Pages

17 Mart 2021

Terörle Küresel Mücadelenin Kurucu Unsuru Olarak Feminizm


Ben, feminizmin terörle mücadelenin kurucu unsurları arasına katılmasını öneriyorum. Eğer feminizmi, ABD ve Avrupa “medeniyet”inin sahip olduğu erdemlerin bir parçası olarak görülen kadın hakları ve kadının özgürlükleri ile ilgili imaj üzerinden anlıyorsak, ana akım feminizmin söz konusu mücadelenin parçası olduğu görülecektir. Bu feminizm, genelde İslam toplumlarını kendilerine has bir biçimde kadınlara zulmeden yapılar olarak gören ve gösteren İslamofobinin amaçları noktasında, bilhassa faydalı bir olgudur.

Suudi rejiminin geliştirdiği, Afganistan’da Taliban’ın uyguladığı Vehhabi İslamı türünden müfrit İslamî eğilimlerde kadına yönelik düşmanlık, aşikârdır.[1] Gelgelelim, uluslararası planda güçlü olan günümüz politik İslam’ının büyük ölçüde Batı parasının ve teşvikinin ürünü olduğuna kimse bakmaz. Bu akım, bilhassa seküler ve sol milliyetçi rejimlere ve hareketlere karşı bir silâh olarak geliştirilmiştir.

Bugün müfrit İslamî akımlar, uluslararası planda terörizmle mücadelenin hedefi durumundadırlar. Bu noktada kadın hakları, modern endüstriyel kapitalizmle ilişkilendirilmekte, oradan da Bush idaresinin geliştirdiği propaganda mekanizmasının parçası hâline getirilmektedir.

Bush idaresi, Afganistan’daki savaşı ve Irak işgalini meşrulaştırmak için kadın haklarına destek sunmaktadır. Oysa bu idare, kadın haklarına düşmanlık eden, kadın karşıtı tavır takınıp kürtaj meselesinden eşcinsel evliliğine dek birçok meseleye karşı çıkan bir idaredir. Ayrıca Bush idaresi, köktenci Hristiyan sağın teşkil ettiği kitle tabanını muhafaza etmek adına, AIDS ve kürtaj gibi konularda bu kitlenin dediğini yapmaktadır.

Geçmişte Laura Bush, geleneksel kadınlığın simgesi olarak takdim edilmiş, kendisinden önce başkanın eşi olan Hillary Clinton’ın feministliğinin karşısına çıkartılmıştır. Ama bu, Bush idaresinin kadın haklarını uluslararası propagandanın parçası kılmayacağı anlamına gelmez.[2] Kadın hareketindeki aktivizm ve ideoloji, tam da bu bağlamda ABD’nin emperyalist projesinde işlevsel bir nitelik kazanmıştır.

İşin tuhaf yanı şu ki ABD’de kadın hareketinin elde ettiği başarı, bugün dünya genelinde kapitalizmi satmak için mücadele eden insanlarca kullanılmaktadır. Madem terörizm her şeyden önemli olan bir tehdittir, madem İslamî köktencilik terörist şebekenin merkezidir, madem kadınların ezilmesi İslamî köktencilikte önemli bir husustur, o vakit mantık gereği, kadınların özgürleşmesi, doğal olarak terörle mücadelenin ideolojik çerçevesinin ana unsuru hâline gelecektir.

Kadınların özgürlüğü, Afganistan’da ve Irak’ta genel manzarayı şiddet ve zulüm yoluyla yeniden biçimlendiren Bush idaresinin yürüttüğünü söylediği modernleştirme ve demokratikleştirme projesinin parçası olarak görülmektedir.

Kadim bilgi, demokrasiyle, serbest piyasayla ve kadınların özgürleştirilmesi meselesiyle ilişkilendirilmiştir. Esasında burada denklem, şu şekilde kurulmuştur: “Modern” olan, kadın haklarına, Yahudi-Hristiyan mirasına ve demokrasiye denk iken, “geleneksel” olan, kadın haklarını ezen patriarkaya, İslamî mirasa ve terörizme denktir.

Resmi terörle mücadelenin dayandığı bakış açısından bakıldığında teröristler, aslında modernitenin, endüstrializmin, demokrasinin yani kapitalizmin var ettiği “özgür dünya” ile savaşan kişilerdir. Bu bakış açısına göre kadın, modernitenin ve özgürlüğün parçasıdır.

Buna karşılık Müslüman dünya, doğası gereği gayri-modernliğin, dolayısıyla terörist tehdidin parçasıdır. Bu retorik, feminizmi modernitenin, terörizmi patriarkanın safına atar. Bu açıdan artık dünya kadınlarının önünde tek bir yol vardır: modern ve demokrat olmak, patriarkal teröristlerin baskılarından kurtulmak.

Bush idaresi, terörizmle mücadele bağlamında kadın haklarına merkezî bir rol vermiştir. Afganistan’da yürütülen savaş, Afgan kadınlarını Taliban’dan kurtarma çabası üzerinden meşrulaştırılmıştır. Hem Laura Bush hem de (İngiliz başbakanı Tony Blair’in eşi) Cherie Blair, yaptıkları açıklamalarda bu hususu açıktan dile getirmiştir:

“Afganistan işgali sonrası Laura Bush, 2002’deki Uluslararası Kadınlar Günü’nde Birleşmiş Milletler Kadınların Statüsü Komisyonu’nda söz alıp Afgan kadınlarının hayatlarının yeniden inşası sürecinde yeni bir sayfa açan ABD saldırılarına methiyeler düzdü”.[3]

Başkan ise Afganistan ve Irak’ta ABD’nin öncülük ettiği savaşların bir sonucu olarak milyonlarca kadının özgürleştirdiklerini söyledi. Aynı şekilde, 2004 yılında üst düzey kadın yöneticileri ve Laura Bush’u yanına alan başkan, kadın hakları konusunda elde ettikleri başarılardan söz etti. Beyaz Saray’da, Uluslararası Kadın Haftası’nın kapanış konuşmasında ise şunları söyledi:

“Bir düşünsenize, dünyanın en zalim iki diktatörünün elinden elli milyon kadın, erkek ve çocuk kurtarıldı, bugün tam elli milyon insan özgür. Yirmi beş milyon kadın ve kız içinse bu özgürlük, özel bir anlama sahip. Bu kızların bazıları ilk kez okul yüzü gördüler. Bazı kadınlar seçimlerde ilk kez oy kullanmaya hazırlanıyorlar.”[4]

Medya, bu tür fikirleri hemen baş tacı yaptı ve haber bültenlerinde döndüre döndüre dillendirdi. Aynı medya, modernite ve gelenekle ilgili tespitleri meşru ve yerinde tespitler olarak ele aldı.

Aralık 2003’te Afganistan’da kurucu mecliste kadınların temsili üzerinden patlak veren tartışma, New York Times’da eski çağ ile modern arasındaki mücadele olarak yorumlandı. Bu değerlendirmeye göre başkan Sebgetullah Müceddidi, kadınların erkeklerle aynı seviyede görülmemesi gerektiğini söylemiş, “Allah bile size eşit haklar vermemiş. […] zira O’nun kararı uyarınca iki kadın bir erkeğe denktir” tespitinde bulunmuştu.[5] Gazete muhabirinin yorumuna göre meclis başkanı, “sadece mecliste değil, tüm ülke genelinde kadınların rolü ve İslam’ın rolü, aynı zamanda geleneğe bağlılık ile modernite talebi arasındaki gerilimlerin açığa çıkmasını sağlamıştı.”

Benzer bir yönelim, Bush’un merkezinde durduğu yeni muhafazakâr komplo eliyle Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma gayreti dâhilinde karşımıza çıkıyor. Bilindiği gibi bu komplo, 2003’te Irak’ın işgal ve istila edilmesiyle başlıyor.

Başkan yardımcısı Dick Cheney’nin kızı Liz’e Dışişleri Bakanlığı’nda Ortadoğu Ortaklık Girişimi isimli proje kapsamında bir görev veriliyor. Projenin amacı, başka şeylerin yanında, kadınların kamusal hayata tam katılımını teşvik etmek suretiyle Ortadoğu’nun “modernleştirilmesi”.

Iraklı kadınları kendince dert edinmiş olan bakanlık, “Iraklı kadınların demokrasi girişimi”ni örgütlüyor. Kadınların Ocak 2005’teki seçimde oy kullanabilmeleri konusunda onların eğitilmesi işine on milyon dolar tahsis ediyor. Bu paranın bir kısmı, 1991’de Chenney’nin eşi Lynne, çalışma bakanı Elaine Chao ve National Review dergisinin sağcı yayın yönetmeni Kate O’Beirne tarafından kurulan sağcı ve feminizm karşıtı örgüte veriliyor. Bu örgüt, ücretli annelik iznine, devletin çocuklara bakması fikrine, eşit işe eşit ücrete ve devlette pozitif ayrımcılık gereği kadınlara kota ayrılmasına, ayrıca Kadına Karşı Şiddet Kanunu’na karşı.[6]

Haifa Zangana’nın tespit ettiği biçimiyle:

“Iraklı kadınları ‘aydınlatmak’ ve onları ülkenin yeniden inşa sürecinde aktif rol oynamaları konusunda teşvik etmek için birçok adım atıldı. Bu adımlardan biri de Uluslararası Kalkınma Dairesi ve Yabancılar Bürosu’nun açıkladığı, 1325 sayılı Birleşmiş Milletler kararı gereğince Bağdat’ta düzenlenecek kadın toplantısı idi. Condoleezza Rice Divanya’da bir kadın hakları merkezinin açılışını gerçekleştirdi. Açılış konuşmasında Rice, Iraklı kadınlara ‘ruhumuzla sizin yanınızdayız’ mesajını verdi. […] Bunlar olurken o günlerde Divanya’da çoğunluğu kadın olan çiftçiler topraklarında patlamamış hâlde bulunan misket bombaları yüzünden kış boyunca yapacakları işlere başlama imkânı bulamıyorlardı.”[5]

Gerçekte Irak işgali ve ABD yetkililerinin işgalden beri uyguladıkları politikalar, Irak’ta kadınlar için oldukça tehlikeli koşulların oluşmasına neden oldu ve onların yaralarını daha fazla kanattı. ABD’nin Şiileri destekleme kararı sebebiyle kadınların hukukî hakları ellerinden alındı ve aile hukuku üzerinden mollaların eline teslim edildi. Neticede “ABD, İslamcı politik partilerin desteği karşılığında kadın haklarını vermişti.”[7]

Aynı zamanda ABD, Irak’ta “Salvador” modeline başvurdu. Bu tercih kapsamında silâhlı milislere maddi destek sundu ve bu milisler, Sünni direnişine karşı kullanıldılar. İçişleri bakanlığından da destek alan bu plan, “milislerin kadına yönelik şiddeti teokrasiyi dayatmak için kullandıkları” bir durumun oluşmasına katkıda bulundu.[8]

Tecavüz, zorla fuhuş yaptırma, cinayetler türünden kadına yönelik saldırılarda artış yaşandı.

“Iraklı kadınların maruz kaldıkları katliamlarda suçlular ceza almadılar, mağdurlar adalet nedir bilmediler. […] Toplumsal kalkışmaların, silâhlı çatışmaların, güçlü çetelerle milisler arasında cereyan eden şiddet eylemlerinin, hızlı ekonomik dönüşümün ve devlet iktidarının geleneksel biçimlerinde yaşanan çöküşün görüldüğü koşullarda kadın cinayetlerine tanık olunuyor. Tüm bu koşullar Irak’ta mevcut.”[9]

Feministler ve feminist düşünceler, İslam’a ve Müslüman toplumlarına karşı bir silâh olarak kullanılıyor. Avrupa’da göçmenlere yönelik saldırılar, bu toplulukların Avrupa medeniyetine ait değerler için birer tehdit oldukları iddiaları ile desteklendiler. Bugün sağcıların oluşturduğu yeni koalisyon, terörle mücadeleyi, göç karşıtı politikaları yeniden gündeme getirmek ve “aile birliği”nin genel dokusu kapsamında göçü yasaklamak amacıyla “gerici” İslamî pratiklere dönük korkuları istismar etmek için kullanıyor. Söz konusu güçler, açıktan feminist ideolojiyi de saflarına katıyorlar ve Avrupa’yı cinsel özgürlüğün yaşandığı, kadınların kaderlerini tayin ettikleri bir yer olarak resmediyorlar.

“Kültürel köktencilik” terimini ilk ortaya atan isim olan Liz Fekete, terörle mücadeleyi göçmen karşıtı ajandalarını uygulatmak için kullanan Avrupa’daki sağcı partilerin feminist argümanları dillerine doladıklarını, kendi fikirlerini yaymak için feminizmin sözcülerini devreye soktuklarını söylüyor.

Müslüman topluluklarında “namus cinayetleri”nden zorla evliliğe, oradan başörtüsü takmaya dek suç olarak gösterilen bir dizi olguya odaklanan bu partiler, giderilmesi mümkün olmayan kültürel farklılıklara bağlı olarak, Müslüman göçmen olan komşularının Avrupalılarca asimile edilmesinin neredeyse imkânsız olduğunu söylüyorlar.[10]

Kültürel köktenciler, Avrupa medeniyetinin sahip olduğu bütünlüğün, bireysel özerklik, eşitlik ve özgürlük gibi Aydınlanma değerlerine dayandığını düşünüyorlar. Bazı ülkelerde bu isimler, çokkültürcülüğe saldırı gerçekleştiriyorlar. Örneğin sık sık ekranlara çıkan, Emma isimli feminist dergiyi çıkartan Alman feminist Alice Schwarzer, çokkültürcülüğün Aydınlanma değerlerine yönelik bir tehdit olduğunu söylüyor. Kimi Almanları kendi mirasının kıymetini bilmediği için azarlamayı ihmal etmeyen Schwarzer’e göre okullarda Müslüman genç kızların başörtü takmasına getirilen yasak, gerekli. Fekete’in de tespit ettiği biçimiyle, “Asimilasyoncu, tek kültürcü toplum, kendi feminist amigolarına ihtiyaç duyuyor.”[11]

Aynı şekilde, Fransa’da 2003 tarihli kanun, devlet okullarında başörtüsü takılmasına yasak getirdi (yasak Sih türbanı ve Hristiyan haçı gibi dinî sembolleri de kapsıyordu). Bu kanun o dönemde kadınların özgürleşmesine dönük çağrı üzerinden meşrulaştırılmıştı:

“Cumhurbaşkanı Chirac’a hitaben kaleme alınmış olunan ve önde gelen onlarca kadın tarafından imzalanan açık mektup, Elle dergisinin ışıltılı sayfalarında kendisine yer buldu. Mektup, söz konusu yasağı ‘İslamî örtünün tüm Müslümanları ve Müslüman olmayanları kadına yönelik ayrımcılıkla ilgili sözlerin asla hoş görülemeyeceğinin kanıtı’ tespitiyle gerekçelendirmekteydi.”[12]

2008’de Fransa devleti, bir adım daha attı ve gerekli resmi belgelere sahip olmasına rağmen, Faize Silmi isimli Faslı kadını yurttaşlıktan çıkarttı. Bunun sebebi, kadının çarşaf giymek gibi dinî pratiklerini uygulamaya son vermeyi reddetmiş olmasıydı. Karar üzerine Silmi, kocası söyledi diye değil, kendi tercihi olduğu için çarşaf giydiği yönünde açıklamada bulundu: “Evet İslam’ı pratikte yaşayan birisiyim. Kitap’a uygun yaşıyorum. Bu benim hakkım değil mi?” Fakat Danıştay, kadının “kendi dininin radikal bir pratiğini benimsediğini ve bu pratiğin Fransız toplumunun temel değerleriyle, bilhassa cinsiyet eşitliği ilkesiyle çeliştiğini” söyledi.” [13]

Bazı Amerikalı feminist akademisyenler, niyetlerini açıktan ortaya koydular ve terörle mücadelenin tüm boyutlarına destek sundular. Örneğin önemli bir feminist siyaset bilimci olarak Jean Bethke Elshtain, 11 Eylül’den beri Amerika’nın uyguladığı politikaları hiç çekinmeden savundu. Tanrıkent isimli eserinde Aziz Augustine’nin, sonrasında Ortaçağ düşünürlerinin, ayrıca Hugo Grotius’tan Carl van Clausewitz’e dek birçok ismin geliştirdiği “haklı savaş” ile ilgili düşünce geleneğinden istifade eden Elshtain’e göre, Afganistan’ın yasadışı bir biçimde işgal edilişi ve Irak işgali de bu kategoride değerlendirilmeliydi.[14]

Hester Eisenstein

[Kaynak: Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit the World, Paradigm Publishers, Londra, 2009, s. 174-178.]

Dipnotlar:
[1] Ortadoğu’da Vehhabiliğin Suudi parası ve ABD desteğiyle geliştirilip büyütülmesi konusunda bkz. Robert Dreyfuss, Devil’s Game: How the United States Helped Unleash Fundamentalist Islam, 2005, New York: Henry Holt, s. 3 ve devamı.

[2] Bush döneminde kadının çıkarları ve haklarına yönelik politik saldırıya dair kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Barbara Finlay, George W. Bush and the War on Women: Turning Back the Clock on Progress, 2006, Londra: Zed Books.

[3] Huibin Amee Chew, "Occupation Is Not (Women's) Liberation-Part I”, 24 Mart 2005, Znet.

[4] Aktaran Barbara Finlay, a.g.e., s. 89.

[5] Amy Waldman, “Meeting on New Constitution, Afghan Women Find Old Attitudes.” New York Times, 16 Aralık 2003.

[6] H. A. Chew, a.g.e., s. 7.

[7] Yifat Susskind, “Promising Democracy, I mposing Theocracy: G ender-Based Violence and the U.S. War on Iraq.” MADRE: An International Human Rights Organization. www.madre.org. 2007, s. 5.

[8] Yifat Susskind, a.g.e., s. 12.

[9] A.g.e., s. 13.

[10] H. A. Chew, a.g.e., s. 7. 31 Ekim 2000 tarihinde kabul edilen 1325 sayılı BM kararı 1995 tarihli Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformu’nda ayrıca “Kadın 2000: 21. Yüzyıl İçin Cinsiyet Eşitliği, Kalkınma ve Barış” başlıklı BM Genel Kurulu Özel Oturumu’nda dile getirilen taahhütler gereğince alınmıştı. Bu karara göre kadınlar ve çocuklar silâhlı çatışmalardan en fazla olumsuz etkilenen kesimdi. Karar başka hükümlerin yanında, çatışmaların önlenmesi ve çözüme bağlanması ayrıca barışın inşa edilmesi sürecinde kadınların daha fazla rol üstlenmesi çağrısında bulunuyordu.

[11] Liz Fekete, “Immigration, Feminism, and the Right.” Race and Class Sayı: 48, 2006, s. 15.

[12] Liz Fekete a.g.e., s. 17.

[13] Aktaran: Katrin Bennhold, “A Veil Closes France's Door to Citizenship.” New York Times, 19 Temmuz 2008.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder