[Rahmân
ve Rahîm Allah’ın adıyla.]
Rahmân:
Ancak, doğanın ve insan toplumunun en temelli diyalektik gidiş kanunlarının
yaratabileceği yücelikte bir iyilik – yaratıcılık – sevgi – merhamet (acıma)
olumluluğudur. Bu topyekûn madde ve mânânın akışından çıkmış zenginliklerdir.
Tek başına insanlar – sosyal sınıflar – zümreler – uluslar; hattâ insanlık bu
olumluluğu – zengin yaratıcılığı kapsayamazlar. Bu yüzden “Rahmân” sıfatı
sadece Allah’a yakıştırılabilir.
Topyekûn
doğanın ve insan toplumunun temellerinde bulunan kanunlarının akışındaki,
binlerce yıl geçmesine karşın kavranamaz – ele geçirilip yön verilemez
zenginlik ve yüceliklik sadece Allah’a, yani bu tarihsel akışa denk düşer. Ve
o’nu kavrayamayan – hele yönlendirilemeyen insanlığa da, bu yüce merhametliliği
(her şeyi kuşatan iyiliği) sadece Allah’a yakıştırmak düşer.
Peygamberler,
Antik Tarih’te kent kurucu, cahiliyetteki barbarlığı medeniyete geçirmeye
çalışan önderlerdir. Ve dolayısıyla bu yüce tarihsel determinizmin, az
rastlanır (yüzlerce yılda bir çıkabilen) birer yansımasıdırlar. Başka bir
anlatımla her peygamber, kendi çağının ve toplumunun lideri olsa bile bu yüce
tarihsel akışın özelliklerinin kendisinde yansımış bulduğu için, bu yüce
diyalektiğin sözcüsü – yansıtıcısıdırlar. Bu yüzden Allah’ın Resul’ü
mertebesini hakkederler. Ama buna rağmen peygamberler bile “Rahmân” sıfatını
kendilerine yakıştıramazlar; “Rahmân”lık ancak doğa ve toplumu (tüm âlemleri)
kapsayan bu diyalektik oluşundur; yani Allah’a âittir.
Ancak
“Rahîm” sıfatı peygamberlerin olabilir: “çok merhametli” anlamında kullanılsa
da bu başka insanlardan ayrıcalıklı önderlere yakıştırılır. Ki Allah’ın
Rahmân’lığına yansımadır. Yani tarihsel determinizmin önderlerde yansıyıp kendi
tercümesi olduğu ölçüde o önderler veya peygamberler “Rahîm” (çok merhametli:
Fedâkâr) olabilirler. Ve diyalektik gidişin daha az yansıdığı (diyalektiğin
sözcülüğünü daha az yansıdığı insanlara öncülük ederler.
“Modern
Peygamberler” diyebileceğimiz burjuva ve proletarya devrimlerinin teorisyen
burjuva ve proletarya devrimcileri de, bu ölçüler içinde “Rahîm”dirler. Yani
“sonsuz hoşgörü” sahibi olmaya eğilimlidirler, yatkındırlar. Gerçi Marks –
Engels – Lenin gibileri dışındakiler daha çok “Rahmân”lığa, hattâ Allah’lığa
özenirler: toplumun ve sınıfların üzerinde “Allah”lığa özenip kendilerini
tapınç konusu yaptırmak istemişlerdir. Stalin bunun en dramatik örneği olmaktan
kurtulamayanların başında gelir. Ama hepsinin kendi zayıf paranoyaklıklarını
gizlemek için bunu şuuraltılarıyla yaptıkları artık herkesçe sezilmekte ve
bilinmektedir. Veya anlaşılmaktadır, anlaşılacaktır…
Marks’ın
mezarında şöyle yazar: “İnsancıl olan hiçbir şey bana yabancı kalamaz” Ve Marks
da, örnek yarısı Engels de, yaşamları boyunca bu sözün en derin anlamlarını
içlerinde duyarak yaşayıp çiçeklendirmekten geri duramayacak teorik – pratik
mücadeleler sunmuşlardır. Bu örnek yaşamlarının en derin anlamı: “Rahîm”
olmaklarında toplanır. Çünkü onlar gerçekten doğanın ve toplumun en temel
kanunlarının en yetkin modern “Resul”leri (elçileri) olmak durumundadırlar.
Yüce tarihsel determinizmin yaşayan modern yansıması, temsilcisi –
sözcüsüdürler. Onlarla birlikte bu “Rahîm”lik (hoşgörünün sonsuzluğa uzanışı)
“Rahmân”lığa dek uzanır – yaklaşır gibi olursa da, tersine diyalektik yüceliğin
zenginliği daha çok kavranır ve “Rahmân”lığın, yani yüce yaratıcılığın sadece
evrimin kanunlarına (Allah’a) âit olabileceği anlaşılır.
Evrimin
(Tarihsel determinizmin), yani doğa ve insan tarihinin temel kanunlarından
kalkarak topyekûn akışı karşısında, Marks – Engels gibi evrimin en yüksek
yansımaları bile sadece basit bir “kul” olmaktan öteye gidemezler. Bunu onlar
kadar iyi sezen kimse çıkmamıştır.
Unutulmamalıdır
ve daima hatırlanmalıdır ki Tarihsel Maddeciliğin kurucuları bu iki insandır.
Bu şu anlama gelir: “Allah”ı en iyi onlar anlamışlar ve onun kurallarına uyarak
tarihsel akışı kendi dengesine oturtmak için en yetkin mücadeleyi vermişler ama
bunun, ancak “doğum sancılarını ılımlandırmak”tan öte bir şey olamayacağını çok
derin anlamlarıyla alçakgönüllüce anlatmışlardır. Yani Allah‘a (Tarihsel
Determinizm’e) en yakın oldukları hâlde, O’nun sadece basit birer uygulayıcı –
sözcü – elçi durumundaki “kul”ları olduklarını bilmişlerdir.
Bu
gelişim tarihsel akış, yeni mecralara girdikçe açılıp daha derin resul
örneklerini vermekten geri duramaz. Yani Marks – Engels’ten de daha gelişkin
kavrayışlar – Allah’a yakınlaşmalar ve o ölçüde de diyalektik akış karşısında
en bilinçli resuller olunsa bile, o derece basit – sade bir “kul” olunmaktan da
kurtuluş olamayacağını anlayanlar çıkacaktır. Çünkü “Kişi” ne derecede Tarihsel
Determinizmi: Doğa ve insanın topyekûn akışını kavrasa da, tek başına o akış
karşısında ‘bir “hiç”tir. Ancak koyduğu teori toplumda kavranıp maddeleşirse
“hep” olabilir.
O
hâlde ancak Allah’ın en büyük yansıması, evrimin en son halkası insan
toplumudur ve ancak O, evrimi (Allah’ı) anlayıp kendi kanunlarının emrettiği
temel dengesine oturtabilir. Fakat toplum da “Kişi”lerden derlenmiştir. Ve her
kişinin bu kavrayışı geliştiği ölçüde toplum bu görevini başarabilir.
O
hâlde tarih her kişi’yi kendisini anlayıp kendi yoluna sokacak açılımlara
girmek zorunda kalacaktır. Ve her kişi deyim yerindeyse peygamberleri
anlayabilecek “Rahîm”liğe ulaşmak eğilimine girmek zorunda kalacaktır. Ve
Peygamberlikler, hattâ önderlikler bütünüyle bitmek zorunda kalacaktır.
Hz.
Muhammed ile antik peygamberlikler bitmiştir. Ama Modern Sosyal Devrimlerle
birlikte peygamber adlarını almasalar da bir çeşit modern peygamberlikler
dönemi açılmıştır.
Nasıl
kentçil tarihsel devrimler’in bitişiyle antik peygamberlikler de sona ermişse,
modern sosyal devrimlerin maksadına erişiyle modern peygamberlikler de son
bulacaktır.
Ve
kişilerin “kendi bacağı”ndan asılacağı, kendisinin ve toplumunun bilmecesini
çözeceği veya çözemediğinin anlaşılacağı; toplumca el birlik yeni baştan
çözümler arayacağı açılımlar gelişecektir.
O
zaman her kişinin mezarı başında değil ama beyninde ve kalbinde (her
hücresinde) iliğine kemiğine işlenmiş olarak şu cümle yazacaktır:
“İnsancıl olan hiçbir şey bana YABANCI KALAMADI”
Çünkü
her kişi, hayvanlıktan çıkalı beri bastırdığı hayvanlıklarını sonuna dek
yaşarken kanayacak; kendinden nefret ederce kanayacak – acılarla – yaralarla
yüklenecek ve yeni baştan insanlaşacak; sosyal hayvanlıktan böylece çıkarak her
türlü yabancılaşmasını aşacaktır; “bilinçli” birer “insan” olacaktır.
Ne
yazık ki bu, tıpkı vahşet çağına paralel biçimde değil ama kültürel atılımlarla
kuşaktan kuşağa adım adım gelişebilecek acılarla dolu bir gelişim olacaktır. Ta
ki bütün antik ve modern peygamberleri derinden kavrayan “insancıl olan hiç bir
şey bana yabancı kalamadı” sözcüğünü hakkedene dek…
O
zaman peygamberleri de aşacak bir olgunluğa erişecektir. Çünkü peygamberlerin
en modernlerinin bile çektikleri acılar, sınıflı toplumun son demlerindeki
insanlığın (her kişisinin) çektiği acılar yanında çok az kalacaktır.
Çünkü
bu acılar, maddiyatın, maneviyatı her saniye yaptığı işkencelerle yiyip bitiren
gidişinin ve maneviyat tükenince yeniden kazanılmasının onlarca yıl alacağı
uzun yalnızlıklarla dolu yıllar olacaktır…
Ve
bu acılar genellikle erkekli, kadınlı manevî yaralanmaları kapsasa da,
kadınların anlaşılmasını ve erkeklerin insanlaşmasını sağlayacak kadınların
zaferiyle sonuçlanacak daha çok erkeklerin şimdiye dek tatmadıkları acılarla
yüklü olacaktır. Çünkü egemen babahanlık, egemen erkek rejimleri, başka türlü
asla yola gelemeyecek derecede (binlerce yıldır) kadınlara karşı efendilikte
taşlaşmışlardır. Yeni kuşaklar, ne yazık ki başlarına gelen bu dramları
anlayamayacak sığlık içinde gelişiyorlar. Bu yüzden her erkek, kadın üzerindeki
ve toplum içindeki erkeksi yüceliğini (dolayısıyla maddî – manevî sömürüsünü)
ancak kadınların kapitalist veya sosyalist yoldan olsun, erkeklere karşı
yaptıkları kurtuluş savaşlarıyla alaşağı edip bilinçlere çıkarabilecekler ve
kadınlara hak ettikleri saygıyı – sevgiyi – değeri yeni baştan
göstereceklerdir.
Belki
o zaman gerçek “aşklar” bu kez bilinçli olarak yeni kuşaklarda yeniden
filizlenebilecektir.
O
gün geldiğinde, herkes “Rahîm” (sonsuz toleranslı) olma özelliğini kazanmış
olacak ve Allah’ın “Rahmân”lığını (diyalektiğin yüce yaratıcılığını) o güne dek
görülmemiş ölçülerde anlamış ve o’nun doğacıl ve insancıl dengelerine “uyum”
yapmayı kanına karıştırmış olacaktır. İşte Bismillâhirahmânirrahîm’in
çağımızdaki derin anlamları, bu temeller içinde kavranabilirse, o sözcüğün
söyleyene ve topluma bir yararı olabilir…
Hikmet Kıvılcımlı