Pages

04 Şubat 2021

Salgın Sonrası Yağma


Hindistan gibi yerlerde geleneksel çiftçilik pratikleri, büyük teknoloji devlerinin ve özel tarım işletmelerinin ağır baskısıyla yüzleşecekler. Bu pratikler, laboratuvarda yetiştirilmiş gıdalar, GDO’lu ürünler, genetiği değiştirilmiş toprak mikropları, veri toplama araçları, dronlar ve diğer “yıkıcı” teknolojilerin önünü açacaklar.

Söz konusu vizyon, şoförsüz makinelerin yönettiği, dronların izlediği, işleme tabi tutulacak endüstriyel “biyomadde” için patenti alınmış, genetiği değiştirilmiş, gıdaya benzer bir forma kavuşturulacak tohumlardan pazarda satılacak ürünler üretecek, kimyasallara boğulmuş çiftçisiz çiftlikleri içeriyor.

Kovid salgını sonrası dönem konusunda Dünya Bankası, ülkelere yapısal reformları yapmaları karşılığında yardımlar yapacağını söylüyor. Muhtemeldir ki bu reformlar, bireysel borçlar verilmesi ve genel temel gelir karşılığında on milyonlarca küçük çiftçinin topraktan kopartılmasını öngörüyor. Bu çiftçilerin yerinden yurdundan kopartılması, beraberinde köylerinin ve kültürlerinin yok edilmesi, esasen Gates Vakfı’nın talep ettiği bir şey. Vakıf, alaycı bir dille bu süreci, “toprak hareketliliği” olarak adlandırıyor.

Bill Gates ve bu büyük sıfırlama işlemi ardındaki zenginler, “beyazlar kurtarıcıdır” anlayışına sahipler. Bu modası geçmiş sömürgeci anlayış, emperyalizmin mülksüzleştirme stratejileri için gerekli fikri zemini sağlıyor. Sömürgeciler, madenciliği, çiftçilerin elindeki bilgileri temellük etme ve metalaştırmayı bu bağlamda ele alıyorlar, araştırma imkânlarının ve tohumların şirketlerin eline geçmesini istiyorlar, fikri mülkiyetin gizliliğini güvence altına alıyorlar, fikri mülkiyet kanunları ve tohum mevzuatları ile tohum konusunda tekel hâline geliyorlar.

Hâlen daha tarıma dayalı bir toplum olan Hindistan’da salgın öncesinde zaten ağır borçlar altında ezilen çiftçilerin toprakları, salgın sonrasında teknoloji devlerine, finans kurumlarına ve küresel tarım işletmelerine peşkeş çekilecek.

Gıda üretimi, doğa ve kültürel köklere sahip, hayata anlam ve ifade katan inançlar arasındaki bağın kopması ile birlikte, elimizde laboratuvarda üretilmiş yiyeceklerle yaşayan, devletten aldığı gelire bağımlı olan, üretimle ilgili faaliyetlerden uzaklaştırılmış, kendisini gerçekleştiremeyen, yalnızlaştırılmış bireyler kalacak.

Teknokrat aklın sürece müdahale etmesiyle kültürel çeşitlilik ortadan kalktı, toplumsal bağlar anlamını yitirdi, yüzlerce yıllık geleneksel bilgiden beslenen tarımsal ekosistemler yok oldu.

Ne yazık ki Guardian’da yazan George Monbiot gibi isimler, bu büyük sıfırlama işlemine destek sunuyorlar. 2020 tarihli makalesinde[1] Monbiot, çiftçisiz çiftlikleri ve devasa fabrikalarda mikroplardan üretilen “çakma” ürünleri iyi bir şey olarak takdim ediyor.

Buna karşın Vandana Şiva ise şunları söylüyor:

“Çiftlik yüzü görmeden, laboratuvar ortamında ileri teknoloji ile üretilmiş gıda ürünlerinin gezegeni kurtaracağını söyleyen anlayış, bizi bugünkü duruma sürüklemiş olan, bizi doğadan ayrı ve doğanın dışında gören aynı mekanist zihniyetin bir uzantısıdır. […] Gezegeni, çiftçilikle geçim yollarını ve sağlımızı yok eden endüstriyel tarım, işte bu anlayışı temel alıyor.

‘Suyu yiyeceğe dönüştürmek’, ikinci dünya savaşı döneminden kalma bir fikir. O dönemde fosil yakıtı temel alan kimyasal gübreler sayesinde ‘ekmek’ sahibi olacağımız söylenmiştir. Oysa bu anlayış üzerinden okyanuslarda ölü bölgeler oluştu, ayrıca çevreye karbondioksitten üç yüz kat daha fazla zarar veren, azotlu asit içeren sera gazı salınımlarına maruz kaldık, dahası, zamanla toprak çölleşti. Biz, doğadan ayrı ve doğanın dışında değiliz, onun parçasıyız. Gıda, bizi dünyaya, ormanlar gibi farklı varlıklara bağlayan şeydir. Bu bağsa bağırsaklarımızda bulunan ve bedenimizi hem içeriye hem de dışarıya dönük olarak sağlıklı kılan trilyonlarca mikroorganizma aracılığıyla kurulmaktadır.”[2]

Çevreci bir isim olan Monbiot, laboratuvarda üretilmiş gıdaları destekliyor, çünkü aklında sadece endüstriyel çiftçilik denilen çarpık fikre yer var. Kimyasala bağımlı endüstriyel tarımın çevre için yol açtığı tehlikeli sonuçlardan muaf olan zirai-ekolojik yöntemleri hiç bilmiyor. Monbiot bize, şirketlerin kontrolündeki çiftçilikle ilgili iki modelden birini seçmemizi öneriyor. Bu model, bizim toprakla ve insanlarla bağımızı kopartmamızı, bizi tümüyle gıda demokrasisi veya gıda egemenliği türünden kavramları tanımayan kâr düşkünlüğüne ve ahlaksız çıkarlara bağımlı olmamızı istiyor.

Öte yandan laboratuvarlarda üretilmiş belirli gıda ürünleri, metalaştırılmış mahsul formunu almış biyomaddeye ihtiyaç duyuyor. Bu da uzak ülkelerde topraklara el konulmasını ve gıda güvenliği ile ilgili olumsuz sonuçların ortaya çıkmasını gerekli kılıyor. Meseleyi daha iyi anlamak için bu noktada Arjantin’de yürürlükte olan, sadece Avrupa’daki hayvanlar için değil, tüm dünya pazarı için soya üreten, pestisitlere bağımlı GDO’lu tohumlar kullanan tek ürünlü tarım uygulamalarının sağlık, toplum ve çevre üzerindeki olumsuz etkilerine bakılmalı.

Ön planda duran yazarlar, şirketlerin ihtiyaçları doğrultusunda sağda solda gevezelik yapmak yerine, 2015’te Nyeleni’nin kaleme aldığı, anti-emperyalist bir nitelik taşıyan Uluslararası Zirai Ekoloji Forumu Deklarasyonu türünden adımlara destek olmalılar. Bu deklarasyon, hakiki zirai ekolojik gıda üretimini esas alan yeni kır-şehir bağları oluşturulmasından bahsediyor. Ayrıca zirai ekolojinin yereldeki üreticilerin ve toplulukların toplumdaki güç yapılarına karşı koyup onları dönüştürmeleri gerektiğini söylüyor. Bu noktada da deklarasyon, tohumların, biyolojik çeşitliliğin, toprak ve arazilerin, suyun, bilginin, kültür ve müştereklerin kontrolünü dünyayı besleyenlerin eline teslim etmek gerektiği üzerinde duruyor.

Yani gıda ürünlerinin oluşum sürecini ve ürünlerin yetiştirilme tarzını kamu yararı tayin etmeli, özel şirketlerin gücü değil. Zira bu şirketler patentlerle hareket ediyor, kontrolü ele geçiriyor, ticari kazanç peşinde koşuyorlar. Çiftçileri, tüketicileri ve tüm bölgeleri küresel tedarik zincirlerine ve tohum, pestisit gibi konular veya sağlıksızlık üzerinden zaten sorunlu olan ürünlere teslim olmaya mecbur ediyorlar. Tüketiciler açısından kamu yararı, ileride bir küresel salgın daha görüldüğünde bağışıklığı artıracak, beslenme imkânlarını zenginleştirecek daha çeşitli yeme alışkanlıklarını da içeriyor.

Dünya genelinde artık ileride yaşanacak şoklarla başa çıkabilecek, kısa gıda tedarik zincirleri üzerine kurulu, merkezsizleştirilmiş, lokal toplulukların mülkiyetinde olan gıda sistemlerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Ne var ki tüm yıkıcı sonuçları ile birlikte endüstriyel tarımı ve küresel zincirleri temel alan işletme modellerine sahip gıda şirketlerinin elindeki güç dikkate alındığında, önümüzde birçok engelin olduğu görülecektir.

Koronavirüsle bağlantılı kapanmalar sebebiyle yaşanan yıkım sürecinin ardından Dünya Bankası Başkanı David Malpass, yoksul ülkelere ayakları üzerinde durabilsin diye yardım edileceğini, bu yardımlarınsa neoliberal reformların yapılması ve kamu hizmetlerinin ortadan kaldırılması şartıyla sunulacağını söyledi.[3]

Malpass’in dediğine göre ülkeler, ileride toparlanma sürecini kısaltmalarına katkıda bulunacak yapısal reformları uygulamak ve bu sürecin güçlü bir şekilde işletilmesi konusunda gerekli güveni tesis etmek gibi bir ihtiyaçla yüzleşecekler.

“Düzenleme noktasında fazla kurala sahip olan, fazla teşvik veren, olumsuz lisanslama uygulamalarına sahip, ticareti koruma konusunda engeller çıkartan ülkelerle çalışma yürütüp onların bu toparlanma sürecinde piyasalara destek olmasını, tercihlere saygı göstermesini ve daha hızlı büyüme ihtimalleri üzerinde durmasını sağlayacağız.”

Tarım konusunda bu tür bir yaklaşım, zengin ülkelere fayda sunacak şekilde, piyasaların açılması anlamına geliyor. George Monbiot gibi gazetecilerse nedense tarım sahasında ortaya çıkan teknolojinin (yapay zekâlı dronlar, genetiği düzenlenmiş ürünler, sentetik gıda vs.) her şeyden önce şirketlerin güçlenmesi için gerekli bir araç olduğunu kabule yanaşmıyorlar. Oysa tarım, zirai işletmelerin çıkarlarına hizmet eden, bu firmaların küresel gıda zinciri üzerindeki kontrollerine destek sunan ABD dış politikasının uzun zamandır üzerinde durduğu bir konu.

Ekonomi profesörü Michael Hudson meseleyi şu şekilde izah ediyor:

“Amerikan diplomasisi, Üçüncü Dünya’nın büyük bir kısmını tarım ve gıda tedariki üzerindeki hâkimiyet sayesinde kontrol altına alabildi. Dünya Bankası’nın jeopolitika temelli borç para verme stratejisi, ülkeleri kendi ürünleriyle beslenmek yerine, kâr amaçlı, plantasyon temelli ihracat ürünleri yetiştirmeye ikna etmek suretiyle, gıda yoksunu bölgeler hâline getirdi.”

Dolayısıyla çiftçisiz çiftlikleri ve laboratuvarda üretilmiş gıdaları içeren cesur yeni dünyada her şeyin farklı olacağını söylemek, nahiflik. Ülke içerisinde yüzleşilen, salgın sebebiyle alınan kapanma ve kısıtlama kararları ile iyice derinleşen ekonomik kriz ve durgunluk karşısında Batılı tarım şirketleri, ister yeni teknolojilere isterse eskinin yeşil devrim yöntemlerine sırtını dayasın, dünya genelinde sahip olduğu konumu daha da güçlendirmek için uğraşacaktır.

Colin Todhunter
14 Ocak 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] George Monbiot, “Lab-grown Food Will Soon Destroy Farming-and Save the Planet”, 8 Ocak 2020, Guardian.

[2] Vandana Şiva, “Rewilding Food, Rewilding Farming”, 24 Ocak 2020, Ecologist.

[3] “Remarks by David Malpass”, 23 Mart 2020, WB.

[4] Michael Hudson, “Think Tank Memories”, 9 Ekim 2014, MH.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder