İhsan Eliaçık, ortaya yer yer prudoncu anarşizme
çalan, ama asıl olarak küflenmiş sosyal demokrat tezleri andıran fikirler
atıyor. “Adalet Devleti” dediği şey, küçük burjuvanın devletidir. Ekonomiden
anladığı, zenginden biraz alıp yoksulun öfkesini susturmaktan, onu dizginlemekten
ibarettir. Ona göre zengin, güvenliğin bedelini biraz olsun ödemelidir. Bu
güvenlik anlayışı üzerine kurulu siyasetinde asıl mikyas, küçük burjuvadır. Asıl
ona halel gelmemelidir.
Eliaçık, “yukarısı biraz aşağı, aşağısı da biraz
yukarı gelsin” der. Sabite, mizan olarak belirlediği şeyse kendisi gibi, halel
gelmemesi gereken küçük burjuvalardır, orta sınıftır. Bu ideolojik, düşünsel
yönelim kendi tefsirini üretmektedir, hepsi bu. O, 28 Şubat sürecinin ikna
odalarından geçmiş, o odalara örgütlenmiş, oralarda ikna edilmiştir. Şimdi de o
odaların örgütleme faaliyetini yürütmenin derdindedir.
Neticede İhsan Eliaçık da sağ Sünni cenaha mensup
kişiler gibi “Kur’an’dan geçinen, din satan” bir isimdir. Bu satış, doğalında
orta sınıf bir pratik olarak gerçekleşmek zorundadır. Söz konusu tefsir, “Allah”ın
yerine “Demokrasi”yi koymaya mecburdur. Devlet, Yaşar Nuri’nin koltuğunu boş
bırakamaz. Alternatif Diyanet’ler üretmeye mecburdur. 28 Şubat binyıllıktır.
Bir konuşmasında “demokrasiye şirk koşuyorlar”[1]
diyen Eliaçık, demokrasiyi Allah bellediğini ortaya koyuyor. O, AKP’yi devletin
dışından gelmiş, devlet makamlarını ve imkânlarını çalan bir güç olarak görüyor.
Bu CHP ağzının yalandan gayrı bir şey söylemediği açıktır. AKP devlete aittir,
orada inşa edilmiştir. Gerçeğe küfrederek, onu gizleyerek Eliaçık gibi isimler,
bağlı oldukları devleti aklıyorlar. Onlar, AKP döneminin hava yastıklarıdır.
Eliaçık, bahsini ettiği demokrasinin sınıfsal-politik
açıdan sorgulanmasına asla izin vermez. O demokrasi, sınıf ve politika dışıdır.
“Kimin demokrasisi?” sorusunu duymaz, cevaplamaz. Eliaçık’ın “gasp edilen
devlet” adına, o devlet için konuştuğu açıktır.
Devletse şunu söyler: “Karl Marks’ı Avrupa aydınlanma
devrimlerinin temel bağlamından kopararak okumaya kalkanlar, ne kapitalizmi ne
sosyalizmi anlayabilirler.”[2] Eliaçık da sosyalistler gibi bu Avrupa
aydınlanma devrimi ölçütüne çekilmiştir. O ölçüt, zinhar eleştirilemez. Bu
ülkenin TKP’si dahi o ölçüte uygun hareket etmelidir.
Ölçüte göre demokrasi, küçük burjuvazinin
seçme-seçilme hakkından ibarettir. Yoksulluğun ve zulmün dayattığı
zorunluluklarla boğuşan emekçilerle bir alakası yoktur. Yoksullar ve ezilenler,
demokrasinin konusu değildirler. Onlar, sadece efendiler adına savaşmak ve
telef olmak için vardırlar.
* * *
Çeşitli meselelere dair fikirlerini beyan ettiği vakit
küfürlere maruz kalan bir isim, Yıldız Tilbe. Onunla ilgili bir yorumda,
doksanlarda Sezen Aksu’nun elinden tuttuğu günlerde söylediği bir şarkı
paylaşılıyor, “keşke böyle kalsaydı” deniliyordu.
Yıldız Tilbe de bir açıdan Ahmet Kaya gibi. Hayata ve
halka ait farklı duygularla, kavgalarla, düşüncelerle, dertlerle, acılarla,
yamalı, eksik, hatalı, akortsuz oluşlarla ilişki kuruyor. Bazen bir Çingene,
bazen de sevdiğine kavuşamayan şehirli bir genç kız gibi söylüyor şarkısını.
Tek renk, tek düze, tek ses, asla değil. Ahmet Kaya ve Yıldız Tilbe’nin
şarkılarını ardı sıra dinlediğinizde, bu iki ismin tüm şarkıları farklı
söylediğini görüyorsunuz. Rengârenk ses, farklı duyguları kucaklıyor.
Harmanlıyor. Herkesle olabiliyor, herkesle dertlenebiliyor. Sahip değil, aracı
olduğunu biliyor.[3]
Sezen Aksu’yu veya otuzların cumhuriyetçi
aydınlanmasına ait müziği temel eksen alan kişiler için bu iki isim, fazlalık,
aşırılık, heterodoksluk, sapkınlık, yabancılık olarak kodlanıyor. Bu noktada şu
soruyu sormamız gerekiyor: Demokrasiyi, halkın ve milletin farklı boyutlarıyla
ve renkleriyle temas kuranda mı yoksa efendilerin tek mutlak varlığını yücelten
seste mi arayacağız? Demokrasi, kimilerinin saygı gösterdikleri efendilerinden
pay istemesi midir? Ahmet Kaya gibi “Bağlama böyle de çalınır” demek, onu
kavgayla koşturmak olabilir mi demokrasi? Peki “halk denizinde dalga olmak” nedir?
* * *
Altan ailesi, Eser Karakaş, Ömer Laçiner gibi isimler,
on yıl önce Erdoğan’ı “nobran” olarak etiketlediler ve herkesin onu taşlaması
emrini verdiler. Siyasetin içeriği ve niteliği sorgulanmaksızın, küçük
burjuvalar bu pratiğe kul edildiler, içlerindeki şeytandan kurtulmak için
şeytanlaştırdıkları isme taş attılar, başka gerçekleri hep birlikte gizlediler.
Onu taşlama sebeplerini sorgulamak, asla mümkün değildi.
Bugün de “her şey yolunda, sadece şu partili
cumhurbaşkanlığı sıkıntılı, Erdoğan partisinden istifa etsin” diyorlar. Tüm
siyaseti bu talebe indirgiyorlar. O nedenle “demokrasiyi ve rejimi korumak”tan
söz ediyorlar.[4] Önce kemalistleri demokrat kıldılar, şimdi demokratları
kemalistleştiriyorlar.
Sol, Marx’ın ifadesiyle, ya “devlete kölece inanıyor”
ya da demokrasi mucizesine kul oluyor.[5] Devlet mevziini tutan küçük burjuva,
kardeşinin karşısına demokrasi mevziini çıkartıyor. Bu müsamerede ezilenlerin,
yoksulların, emekçilerin yeri yoktur. Demokrasi mücadelesi, en fazla,
ezilenlerdeki, emekçilerdeki kudret arayışlarını bastırmak içindir.
* * *
Solun ne kadar demokrat olduğu, bu son pandemi
sürecinde bizzat görülmüştür. Sol, üç kuruşa talim ettikleri işlere gitmek
zorunda olan milyonlarca emekçi değil, bankada birikmiş parası olan, evden
çalışma imkânı bulunan küçük burjuvalar adına konuşup “evde kal” demiş, 1
Mayıs’ı balkonlarında kutlamıştır. O, küçük burjuvaların korkusu adına devletin
salgın paniği yaratma stratejisine yedeklenmiş, devletin faaliyetini
aklamıştır.
Sol siyaset şudur: TV veya PC karşısına geçilir. Dün
özel okul sahibi olduğu için göklere çıkartılan eğitim bakanının açıklaması
beklenir. Bakan “üniversiteleri açıyoruz” derse, “nasıl açarsınız, bu salgında
öğrencileri öldürmek mi istiyorsunuz”; bakan “açmıyoruz” derse, “nasıl açmazsınız,
öğrencilerin eğitim hakkını nasıl gasp edersiniz” denilir. Sol siyaset, tam da
bu yavanlıktır.
Çünkü devlet, belli ölçüde küçük burjuva pratiği ile
vardır ve buradan ilerler. Sol, devletteki küçük burjuvalıkta pay istemekten
ibarettir. Erdoğan, o payı elinde tuttuğu, kontrol ettiği, serbest kılmadığı
için eleştirilir. Demokrasicilerin derdi, devletteki küçük burjuvalığı özgür
kılmaktır. Neticede devletteki küçük burjuvalığa teslim olunmamalı, onunla
sürekli kavga edilmelidir.
Devletteki küçük burjuvalık, ezilenlerin, yoksulların,
emekçilerin öfkesiyle alakalıdır. Küçük burjuva, bu öfkeyi bastırma görevi
dâhilinde bulunmaz Hint kumaşı olarak görülmeyi sever. Bu sebeple İhsan Eliaçık
gibi isimler, “mustazafları, ezilenleri önder kıldık” diyen dine asla iman
etmezler, edemezler. Çünkü o iman, “iktidara ve mülkiyete değil, bütün
varolanların hem zahirinde hem batınında, ezilenlerin ortak derdi ve öfkesi”ne
dairdir.
* * *
Ahmet Kaya’da sevilmeyen, onun sarayların müzikal
ölçütüne uymuyor oluşu, müziği yoksulun öfkesine açmasıdır. O başkalarıyla
olmakta, başkalarının dertleriyle dertlenmektedir. Küçük burjuva, başkalarıyla
oluşu, başkaları olarak güçlü görünme çabası olarak görür ve aşağılar.
Kendisinin burjuvaya öykünen yanını böylelikle gizler. Fukarayı aşağılayan
yanını sürekli bileyler. Üstelik Ahmet Kaya’nın günahı büyüktür: sadece
zenginlere ve küçük burjuva uşaklarına layık ve ait olan bir şeyi yapmaktadır.
“Ben, her konserde milyonlarca notaya basıyorum” diyen Fazıl Say nota sayar,
Ahmet Kaya, değdiği, dağladığı yüreklere örgütlenir. Yoksul, işsiz, ezilen,
çileli isimleri kendisine öncü kılamayan, illaki meslek sahibi, zengin, Avrupa
görmüş kişileri yücelten örgütlerin onu anması ve anlaması mümkün değildir.
Bugün herkes, ama herkes, Ahmet Kaya partisine ihanet etmiştir.
Eren Balkır
28 Ekim 2020
Dipnotlar:
[1] “Belediye Önünde Namaz”, 4 Ekim 2020, Youtube.
[2] Başyazı, “Atatürk’ü Anlamak ve Özümsemek”, 24
Eylül 2020, Cumhuriyet.
[3] “Çünkü devrimci artık 'kendisi' değildir, uğruna
savaştığı ve dertlendiği insanların basit bir aracıdır.” [Jorge Ricardo
Masetti, “Devrimci Kimdir?”, İştiraki.]
[4] Oya Baydar, “Uyan Ey Muhalefet”, 27 Eylül 2020, T24.
[5] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının
Eleştirisi, Sol Yay, Çev.: M. Kabagil, 1969, s. 48.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder