Vladimir
Lenin, o ferasetli gözlemi dâhilinde, onlarca yıl hiçbir şey olmayabileceğini,
ama onlarca yılda olacak şeylerin birkaç haftada gerçekleşebileceğini
söylüyordu. 2020 yazında yaşanan olaylar, bu tespiti tümüyle doğruluyor.
Dünya
genelinde salgına tanık olundu, insanlar zorla evlere kapatıldılar, Mayıs
ayında ABD polisinin George Floyd’u öldürmesine tepki olarak birçok ülkede
politik eylemler gerçekleştirildi, yapılan sıfırlama işlemi ile birlikte her
düzeyde politik ve toplumsal meseleleri içeren genel manzara, geriye
döndürülemez bir biçimde değişti.
Yaşanan
bir dizi patlamanın açtığı yarıklardan politik spektrumun her iki tarafında
olan aktörler çıkıp sahneye kuruldular. Birçok sağcı, son elli yılın önemli bir
kısmında doğal ilerleme yolunu yürüdü. İşçilerin hayatına karşı duydukları
tiksinti, sağcıların düşük yoğunluklu tali savaşlar vermelerinde ve bu
savaşları sürdürmelerinde, ayrıca tasarruf tedbirlerinin uygulanması üzerinden
devreye sokulan ekonomik dogmatizme karşı gösterdikleri ruhsal bağlılıkta
karşılık buluyordu.
Son
dönemde salgınla mücadelede olduğu gibi, birçok konuda her şeyi ellerine
yüzlerine bulaştıran sağcılar, diledikleri vakit binlerce insanı sermayenin
sunağında kurban edebileceklerini ortaya koydular. Sağcılar, aynı zamanda
demokratik aygıt içerisinde güç ve statü ile tanımlı konumlarını koruma
konusunda da hüsrana uğradılar. Görünüşe göre her şeyi, kapitalist ideolojinin
damgasını taşıyan demokrasi anlayışlarını sürdürmek istemelerinden değil, o güç
ve statü için yapıyorlardı.
Çalkantılarla
geçen bu dönemden en fazla politik sol istifade etti. Yenilgilerin,
aşağılanmaların ve yanlışların damgasını vurduğu, İngiltere’de İşçi Partisi’nin
oylarını kaybettiği, Bernie Sanders’ın yenildiği, elindeki 200 milyon dolarlık
paranın eridiği o dört-beş yıllık dönemin ardından solcu popülist deneyin
başarısız olduğu görüldü. Ama son birkaç ay içerisinde tarihin ezik
kategorisine kaydedilmiş olan solda yeniden bir dirilişe tanıklık edildi.
ABD’de
ve İngiltere’de solun benimsediği intikamcı program, en nihayetinde kötü
niyetli bir programdır. Bu sol, günümüzde temsil iddiasında bulunduğu işçi
sınıfının çıkarları için bir vakitler savunduğu taviz üzerine kurulu vaatleri
geride bıraktı. Bugünse gücünün büyük bir kısmını profesyonel, ahlakı bozuk ve
azimli elitistler yetiştirmeye tahsis ediyor. Bu kadrolar, mistifikasyon
sürecini besliyor, akıl oyunlarıyla başkalarını maniple etmeyi, küçük düşürmeyi
öğreniyor, mülkiyetçiliği pekiştiriyor, böylece esasen işçi sınıfının
çıkarlarıyla asla uzlaşamayacak bir politik programı uyguluyorlar. Bugün
anaakım sol, bir sınıf savaşı programıdır. Bu programsa herkese yardım eden
pozlarıyla üstünlük taslayanların perde gerisinde işçiye duydukları nefreti
gizlemektedir.
Sınıf
savaşında karşımıza çıkan bu isimler, yetmişlerin ve seksenlerin neoliberal
reformlarının birer ürünü. Hiç şüphe yok ki bunlar, aynı zamanda doksanlarda ve
2000’lerde Clinton ve Blair dönemlerinde verilen yüksek eğitimin alanının
genişlemesinin birer sonucu. O güne dek herkesin giremediği okul kapısını
toplumun tüm kesimlerine açan bu dönemde üniversitelerin sayısı suni bir
biçimde artırıldı, ama böylece diplomaların değeri de iyice düştü. Aynı zamanda
üniversite mezunları, ağır borç yükünün altına girdiler. Bu borçların büyük bir
kısmı ödenemedi.
Doksanların
sonunda neoliberal konsensüsün ana zemininin hızla güçlenmesiyle birlikte
uygulanan politikalar, bir tür paraşüt görevi gördüler. Seksenler boyunca
Reagan’ın, Thatcher’ın, Bush’un ve Major’ın temellerini attığı, işçi sınıfının
ekonomik güvencelerine ve toplumsal hayata yönelik yıkım sürecinin sonucunda
kaçınılmaz olarak gerçekleşecek toplumsal ve ekonomik tepki, bu tür politikalar
eliyle geleceğe ötelendi.
Endüstriyel
üretimin başka ülkelere kaydırılması ile birlikte emek-sermaye arasındaki
uzlaşı ortamı, hükmünü sermaye eliyle yitirdi. Ekonomiler, kamusal çıkarla
ilgili her türden yükümlülüğünden kurtuldu. Üniversitelerin işçi sınıfının
büyük bir kısmını geçici süre pasifleştirmelerine izin verildi. Böylece
Thatcher döneminde sanayinin eridiği bölgelere damgasını vuran kalıcı
işsizliğin altında kaçınılmaz olarak ezilecek olan işçilere fahiş fiyatlara,
meslek edinme amaçlı diplomalar verildi. Ardından da bu işçiler, üretime
doğrudan katkısı olmayan, danışmanlık ve işe alım gibi “boş işler”de
görevlendirildiler.
Bir
süre üniversiteler, neoliberal sınıf adına, kâr payı dağıtılan insanları
kandırdılar. 1992-2008 arası dönemde, nadir görülen, dışarıya yönelik askerî
müdahalelere ve içteki bir iki terör saldırısına rağmen Batı, yavaş yavaş
tarihin sonuna doğru ilerliyordu.
Lâkin
2000’lerin sonundaki finans krizi, Soğuk Savaş sonrası oluşan konsensüsün
herkesteki o narkoz sakinliğini silip attı. ABD ve Britanya ekonomilerinin uzun
zamandır bel bağladıkları konuk ağırlama sektörü türünden az beceri isteyen
hizmet sektörlerindeki feodalleşme ve yarı zamanlı çalışma eğiliminden, aynı
zamanda mezunların daha az iş bulmasından gayrı bir anlamı bulunmayan o yüksek
eğitim bombası, patladı.[1]
2010’dan
beri üniversiteler, kaygıdan başka bir şey üretmiyorlar. Orta düzey kurumların
büyük bir kısmı, sadece paranoyak ve nevrotik işçi ve alt orta sınıf çocukları
üretmekten başka bir işe yaramıyor. Meslek sahibi-yönetici sınıfa mezuniyet
sonrası katılamama korkusunun kötürüm bıraktığı bu çocuklar, ağır borçların
altına giriyorlar ve asgari ücretli işlerde çalışıyorlar.
Buna
ek olarak, yüksek eğitim kurumlarının sırtını yasladıkları ideolojik
konsensüsün bu talihsiz kurbanlarının dillerine yerleştirilen teorik söylem,
temelde işçi sınıfının çıkarlarıyla çelişiyor.
Solcuların
geliştirdiği birçok anaakım ekonomi teorisi ve sosyal teori, sıradan insanların
varolduğu gerçeklikten tümüyle kopmuş durumda. Bu sol, bile isteye, üniversite
mezunlarının işçiye yabancılaştırılması amacına hizmet ediyor. Kapitalizm, orta
sınıfa ihtiyacı ortadan kaldırdıkça mezunların çalışabileceği iş havuzu da
daralıyor. Üniversite eğitimi almış kişilerin ideolojik öğretilerine bağlılık,
işe girişin önkoşulu hâline geliyor. Süreç içerisinde rekabet kızıştıkça
retorik de o denli uçlara savruluyor.
Solcu
öğretinin pratiğe dair yönlerini anlamak için “Lüks Komünizmi” denilen fikri
incelemek gerekiyor. Başlarda sağcı hasımların küçümseyici bir ifade olarak
kullandıkları bu terim, zamanla gençlik örgütleri ve yorumcular tarafından
edinildi ve kullanıma sokuldu.
“Lüks
Komünizmi”, basit bir kavram aslında. Özünde o, tüketim mamullerinin ve
hizmetlerin aşırı bol olduğu ve herkesçe temin edildiği bir toplum öneriyor. Bu
kavramı kitabına isim olarak seçen Aaron Bastani, para akışı arttıkça
teknolojik ilerlemeyi hızlandırdığımızı, böylece ürün üretmek için
asteroidlerde maden arama imkânına kavuştuğumuzu söylüyor. Ne kadar ütopyacı ve
iyimser bir dille karşılaşsak da bu söylemin burjuvazideki çürümenin bir ürünü,
ümitsizliğe kapılmış elit sınıfın allı pullu laflarından ibaret olduğunu
görmemiz gerekiyor.
“Lüks
Komünizmi” denilen kavram da aslında antikapitalizmin yaşadığı diğer bir
yenilgiyi ifade ediyor. Bastani’nin kitabı ve kitabın elde ettiği başarı ile
birlikte ortalığı kaplayan ceset hırsızlarının çalışmaları, aslında
neoliberalizm koşullarında ortaya çıkan teknokratik otokrasinin mantıksal
gelişimini aydınlığa kavuşturan kılavuzlar olarak görülmeli.
Bastani
ve şürekâsı, ortaya toplumsal ilerlemenin itici gücü olarak çıkan büyük
teknoloji şirketlerinin yol açtıkları etkilere, bu şirketlerin sadece
işçileriyle değil, müşterileriyle de kurdukları sömürü temelli ilişkilere dair
hiçbir şey söylemiyor.[2]
Facebook[3],
Amazon[4], Google[5] ve Tesla[6] ahlakî sınırlar ve iyi uygulamalar konusunu
küçümsediklerine dair birçok örnek sunmuş durumda. Dolayısıyla bu şirketlerin,
belirli bir başarı elde etmelerini sağlayan, ama öte yandan yarı-serfleşmeyi,
çocuk köleliğini, üçüncü dünya ülkelerini tahrip eden politikaları ve
müşterilerinin mahremiyetine yönelik müdahaleleri esas alan işletme
modellerinden uzaklaşmalarını beklemek, ahmaklık olur.
Solculuk,
özünde, bu kurumlara geleceğin anahtarlarını sunuyor, bir yandan da halkın
istemediği, ihtiyaç duymadığı şeylerin aşırı bol olacağı toplum zırvalarıyla, o
neoliberal yalanlarla, gücü emekten alıp güya cömert teknokrat ağalara teslim
eden genel temel gelir programlarıyla işçi sınıfını pasifize etmeye çalışıyor.
Adalet
ve eşitlik gibi vaatlerle ortaya çıkması gerekenler, neoliberal yağmacılarla
kol kola giriyorlar, ümitsizlik içinde kıvranan kitlelere maddi hayatta
karşılığı olmayan barış teklifleriyle gidiyorlar.
Solculuğun
ekonomiye dair fikirleri, Batı’da neoliberalizmin bireyin hayatının ayrılmaz
parçası kıldığı burjuva yaşam tarzının fetişleştirilmesi üzerine kuruludur.
“Lüks
Komünizmi”, ancak sınıfsal güçle alakalı dinamiklerin varolmadığı bir hayal
âleminde mümkündür. Bu noktada “sosyalizm, insanlara güzel şeyler sunmak,
zamanını güzel kılmak değilse nedir?” diye soran şu makaleye bakılabilir.[7]
Yazıda her yanı çürümüş, ama herkes için varolan bir toplumdan söz
edilmektedir. Yazı için seçilen görselde bir garson görülmektedir ve bu garson,
kendisinden çok farklı ve iyi olan üstlerine hizmet sunmaktadır.
On
dokuzuncu yüzyılın o fazla şımartılmış, bugün karşımıza geçip komünist pozu
kesen aristokratları böyle bir hayat düşleyebilir, gelgelelim kapitalizmin bu
özel versiyonunun yol açtığı çilelerden neşet eden sınıfsal kavganın suyun
altında da çalışabilen bir iPhone’la verilmesi mümkün değildir.
İşçi
sınıfının, haysiyeti ve egemenliği güvence altına alan bir ekonomik ajandaya
ihtiyacı vardır. Herkese temel gelir, emeksiz toplum ve televizyon, tam
istihdamın, üretken emeğin, sağlam temeller üzerine kurulmuş, kimseyi açta
açıkta bırakmayan bir refah devletinin ve müşterek mücadele ile kararlılığın
beslediği dayanışmayı esas alan bir toplumun yerini asla tutamaz.
Bunu
solcular da bilir, ama bu tür talepler onları kızdırır; solcular, geçmişte
gerçekleşmiş başarılı proleter devrimlerinin sunduğu reçetelere ve
felsefecilere tam da bu sebeple arkalarını dönmüşlerdir.
Tarihsel
olayların proletarya ile burjuvazi arasındaki çatışmanın sonucu olduğunu
söyleyen teori olarak diyalektik materyalizm, Marksist teorinin temel taşıdır.
Bu anlayışın haricinde tartışma ve münazara için epey bir yer bulmak mümkündür,
ne var ki bir kişi, bu görüşe bağlanmaksızın Marksist olamaz. Zira ilgili
görüş, hayatın tüm yönlerine dönük Marksist analiz için gerekli bilimsel
çerçeveyi sunmakla kalmaz, aynı zamanda bir amacı olan felsefeyi temin eder.
Proletarya, burjuvaziyi alt ettiğinde sınıfsız toplum ortaya çıkar ve tarih de
sona erer. Bu iddianın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği tartışmalı olsa da
Marksist politik eylem, bu iddiayı hedef olarak belirlemek zorundadır.
Oysa
uzun zamandır sol, başka bir projeyi yürütmektedir. Diyalektik materyalizm, sol
teorinin yürüdüğü yolun dışına atılmıştır. Onun yerini keşisimsellik denilen
teori almış, bu teori, Batı’da devrimci düşünceyi harekete geçirecek asli
felsefi yönelim olarak kabul edilmiştir.
Kesişimsellik,
Kimberlé Crenshaw’un bir buluşudur, bu hâliyle Amerika’daki akademi ortamının
tozlu raflarına aittir. Söz konusu teori, tarihi ve toplumsal ilişkilerin
gerçekliğini önemli bir bölümü geçici olan kişisel kimliğinize ait yönlere
bağlı oluşun dayattığını söyler ve iç tutarlılığı olan politik bir bedeni
oluşturmak adına başkalarıyla ilgili bireysel yönlerin nasıl kesiştiğine
bakar.[8]
Crenshaw’a
göre ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim, kişinin politik kimliğini inşa ettiği
sürecin odak noktalarıdır. Kesişimsellik teorisi, tam da bu sebeple
tehlikelidir. Çünkü Crenshaw’un teorisi zulmü, üzerine tik atılacak bir dizi
kutucuğa indirger. İki kişi, ne kadar çok ortak kutucuğa sahipse politik
müttefik hâline geldikleri takdirde, o kadar iyi iş göreceklerdir.
Bu
yaklaşımın mantıksal sonucu şudur: bir MacDonald’s mutfağında hamburger
köftelerini pişiren siyahî, lezbiyen bir kadın, gece 11’den sabah 7’ye dek
kendisiyle birlikte çalışan beyaz, heteroseksüel erkek hamburgerciye kıyasla,
çokuluslu bir şirkette çalışan siyahî ve lezbiyen bir mali işler müdürüyle daha
fazla ortak noktaya sahiptir.
Buna
göre derideki melanin düzeylerine, cinsel organlara ve üreme organlarıyla
ilgili tercihe bakılarak, politik örgütlenme faaliyetlerinin itici gücü olan
sınıfsal dayanışma bir kenara atılır. Bu, materyalist tarih anlayışının altını
oymakla kalmaz, ayrıca özgürleşme yarışı dâhilinde sınıfın belirli bir kesimini
diğerinin karşısına çıkartır. Bölünmüş bir işçi sınıfı ise kapitalist
hegemonyayı asla aşamaz. Mevcut ayrışmaları besleyen her türden proje,
neoliberalizmin insanları acımasız bir düşman kılan pratiği için bir âlet
olarak değerlendirilmelidir.
Neoliberalizmin
hâkim olduğu en yoz görüşlerin ilgili teoriyi özümsemesi ve propaganda etmesi,
asla tesadüf değildir. ABD’de uzun zamandır kapitalist realizm temelinde
bekçilik görevini ifa eden Demokrat Parti, eskiden işçi sınıfı içerisinde
kurduğu bağları bir bir kopartmaktadır.[9]. Mega şirketler, azınlık grupları
içinden seçtikleri şanslı temsilcileri makinelere bağlamak ve onları zalim
sistemdeki sömürünün ve yozlaşmanın savunucuları hâline getirmek için sevimli
pozlar verme ihtiyacı duymaktadır.[10]
Kesişimsellik,
neoliberalizmle el ele kol kola ilerler. Gerekli vakit verildiği takdirde bu
teori, süreç içerisinde kibirli liberalizmin on dokuzuncu yüzyılda çöpe atılmış
görüşlerini yeniden diriltecek, ırk temelli özcülüğü ve ayrımcılığı bilimsel
bir şeymiş gibi pazarlamaya çalışacak (ki bu noktada New York Üniversitesi’nin
son önerilerine bakılabilir[11]) ayrıca işçi sınıfını bile bile demoralize
edecektir.
Hâlihazırda
kesişimsellik teorisinin seks işçiliği sahasında, sömürü ve metalaşmayı
meşrulaştırmak için nasıl kullanıldığına şahit oluyoruz. İlgili sektörü
“normalleştirmek” amacıyla yürüttüğü kampanya, burjuvazinin bir çalışması
olarak vücut buluyor. Bu kampanya, kapitalistlere has el çabukluğu ile
insanları (çoğunlukla ağır borç yükü altında bulunan mezunları) serseme
çeviriyor ve onların hayatta kalmak için ek gelir elde etmenin yolu olarak
fuhşu bir zaruret kabul etmelerini sağlıyor ve bu insanlar, seks pazarından
dışlanmış küçük burjuva erkeklere hizmet sunuyorlar.
Kesişimselciliğin
en doğru tarifi, kanaatimce “politik tekbencilik”tir.[12] Bu teori, süfli
bireyciliği baş tacı eder, küçük burjuva hizipçiliği dayanışmanın ve gerçek
sınıf mücadelesinin karşısına çıkartır. Crenshaw’un Harvard Üniversitesi
binalarında geliştirdiği teori, burjuva hâkimiyetin daimi kılınması için
geliştirilmiş bir teoridir. İşçi sınıfı, bu teoriyi reddetmelidir.
Solculuk,
son on yıl içerisinde gelişme kaydetmiş, son birkaç ay içerisinde ise merkeze
oturmuştur. O, en nihayetinde işçi sınıfına onu aşağılık gören üyeleri nezdinde
herhangi bir hayrı olmayacak bir yoldur. O zerre anlamadığı “direnişin
estetiği” gibi lafları ne kadar diline dolarsa dolasın anaakım sol, hüsrana
uğramış Jeremy Corbyn deneyinin geride bıraktığı cesedi kemiren kurtçuklar,
Alexandria Ocasio-Cortez türünden Amerikan solunun bin yıllık amipleri ve
Seattle’daki Capitol Hill Özerk Bölgesi’nde siyahî çocukları katleden,
kendisine “anarşist” diyen kişiler şahsında görüldüğü üzere, neoliberalizmin
bir sonraki aşamasının öncüleri olarak hareket etmektedir.
Neoliberalizmin
yeni aşaması ise kullanışsız hâle gelmiş, giderek gereksizleşmiş orta düzey
yöneticilerden vazgeçecek, herkes, bu yeni dönemde, yirmi dört saat çalışan
kargocular veya internetten satış işinde çalışan kamera kızları hâline gelecek,
sadece yukarıdaki yüzde birin servet biriktirmesi sağlanacak, ürünler bu amaç
doğrultusunda teslim edileceklerdir.
Gerçek
maddi dünyada oluşan maddi istikrarsızlığın yol açtığı histerik kaygı,
gericidir ve işçinin düşmanıdır. Solun benimsediği yeni kılavuz olarak öne
çıkan öğretideki şizofrenik nitelik, bir yandan destekçilerine ahlakî açıdan
eksiksiz bir üstünlük hissi ve haklı olduğuna dair bir yanılsama armağan
ederken, bir yandan da dünya genelinde proletaryanın çektiği acı ve çileyi
artırmak için uğraşmaktan başka bir işe yaramamaktadır.
Bu
öğreti, bir noktada silinip gidecektir. Eğer başarılı olursa kapitalizm, İkinci
Dünya Savaşı sonrası onu istikrara kavuşturan işçi sınıfına yönelik soğuk
ilgisizliğe benzer bir yaklaşımla kendisini daimi kılmak isteyenleri de
başından atacaktır.
Kapitalizm,
ya açtığı yolda ilerleyecek ve işçilere verdiği hasarı vermeye devam edecek ya
da sosyalistler ve enternasyonalistler, adalet, haysiyet ve dayanışmayı
merkezine almış bir programla onu aşıp burnun genişliği ve cinsel kimlik
temelinde yapılan sadakat testlerini geride bırakarak, çalışmalara iştirak
etmek isteyecek herkesi kucaklayan o programa gerçek bir bağlılıkla hizmet
edeceklerdir.
Bu
programın alternatifi ise daha fazla güvencesizlik, daha fazla boktan iş, daha
fazla yerinde sayan ücretler, uzak diyarlarda bitmek bilmeyen daha fazla
savaşın çıkması ve polis kurşunuyla daha fazla siyahînin ölmesidir.
Çözüm,
kapitalist şirket merkezlerinde yönetimi değiştirmek, oralarda insan kaynakları
departmanı açmakta değil, sistemi paramparça edip onun yerine kitlelerin kendi
elleriyle yeni bir sistem inşa etmesindedir.
Samuel Bate-Francis
26
Ağustos 2020
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Steve Lohr, “Where the STEM Jobs Are”, 1 Kasım 2017, NYT.
[2]
Paris Marx, “Aaron Bastani’s ‘Luxury Communism’ is a False Future”, 29 Ekim
2019, CD.
[3]
“Facebook Scandal”, 4 Nisan 2018, BBC.
[4]
Michael Sainato, “I’m Not a Robot”, 5 Şubat 2020, Guardian.
[5]
Heidi Ledford, “Google Health-Data Scandal”, 19 Kasım 2019, Nature.
[6]
“Dark Side of Electric Cars”, 29 Eylül 2017, AI.
[7]
“For a Luxury Leftism”, 9 Ocak 2017, CA.
[8]
Jane Coaston, “The Intersectionality Wars”, 28 Mayıs 2019, Vox.
[9]
Ronald Brownstein, “How the Rustbelt Paved Trump’s Road to Victory”, 10 Kasım
2016, Atlantic.
[10]
Diversity at Amazon”, Amazon.
[11]
Karsten Schneider, “New York University”, 24 Ağustos 2020, WSWS.
[12]
Matthew Continetti, “The Battle of Woke Island”, 7 Nisan 2018, NR.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder