Bugün
“neofeodalizm” olarak adlandırdığım sosyo-ekonomik düzen hakkında düşünce
üretmeye, kalem oynatmaya ve konuşmaya, onu tarif etmeden çok önce başladığımı
itiraf etmeliyim. Bugün bile hâlâ onu tam olarak tarif edebiliyor değilim. Zira
ben, küreselleşmenin, şirketleşmenin ve olağan neoliberal piyasa
köktenciliğinin etkilerinin, Amerikanvari kapitalist rüyanın merkezinde
zenginlerin elini güçlendirmekle kalmadığını, aynı zamanda yerini daha sinsi ve
daha eski bir ekonomik düzene bıraktığını yeni fark ettim. Bu yeni ekonomik
düzen, bir tür iç sömürgeciliği ve eski döneme ait borç köleliğini andırıyor.
Aradan
geçen beş yılın ardından bugün sanırım nihayet sosyo-ekonomik yapının tanımını
yapacak zemine sahibiz. Bu yapı, Batı dünyasında hayatı dönüştürmekle kalmıyor,
aynı zamanda sömürgeciliği o bir deri bir kemik kalmış hâlden kurtarıyor, bu
anlamda ölmekte olan dünyanın geri kalanına teşmil etmek adına bu cılız bedene
finans ve şirketler dünyasının ruhunu üflüyor.
Bu
anlamda neofeodalizm, fosil yakıtta, maden arama faaliyetlerinde ve
ormansızlaştırma çalışmalarında somutlaşan çevre karşıtı kapitalizmin yıkıcı
bir biçimi olarak ekstraktivizmin (doğal kaynakların topraktan çıkartılması
işleminin) tüm dünya genelinde bireylere uygulanmasını ifade ediyor.
Burada
“birey” kelimesi önemli, çünkü birey, kapitalizmin yeni (ama bir o kadar da
eski) sınırına denk düşüyor. Sömürgecilik ve neoliberalizm formu almış, küresel
kapitalizmin eski yapıları, halkları sömüren milletler eliyle sömürürler.
Gelgelelim gelişmiş veri toplama, kayıt ve gözetleme teknolojisi ile mümkün
kılınan bu yeni sistemde her bir birey, temelde birer “kâr madeni”ne
dönüştürülür. Sistem, bu “insan madeni”nin zaman içerisinde kârı çoğaltmak için
ne kadar para kazandıracağını, ne oranda kâr getireceğini, bu kişinin ne ölçüde
sağılabileceğini inceleyecek araçlara sahiptir.
Bu
araçlar arasında, bugün her yerde karşımıza çıkan “kredi notu” denilen mesele
de var. Ne var ki son dönemde Cambridge Analytical üzerinden patlak veren
skandaldan ve internet teknolojisi devlerinin yapıp ettiklerine dair
incelemelerden öğrendiğimiz kadarıyla, bizi inceleyen, değerlendiren, iliğimizi
sömürmeye ahdetmiş çalışmaların herhangi bir sınırı yok. Bugün bu çalışmaları
internete hâkim olan tekeller, müşterileri ve her ikisine kul olmuş devletler
yürütüyorlar. Bunun sonucunda işçi sınıfına dronlarla takip edilmek düşüyor.
“İnsan
madenleri”nden servet temin etme yöntemleri, açıktan uygulanıyor ve her yeri
kuşatıyor. Bu noktada aklımıza, banka kredisiyle konut alımı, kiralar, yüksek
eğitim borçları, sağlık ücretleri, elektrik, su, doğalgaz faturaları ve tabii
ki yiyecek masrafı gibi zorunlu olarak, tekrar tekrar yaptığımız harcamalar
geliyor. Ama giderek şirketleşen kapitalist “Batı dünyasında” telefon hizmeti,
internet erişimi, ulaşım, bankacılık ücretleri, çocuk bakımı giderleri gibi
şeyler, neofeodalizmin temel aldığı, tercihe bağlı olmayan ve tekrarlanan
harcama formatına denk düşüyorlar.
Serbest
piyasa köktencilerinin “tercihler”den söz ettiği yerde insanlar, şu basit
gerçekle yüzleşiyorlar: aslında tercih etmediğiniz şeyleri satın alıyorsunuz,
ama bu konuda “seçim”i siz yaptınız sanıyorsunuz. Esasında içinde yaşadığımız
toplum, bizim çok sayıda mal ve hizmeti satın almaya veya kiralamaya ihtiyaç
duymamızı sağlayacak şekilde yapılandırılmış durumda.
Ulaşım
ve telefon hizmetlerini örnek vermek mümkün. Yaşadığınız yerden işyerinize
ulaşamıyorsanız işinizi kaybediyorsunuz, telefon bağlantınız yoksa başka bir
telefon bulmak zorunda kalıyorsunuz. İşiniz yoksa kiranızı ve konut için
aldığınız banka kredinizi ödeyemiyorsunuz, zar zor geçinmek için
uğraşıyorsunuz, sonra da yalnızlaşma, evsizleşme ve erken ölümle sonuçlanan
yoksulluk sarmalına giriyorsunuz.
Üstelik
bu tür durumlar, hiç de tercihe bağlı şeyler olarak yaşanmıyorlar. Zira dünya,
“yapacağına inan” diyen Ayn Rand romanlarında olduğu gibi dönmüyor. İnsanlar,
“ya ben bir gün de yoksul olmayayım” veya mali çöküntü sonrasında “gideyim de
öleyim” diye bir tercihte bulunmuyorlar.
Bu
zorunlu harcamalarla geçen sürecin her bir aşamasında karşınıza, tüketiciden
gerekli ödemeyi alacak bir şirket ve özelleştirilmiş bir devlet kurumu çıkıyor.
Bunlar, “insan madeni” üzerindeki yarığı veya sondaj deliğini ifade ediyorlar.
“Ne
yani, bu bildiğimiz, eski kapitalizmin tüm o acımasız açgözlülüğüyle ulaştığı
yaldızlı çağ değil miydi?” diyebilirsiniz. Eğer yoksullara ve mahrumlara artık
devletlerin yardım yapmadıklarını, devlet kurumlarının içinin boşaltıldığını
görmezseniz, yoksul mahallelerde artık belediye otobüslerinin çalışmıyor
olmasına, refah devletinin işlemiyor oluşuna, yaşlılara her yıl 11.000 dolar
civarında, yoksulluk sınırının altında gelir verilmesine de tek laf etmezsiniz.
Bize
anlatılan masalın sonuna geldik. Artık Amerika’da özelleştirme, tekellerin gücü
ve paranın siyasetteki nüfuzudur aslolan. “Lobi faaliyeti” olarak bilinen
yolsuzluklar, “kampanya finansmanı, hayırsever vakıflar ve politik eylem
komiteleri” olarak bilinen rüşvetçilik ve “şirket medyası, akademi ve düşünce
kuruluşları”ndan ibaret olan propaganda araçları ile birlikte sermaye ve
tekeller, devletin düzenlemeyle ve ekonomiyle ilgili yönlerine el koydular.
Politik süreçler parayla satın alındı. Devlet, toplumu, işçi sınıfını isteyerek
ya da istemeyerek bu neofeodal ekonomi sürecine “insan madeni” olarak dâhil
olmaya zorlayacak şekilde dönüştürdü.
İşçi
sınıfının iliğini sömürme, onun sırtından kâr elde etme ve o kârı özel sektöre
aktarma üzerine kurulu olan bu mekanizma, vergilerin, devlet politikalarının ve
mali enstrümanların gizli niteliği ile örtbas ediliyor. Eğitimin
özelleştirilmesi, devlete ait askeriyeyle ve istihbaratla ilgili bölümlerin
işlerinin şirketlere yaptırılması, Wall Street’i kurtarma operasyonları,
altyapı projeleri için kurulan özel-kamu ortaklıkları, Uber, Amazon veya
Walmart gibi işçi sınıfına saldıran şirketlere sunulan teşvikler, emek
yasalarının uygulanmadığı düzenleme dışı özel ekonomi bölgelerindeki cepçi
sömürgeciliğin tesisi, bu noktada iyi birer örnek olarak görülebilir.
Anca
bazen bu zorla servet devşirme pratikleri, açıktan sergilenebiliyor. Obamacare
olarak bilinen Uygun Bakım Yasası, bu konuda güzel bir örnek. Sağlık
sigortasını ödeyemeyen milyonlarca yoksul Amerikalıyı düşük standartta kapsam
dâhiline alan bu yasa, esasen milyonlarca Amerikalının özel sağlık
sigortalarını kendi ceplerinden karşılamaya mecbur ediyor. Bu zorunlu ödeme,
işçi sınıfının hilafına olacak şekilde, sigorta şirketlerinin kasasını
dolduruyor. Söz konusu yasa üzerinden işçiler, kendi şirketleriyle pazarlık
içine girmek zorunda kalıyorlar, ama aynı şirketler, özel sigortacılık
sektörüyle kaliteli sağlık sigortası için asla pazarlık yapmıyorlar. Aynı
zamanda yasa, sigorta hizmeti sunan şirketin piyasadaki rolünü pekiştiriyor,
böylece bu şirketler, müşteri denilen “insan madenleri”ni kâr için uzun süre
sömürme hakkını elde ediyorlar.
Bunun
adı, neofeodalizmdir. Onun önemini anlamak için Amerika’da “Herkese Sağlık
Hizmeti” türünden önerilere bakmak gerekir. “Herkese Sağlık Hizmeti” olarak
adlandırılan öneri, devletin kaliteli sağlık hizmeti vermek için kaynaklarının
önemli bir bölümünü devreye sokmasını ve bunun sonucunda da özel sağlık
sigortası sektörünün silinip gitmesini öngörüyor. Peki sizce sağlık sigortası
şirketleri, Obamacare’i üreten yasanın hazırlanması için neden tonla para
harcıyorlar, “Herkese Sağlık Hizmeti” ile ilgili talepleri gündemden düşürmek
için neden lobi faaliyeti yürütüyorlar? Ellerindeki parayla yapabilecekleri
daha hayırlı şeyler yok mu bunların?
Emekçilerin
sırtından servet elde ediyorlar, zorunlu harcamalarsa tam da bu sürece hizmet
ediyor. İlgili süreç, soyut bir kamu politikası ve özel sektörün işçilerin
cebini gizliden boşaltmasını sağlayan politikalarla ilerliyor. Bu politikalar,
tümüyle kontrol altında olan devletin yardımıyla uygulanıyorlar. Ceplerin
boşaltılması işlemi ne kadar gizli yürütülürse yürütülsün, çoğunlukla deri
rengine ve gelir sıralamasında ne kadar aşağıda olduğunuza bağlı olarak
gerçekleştiriliyor.
Missouri
eyaletinin Ferguson şehrini örnek vermek mümkün bu noktada. Burada yapılan
bütçe kesintileri, belediyenin “kâr için çalışan polislik faaliyetleri”
programını ırkçılık temelinde yürütmesine neden oluyor. Emniyet teşkilâtı,
düşük gelirli mahallelerde oturan siyahîlere aşırı yüksek cezalar kesiyor.
Siyahîler, caddede dikkatsizce yürüdükleri, stop lambaları kırık olduğu,
şehirde boş boş dolaştıkları vs. için ağır cezalara çarptırılıyorlar. Bu
paralar, şehrin belediye bütçesindeki kayıp olan milyonlarca doların boşluğunu
dolduruyor. Kimi değerlendirmelere göre bu durum, esasen bir tür siyah-beyaz
sömürgeciliğini ifade ediyor. Afrikalı-Amerikalılara kesilen cezalar sayesinde
beyaz seçmenlerin düşük vergi ödemeyi sürdürmeleri sağlanıyor. Kimse, bütçedeki
açığın esasen büyük şirketlere akıtıldığını sorgulamıyor. Bu aşırı zenginler,
hükümetle birlikte işçi sınıfına karşı kurdukları ortaklığı, sadece Ferguson’da
değil, tüm ülke genelinde sürdürüyorlar.
Bütün
bu gelişmeler, yeni bir liberalizmin zalim biçiminden ziyade yeni bir
feodalizmle karşı karşıya kalmamızı sağlayan en önemli bileşenle yüzleşmemizi
sağlıyor: Bizi birer “insan madeni” olarak tanımlayan, izleyen, sömürü için
sahip olduğumuz potansiyeli değerlendiren, her şeyi gören gözleri olan
teknoloji, artık her yerde.
Kredi
notları, gelişkin tahmin amaçlı algoritmalar, özel sektöre ait internet tabanlı
gözetleme faaliyetlerinden oluşan bu insanlık dışı simya aracılığıyla giderek
küçülen dünya, dijital planda küresel ekonomiye bağlanıyor. Kaçacak bir yerin
bulunmadığı, bu ürkütücü panoptikon, Amerikan polisi ve ulusal güvenlik
devletleri arasındaki bağ üzerine kurulu. Hepimizin değeri, kâinatın efendileri
ve şirketlerin neofeodal projesi adına, bir makine tarafından değerlendirmeye
tabi tutuluyor.
“İnsan
madeni” olarak görülüp değerlendirildikten sonra sömürüye tabi tutuluyoruz.
Uzun zaman boyunca ihmal edilebilecek düzeyde gelir elde etmiş olan üçüncü
dünyadaki bir emekçinin kemiğindeki ilik, makine tarafından büyük bir
açgözlülükle sömürülüyor, kanından ve terinden artık kâr temin edilemediği için
bu emekçi, sefil ve müflis ilân edilip kenara atılıyor.
Buna
karşılık Amerikan işçi sınıfı, o düzgün işleri ve iyi kredi notları ile
birlikte ömrü boyunca kâr devşirme sürecine kul ediliyor. Bu neofeodalizm
süreci üzerinden işçiler, onlarca yıl şirketlerin düzenine kâr temin ediyorlar,
ta ki faydasız görülüp çöpe atılana dek.
İster
Haitili bir konfeksiyon işçisi, isterse Ortabatı’da bir otomobil işçisi,
isterse şehir dışında çalışan, yüksek gelir alan bir ofis müdürü olun, bu
neofeodal sömürü düzeni, kâr getirmediği noktaya kadar sırtınızdan para
kazanacak şekilde oluşturulmuş bir düzendir.
Mecburen
almak durumunda olduğunuz belirli mal ve hizmetleri satın alamıyorsanız,
kiranızı ödeyemiyorsanız, sermaye, başınıza ne geldiğiyle hiç ilgilenmez, hatta
sizin ölmenizi ümit eder. Tekellerin sosyal yardım ödemelerine karşı
olmalarının, tüm Batı dünyasında mevcut olan sosyal güvenlik ağının bütünüyle
dağılmasını istemelerinin sebebi budur.
Neofeodalizmle
feodalizm arasında belirli bir fark söz konusudur. Feodalizmde yoksul serf,
bağlı olduğu toprakta harcadığı emeğinin lord eliyle sömürülmesine izin
verirken, neofeodalizmde tüm Batı toplumu “toprağın kendisine” dönüşmüştür.
Tarlalarda artık zorunlu emeğiniz buğday üretmemektedir. Kâinatın efendileri,
sizi veya potansiyelinizi para kazandıran, kredi biriktiren bir şey olarak
görürler. Onların gözünde insan, hasat edilmesi gereken üründür. Sizin
sırtınızdan kazandığı parayı banka hesaplarına aktarır ve o gelirin kaynağına
hiç bakmaz.
Bu
adımların hiçbirisi, güçlü bilgisayarlar, internet ve sürekli genişleyen
internet tabanlı gözetleme aygıtı olmadan atılamaz. Bu gözetleme aygıtı, özele
ve kamuya ait operatörlerin abone sayıları arttıkça büyümektedir. Her şeyi her
vakit tablolaştıran, ölçümleyen ve nicelikselleştiren göz, asla uyumaz. O göz,
her birimizi, muktedir sınıfa mensup kontrolörlerin ve aç tekellerin hizmetinde
olan sömürü ve borç kölesi olarak damgalar.
Makineler
bizi giderek daha fazla, üstelik hiç sekmeden izlemektedirler. Ayrıca bu
makineler, hiç de sevgi dolu ve kerem sahibi değildirler. Burada daha çok
dijital bir mezbaha söz konusudur. “Peki ama et nerede?” diye soranlara şunu
söyleyelim: “Eğer menüde adınız varsa bayağı şanslısınız.”
Nina Illingworth
14 Kasım 2019
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder