Hain
Kim?
Erdoğan
Aydın programında[1] Çerkes Ethem’i hain ilân edenleri eleştiriyor. “Hain”
diyenlerden biri, karşısında oturuyor.
Osman
Tiftikçi, yıllar önce teorik açıdan oldukça zayıf olan, ordu ile ilgili
kitabında “hain Çerkes Ethem” üzerine “gelişkin analizler” dile getiren bir
isimdi. Çerkes haindi, çünkü Osman Tiftikçi bir sosyalist değil, Kemalist bir
askerdi. Kitabı da muhtemelen 2000’lerle birlikte gündeme gelen, ordunun
küçülmesi, profesyonelleşmesi bağlamında kaleme alınmıştı. Sipariş bir işti.
Erdoğan
Aydın da eski bir askerdi, o da bu profesyonelleşme sürecinin sol aydını olarak
ön plana çıkartıldı. Ön plana çıkartılışını milletçilik ve bireycilik
arasındaki ilişki üzerinden anlamak gerekiyor. Devlet, bireye önce “milletine
sahip çık ki şu dincilikten kurtulasın” diyor, aynı zamanda millete de “şu
bireyciliği önemse ki gericilik sana bir şey yapamasın” telkininde bulunuyor.
Küçük burjuva, her fırsatta, kendisini sermayeye ve devlete yamamayı biliyor.
Öz
ve Ön
Bu
düzlemde pozitivist bir kurgu ile burjuvaziyi ölçü alan bir birey kurgulanıyor.
Solculuk, o birey denilen ideoloji olarak tanımlanıyor. Bu anlamda iş, o
bireyin üzerindeki milliyetçilik ve dincilik kabuğunun kırılması olarak
görülüyor. Öne bireyin kendisi konuluyor. Öncü o oluyor.
“Din,
sonra da millet gidince geriye sol kalacak” diye düşünüyorlar. Herkesi böyle
kandırıyorlar. Bu sebeple bir kısım solcu, Silikon Vadisi ideolojisine
bağlanıyor. Elon Musk, Bill Gates gibi isimleri kendilerine yakın gördükleri
için onları öncü belliyorlar. Dinciler, milliyetçiler gidecek, tabii ki
solcular da bitecek, geriye üstinsan olarak birey kalacaktır. Üstinsansa
yoksula, alt-insana, ezilene düşmandır.
Küçük
burjuva birey, neyin özü olduğunu, neyin önünde durduğunu sorgulamıyor.
Sınırların ve sınıfsallığın silindiği yeri vatan biliyor. O yerin ve oranın
efendilerinin sınırlarını ve sınıfsallığını asla sorgulamıyor. Özgür bireyi
dine ve millete karşıt bir güç olarak formüle ettiğinde, sınırlardan ve
sınıfsallıktan kurtulacağını sanıyor. Okullar olmayınca eğitim bakanlığının
kolayca yönetileceğini düşünüyor.
Kabuk
“İslamcılık”
tabiri, Kemalist CHP’lilerin çok sevdikleri bir ifade. Dinin milletin işlerine
veya bireyin işlerine karışmamasını isteyenler, geçmişte Müslüman olarak
belirli politik gelişmelere tepki koymuş kişi ve örgütleri “İslamcı” olarak
tarif ediyorlar.
Bireyciler,
milletçiler, dinciler, küçük burjuva pratiğinde ortaklaşıyorlar. CHP’liler, her
Müslümana “İslamcı” diyerek belirli güçlere mesaj gönderiyorlar ve
“devletin-sermayenin ilerlemesine her zaman hizmet ederim” demiş oluyorlar. Din
millet, millet de birey önünde diz çöktürülüyor. Bireyse egemenler ölçüsünde
tarif ediliyor. Kazanan, hep onlar oluyor.
İdeolojik
planda kendisini İslamcı olarak görenler de ilk İslamcının Peygamber olduğunu
söylüyorlar. Tüm zamana ve mekâna teşmil edilmiş bir fikir, hükmünü ve anlamını
yitiriyor.
Esasen
İslamcılık, hilafetin ilga edilmesine tepki olarak gelişen politik bir yönelim.
Bu açıdan misal, Sudan’da İngilizlere kök söktüren toplumsal politik hareketi
(Mehdi hareketini) İslamcı olarak görmemek gerekiyor. Sınırsızlık-sınıfsızlık
hâli olarak formüle edilmiş bir “İslamcılık” yakın döneme kayıtlı. Küçük
burjuvaların bu hâl ile ilgili yarışlarını pek ciddiye almamak gerekiyor.
İşkil
Anlaşılan
o ki Osman Tiftikçi, kârlı başka bir kapı bulmuş: İslam-Sosyalizm. Ordu kökenli
olsun ya da olmasın, bu tür küçük burjuvaların İslam-sosyalizm tartışmalarını
ikbal kapısı olarak görmeleri, Erdoğan Aydın gibi devletin organik aydınlarının
bu meseleye ilgi göstermeleri karşısında işkillenmek gerekiyor. Bu tartışmalar,
Müslüman siyasetin laikleştirilerek, milletin sınırına ve sınıfına kul edilmesi
için yapılıyor. Emevi-Abbasi eleştirileri, sınır-sınıf zemininde değil, esasen
bir tür Arap düşmanlığı kisvesi altında icra ediliyorlar. Döne dolaşa İslam,
efendilerin Türklük tanımına boğuluyor.
Tiftikçi
konuşmasına, “Osmanlı’da güçlü bir İslamcı hareket yok” diyerek başlıyor.[2]
Bunun sebebi şu: Çünkü Osmanlı’da İslamcı hareket yok! Tanımı bugünden, bugünün
laik siyasetinden yapınca anakronizme düşülüyor. O anakronizm, bilime asla alan
tanımıyor.
İslamcı
hareketin tarihinin başlangıcını İslamcılar da farklı tespit ediyorlar. Ama
politik hareket varsa, bu devletin kurduğu şeyhler meclisinde veya
tarikat-devlet münasebetinde aranamaz. Bağımsız bir olgu olarak varolan bir
şeyi tanımlamak gerekiyor. Dolayısıyla İslamcılık, ancak Osmanlı’da hilafetin
kaldırılması ile mümkün olabiliyor. Temelde politik irade, niyet ve eylemlilik,
o boşlukta oluşuyor. Dolayısıyla Tiftikçi’nin tüm argümanı daha baştan
temelsiz. Bu tür laik solcular, İslamcı olmasına rağmen neden bazı isimlerin
iştirakçiliğe, sosyalist harekete yüzlerini dönebildiklerini anlamıyorlar.
Erdoğan
Aydın, Ayşe Hür ve Tiftikçi, bugünün CHP kahvelerinde aşağılayıcı bir tabir
olarak kullanılan kelimelerle tarihi açıklamaya çalışıyorlar, o kelimelerin
yüz-iki yüz yıl önce varolduklarını, gerçeği izah ettiklerini düşünüyorlar. Bu,
bilime edilmiş bir küfür!
Tiftikçi’nin
kafasında İslamcılık, kara kabuk, onun içinde milliyetçilik diye bir zar var,
sol ancak o zar yırtıldığında, o kabuk çatladığında ortaya çıkabiliyor. Soğan
metaforu ile düşünen bu zevat, soğuk savaş döneminin kapışmaları içerisinde
devletlerin sola ezberlettikleri, solu kendisine bağlamak için dillendirdikleri
düşüncelere iman ediyor. Küçük burjuvaların ağzına bal çalınıyor, merkezde,
yücede ve üstte olduklarına dair masallar anlatılıyor, sonra da onlar,
egemenleri rahatsız eden dinamiklerin üzerine salınıyorlar.
Neticede
devletler, milletlerin ve dinî hareketin içerisindeki sınıflar mücadelesinde
sosyalist hareketin mevzi kazanmasını istemiyorlar. Onu, kendinden menkul,
kendisinin tanrısı, kendisinden mesul bir varlık olmaya mecbur ediyorlar.
Solculara, “milliyetçileri ve dincileri yok etmeden siz varolamazsınız” lafını
vura vura öğretiyorlar. Solcular, tam da bu zihniyet sebebiyle Marx, Engels ve
Lenin’deki sol ve solculuk eleştirilerini hiç anlamıyorlar. Sermayenin ve
devletin tanımladığı solculuk, Marksizmi kovuyor. Çünkü Marksizm, genel sol
siyaset içerisindeki bir devrim olarak varoluyor.
Hür
Badem
Ayşe
Hür, konuşmasında görülüyor ki zihin dünyası ile gerçek dünyayı karıştırıyor.
“İslamcı” diyerek Müslüman kesimi küçümsüyor, basit bir kategoriye hapsediyor,
sonra da “Müslümanlık bu kadar güçlü müydü, Kemalizm oraya yüz verdiği için bu
hâldeyiz, aslında politik açıdan önemsizlerdi” diyor. Kendisi, cehaletin tanımı
olarak konuşuyor.
Ayşe
Hür, bir dönem AKP’ye destek verdiği için, o dönemi temize çıkartmak,
teslimiyetini gizlemek adına, sürekli İslam’a ve Müslümana küfretme gereği
duyuyor. Aynı durum Candan Badem için de geçerli. Fethullah’ın toplantılarından
çıkmayan Badem, bugün komünistmiş gibi görünüp İslam’a küfretmeye mecbur.
Badem, bu sebeple kavramları altüst ediyor, “Osmanlı emperyalizmi”nden
bahsediyor, liberallere ve CHP’lilere sıcak gelecek cümleler kuruyor. Çünkü
devir, Fethullah sayesinde hoca olma imkânlarıyla yüklü devir değil. Yemek
yenilen kabı korumak için başka yerlere işmar etmek gerekiyor.
Bürokrasi
ve Diplomasi
Tiftikçi’nin
kitabıyla ilgili takdim[3] yazısında laiklik, dinin toplum üzerindeki etkisinin
kırılması olarak tarif ediliyor. Sovyetler “laik” olarak tanımlanıyor. Müslüman
toplumlardaki dinî dönüşümden, yani dinin silinmesi pratiklerinden
bahsediliyor. Bunları, İslam-sosyalizm tartışmalarını düne kadar gericilik
kabul eden bir örgüt söylüyor. O örgüt, dinin etkisini sınıfsal-politik anlamda
ayrıştırma gereği duymuyor. Burjuva solculuğu yapmayı maharet sayıyor.
Tüm
bu tartışmalar, küçük burjuvaların birey, millet ve dinle ilgili kazıkları
etrafında dönüyor. Küçük burjuvalar, kendilerini satmayı maharet sayıyorlar.
Bu
tür yetiştirmelerden biri olarak Besim Tibuk, “1930’da Türkiye’nin komünizme
geçtiğini” söylüyor, solcu küçük burjuvalar da buna inanıyorlar. Devletin
üç-beş klasik romanı solculara tercüme ettirmesinde devrimci anlamlar bulanlar,
süreci ancak devletle ve devlet açısından anlayabiliyorlar. Onların ezilenleri
ve sömürülenleri görmeleri mümkün değil.
1950
öncesi SSCB ile devlet dolayımıyla kurulan ilişkiler, bir bürokrasi ve
diplomasi pratiğine ait. Bu pratiğin, Kıvılcımlı’nın otuzların başında “devrim
ve strateji bağlamında dert edindiği mazlum kitleler” [Yol] ile bir
ilişkisi yok. Ticaret-siyaset, bürokrasi-diplomasi, solun sınırlarını tayin
ediyor. O sınırlarda darbenin özü ve içeriği anlaşılamıyor. Çünkü sol, başka
yerlere bağlı.
1950’de
veya 1980’de devletin zorunluluk gereği boşalttığı yerlere yerleşmeyi solculuk
diye pazarlayanlar fena hâlde yanıldılar, milleti ve halkı çok kötü
yanılttılar. Devlet, dönemin gereği denize açılır, limanın bekçiliğini solcu
isimlere terk eder. Sağa dümen kırar, solun gemiyi terk etmemesi için
birilerini görevlendirir. O işi isteyenler ve sevenler hep bulunur.
Bu
bağlamda Osman Tiftikçi’nin derdi, devletin laiklik mücadelesine sosyalist
hareketi örgütlemektir. O, bahsini ettiği dönemde, Sovyetler’le Türkiye
arasında, “Türkî” coğrafya konusunda bir rekabet ve alan kavgası olduğunu
görmez.[4] Sovyetler’le ilgili anlattığı hikâye üzerinden, Kemalist iktidarın
propagandasına bağlanır. Tiftikçi, ancak Türkiye-Sovyetler ilişkisi ölçüsünde,
o ilişkinin izin verdiği kadar solcu olabilmiş bir askerdir.
Müslüman
Düşmanlığı
Fransa’da
veya başka yerlerde devlet ve sermaye emriyle Müslümana (özelde Cezayirli ve
Afrikalı göçmenlere) karşı yürütülen mücadeleye örgütlenen solcuların hepsi,
ajanlaşmıştır. Müslümana karşı yürütülen mücadele, sosyalist harekete ve işçi
hareketine karşı mücadeleyi beslemiştir. Sarı yeleklilerin tepesine inen
balyoz, Şarli Ebdo yürüyüşlerinde imal edilmiştir. “Bugün devletin gericilere
karşı mücadelesine ortak oluruz, yarın bu işin bahşişini güzel güzel yeriz”
diyenler, yanılgı içerisindedirler. Bunlar, kendi çıkarlarından gayrısını
düşünemezler.
İngilizler,
1921’de hem Anadolu güçleriyle hem de Sovyetler’le anlaşmışlardır. Ticaret ve
siyaset, iç içedir. Bu iki anlaşma, birçok ortak noktaya sahiptir. İngilizler,
“geri ve ilkel” Doğu’yu Sovyetler’e terk etmiştir. İngiliz devleti içinde
sömürgelerden kurtulmak gibi bir eğilim de söz konusudur. Basit manada burjuva
devrimlerin hızlı sürümü, Doğu’nun kentlerinde yürürlüğe konulmuştur. Oradaki
sosyalist siyasetin menzili de sınırları da bellidir.
Doğu’nun
devrimci yürüyüşünden uzak duran kimi solcular, Doğu’yu aydınlanma ve ilerleme
bağlamında, geliştirilmesi gereken gerici bir düşman olarak görmüş, solculukla
ve Sovyetler'le bu düzlemde ilişki kurmuşlardır. Bu solcular, ilk fırsatta
burjuva iktidara teslim olmuşlardır. (Tiftikçi’nin İstanbul’daki sosyalistleri
övmesi, burayla ilgilidir. O, İstanbullu sosyalistlerin kitle tabanının Ermeni
veya Rum emekçileri olduğunu, Anadolu’daki sosyalistlerin Müslüman halkla
yürüdüğünü görmez. Burada açık bir sınıfsal tercih söz konusudur.)
Türkiyeli
komünistlerin Sovyetler’le, Türk devletinin SSCB ile ilişkini tayin eden, bu
burjuva devrimi anlayışıdır. Türkiye’nin Sovyetler’le ilişkisi dâhilinde
ciddiye alınmak isteyen sosyalistler, iki ülke arasındaki ilişkinin dolayımı
olan İngilizleri, sonrasında o İngilizlerin yerini alan ABD’yi görmemişlerdir.
İngilizler ve ABD ile tanımlıdır o ilişki. Çünkü bu güçler için Türkiye,
Azerbaycan veya Kırgızistan gibi geliştirilmesi gereken, geri bir yerdir.
Otuzlarda
Moskova’ya giden ressamlar, Ankara’ya film çekmeye gelen yönetmenler, hep bu
ilericilik ve burjuva siyaseti temelinde anlam kazanmışlardır. Solcuların
belirli bir kısmı için siyaset, ticaretin ve diplomasinin tayin ettiği bir
memuriyetten ibarettir. Bunlar, maddi çıkarlarından asla vazgeçememektedirler.
“1950 öncesinin güzel günleri” bu ticaretten ve diplomasiden ibarettir.
Sovyetler’le ilişkilere önem veren solcular için Türkiye, SSCB içindeki,
modernleştirilmesi gereken, basit bir “Türkî” cumhuriyettir. Solculuk, bu
ilişkinin süsüdür.
Liberalizm
Bugün
sosyalist hareket, liberalizm üzerinden tanımlanıyor. Artık “liberalizmin
hedeflerine sosyalizmle varılır” diyen yazılara daha fazla rastlanıyor.[5] Her
gün ülkede liberalizmi sosyalizm ambalajında satan yeni bir örgüt kuruluyor,
eskiler, bu yola tevessül ediyor.
Aynı
liberalizm, Müslüman-sol ilişkilenmesinde de güçlü. AKP döneminde liberallerle
kurulan ilişki, ağırlık noktasını Fethullah üzerinden, bu alana taşıdı.
Dolayısıyla, bu kesimlerin devlet ve kapitalizm eleştirileri sahte, temelsiz.
Sırf AKP ile sınırlı. Bir yandan da gerçek bir sosyalist itirazın
maddileşmesine mani oluyorlar. Sosyalizmi kendi çıkarlarına göre tanımlıyorlar.
Herkes, liberal siyaseti sosyalizmmiş gibi satıyor. Bireye göre kurgulanan
sosyalizm, millet ve din içerisindeki sınıflar mücadelesine örgütlenemiyor,
oradaki cedeli örgütleyemiyor.
Eren Balkır
1 Kasım 2020
Dipnotlar:
[1] Tarihin Peşinde II, 13 Eylül 2020, Youtube.
[2]
Tarihin Peşinde I, 13 Eylül 2020, Youtube.
[3]
“İslam-Sosyalizm”, 5 Ekim 2020, Sendika.
[4]
“Cemaatler, Tarikatlar ve Sovyetler’de Din”, 23 Eylül 2020, Youtube.
[5]
Matt McManus, “When Karl Marx Really Thought About Liberalism”, 14 Ekim 2020, Jacobin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder