savaşta kayıpların olabildiğince çok olmasına
izin vermeliyiz.”
ABD’nin
savaşa girmesinin ardından Allen Dulles gibi güçlü devlet adamları, sahne
arkasından çalışma yürütüp Nazilerin tüm dikkatlerini SSCB’yi yok etmeye teksif
etmelerini mümkün kılacak bir barış anlaşmasının imzalanmasını sağlamak için
uğraştılar.
ABD’de
ve başka yerlerde kabul edilen yaygın görüşe göre İkinci Dünya Savaşı’nda
faşizmi liberalizm yendi. Liberalizm bu zafere esas olarak ABD’nin savaşa
müdahil olması sayesinde ulaşmıştı. Oysa bu, alabildiğine temelsiz bir
iddiadır.
Peter
Kuznick, Max Blumenthal ve Ben Norton’ın son yaptıkları tartışmada
anımsattıkları biçimiyle savaşta ölen Nazilerin yüzde sekseni, Almanların 200
tümen konuşlandırdığı Doğu Cephesi’nde öldürülmüştü. Buna karşılık, Almanların
Batı Cephesi’nde sadece on tümeni vardı. Faşizmle mücadele sürecinde 27 milyon
Sovyet vatandaşı öldü, savaşta ölen Amerikan askeri sayısı 400.000’di. (Bu
rakam, Sovyetler’in toplam can kaybının yüzde 1,5’ine denk düşüyor.)
Her
şeyden önce İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi yenen, Kızıl Ordu idi. Faşizme
karşı son savunma duvarını ören, liberalizm değil komünizmdi. Tarihin sunduğu
ders gayet açık: Bir insan antikapitalist değilse gerçek anlamda antifaşist
olamaz.
Sahte
Antagonizmaların İdeolojisi
Liberalizmde
ve faşizmde ideolojik planda kurulan sahte antagonizmalar bir dizi amaca hizmet
etmektedirler:
+
Mücadelenin asıl cephesinin kapitalist kamp içerisinde yer alan iki rakip konum
arasındaki kavga üzerine kurulu olduğunu söyler.
+
Söz konusu yaklaşım, halkın enerjisini kapitalist düzeni yıkmak yerine onu en
iyi hangi yöntemin yöneteceğine dair mücadeleye teksif eder.
+
Dünya genelinde hüküm süren sınıflar mücadelesinde gerçek ayrım çizgilerini
siler.
+
Komünizm seçeneğini ortadan kaldırmaya çalışır (bu noktada komünizm seçeneğini
mücadele sahasından tümüyle kopartmak veya onu büyük bir kurnazlıkla bir tür
“totalitarizm” olarak takdim etmek için uğraşır.)
Günümüz
dünyasında oldukça önemli birer ideolojik ritüel olarak spor faaliyetlerinde
görüldüğü üzere, sahte antagonizmaların fiilî mantığı, gaza getirilmiş
taraftarların nihayetinde aynı oyunu oynadıkları gerçeğini unuttukları, iki
rakip takım arasındaki rekabeti ve özel farklılıkları abartır ve besler.
ABD’de
solu liberal olarak tanımlama gayreti içerisindeki gerici politik kültür
dâhilinde asıl önemli olan, liberal ideoloji ve liberal kurumlar aracılığıyla
dayatılan ve sürdürülen kapitalizm ve zamana, mekâna ve nüfusun niteliğine göre
farklılık arz eden faşist baskı ile sosyalizm arasında bir karşıtlık olduğunu
görmektir.
Söz
konusu karşıtlığı liberalizmle faşizm arasındaki karşıtlıkla ikame ettiğimizde,
sahte antagonizmaların dayandığı ideoloji galebe çalar ve bu ideoloji, yüzyılın
mücadelesini komünist devrimden ziyade kapitalist bir müsamerenin
sergilenmesine indirger.
Gabriel Rockhill
14 Ekim 2020
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder