Pages

26 Temmuz 2020

Moncada

26 Temmuz 1953 günü Moncada Kışlası’na yapılacak saldırı için
yola çıkmadan önce Fidel Castro Ruz’un yaptığı konuşma

* * *

 

Ya özgürlük ya ölüm!

Yoldaşlar:

Birkaç saat içerisinde ya muzaffer ya da mağlup olacaksınız, ama yoldaşlar, lütfen öncesinde şu sözlerime kulak verin!

Her ne olursa olsun bu hareket zafere ulaşacaktır. Yarın zafer sizin olursa Martí’nin arzuları kısa sürede gerçekleşme imkânı bulacaktır. Muzaffer olmaz iseniz, bu hareketinizle Küba halkının bayrağı yukarı kaldırıp öne atılması için gerekli örnekliği sunmuş olacaksınız. Halk, Doğu bölgesinde ve tüm ada genelinde bize destek olacaktır. Yüzyılın öncü gençleri olarak biz, tıpkı 1868’de ve 1895’te olduğu gibi, burada, Doğu’da şu şiarı ilk kez haykırıyoruz: Ya özgürlük ya ölüm!

Hepiniz planın hedefine zaten vakıfsınız. Hiç şüphe yok ki bu, tehlikeli bir plandır ve bu akşam benimle gelen herkes, plan için ne yapacaksa bunu özgür iradesiyle yapmalıdır. Karar vermek için hâlen daha vaktiniz var. Bu arada elimizde yeterince silâh olmadığı için bazılarınız mecburen geride kalacak. Gitmeye kararlı olanlar bir adım öne çıksınlar. Sloganımız şu olacaktır: “Kimseyi öldürmeyeceğiz, böylesi bir durum, sadece son çare olarak gündeme gelecektir.”

Fidel Castro Ruz
26 Temmuz 1953
Kaynak

25 Temmuz 2020

Minneapolis’te Fırtına Biçmek

Sömürge gençlerinin ruhsuz ve güçsüz olduklarını artık kimse söylemesin. Kitlelerin Jacobin dergisine ve Amerikalı Demokratik Sosyalistler’e mensup, içi geçmiş ve iktidarsız solcularını aştığını bir kez daha gördük. Bu solcular, İkinci Enternasyonal döneminin teorik faaliyetine saplanıp kalmışlar ve havaya beş para etmez tavsiyeler savurmaktan başka bir şey yapmıyorlar.

Minneapolis ise alev alev. Bu konuda Jacobin dergisinin yayın yönetmeni Bhaskar Sunkara’nın yapabileceği hiçbir şey yok. Polisin de öyle. Bunların insanları vuracak cephanesi tükeniyor. Plastik mermiler yetmiyor, göz yaşartıcı bombalar gerisin geri polise fırlatılıyor, kitleler, her bir mahalleyi tek tek ele geçiriyor. Target mağazasındaki mallar kamulaştırılıyor, sırada ayaklanmanın yaşandığı bölgedeki diğer mağazalar var. Otobüs şoförleri, vergisini halkın ödediği taşıtlarının kendi milletinden ve sınıfından insanların hapse götürülmesi için kullanılmasına karşı çıkıyorlar. Sokaktaki güçler, genelde yediği haltların üzerini örtüp duran liberal belediye başkanını ilerici adımlar atmaya zorluyorlar. Floyd’u katleden domuz, evine gelen yemeği yiyemiyor, çünkü ev kuşatma altında.

Kanallar, insanların her isyanda ve militan gösteride ortaya çıkan polis tarafından nasıl korkutulduğunu ortaya koyuyor. Devrimci gençler öne geçiyor, oportünistlerse kafalarına taş yiyince kenara çekiliyorlar. Minneapolis sokaklarında, rüşeym hâlindeki halk ordusunun oluşumunun ilk aşamasına tanıklık ediyoruz. Yedi yıl önce Ağustos ayında Ferguson’da çakılan kıvılcım hiç sönmedi, tüm dünyayı ateşe veriyor ve yanmaya devam ediyor. Minneapolis’ten sonra Los Angeles’ın yoksul semtlerinde, Şikago, New York, St. Louis ve Baltimore’un kenar mahallelerinde, Brezilya’nın favelalarında siyah ve Latin çocuklar, benzer eylemlere imza atıyorlar.

İnsanlar, kendilerine benzeyen, kendisi gibi ezilen millete ve sınıfa mensup kişilerin teslim olmadıklarını, âleme isyan bayrağını çektiklerini görünce seviniyorlar. Dünyanın sokaklarındaki sıcaklık hiç düşmeyecek gibi görünüyor. Sömürgeci güçlere bağlı liberallerse mala mülke verilen zarara ağlıyorlar ve aptal bir yaklaşımla, “dava edin” deyip duruyorlar. Ne davası be! Düşman mahkeme salonlarında bize adalet bahşedecek değil ya.

Davayı bizzat biz açmalı, halkın mahkemesini kurmalı, cezayı bizzat kesmeli, tüm faşist Amerikan sisteminin ipini çekmeliyiz. Adalet bizim tesis edeceğimiz bir şeydir ve bu konu, her türlü uzlaşmaya ve tavize kapalıdır.

Savaş savaşarak öğrenilir. Minneapolis sokaklarında polise karşı ufak da olsa kendi silâhlarını imal eden gençler halk savaşına, Mao’yu ezber eden ama onu asla uygulamayan zevattan daha fazla hâkimdirler. Floyd’un canını alan sistemi yıkmak için verilecek o son kavga için güçlerimize gerekli olan temeli, pratik ve o ufak silâhlar teşkil edecektir.

O gençler bugün barikat kuruyorlar, domuzları silâhsız ve mermisiz bırakıyorlar, cenk ediyorlar. Savaş alanı incelendiğinde polislerin ehliyetsiz, korkak ve kafası karışık birer domuz olduğu görülüyor. Bu da onların gadrine uğramış veya aileleri polisin işkencesine ve dayağına maruz kalmış kişilerin yüzünde bir gülümsemeye neden oluyor. Bu ülkeyi kurmak için uzak diyarlardan zorla getirilen ecdadım, bu yaşananlara öte dünyada gülüyor. Efendiler korkuyor, çünkü ayaklar baş oluyor.

Yönü belli olmayan isyanların bir ülkede devrime dönüşmesi, elbette ki mümkün değil. Her bir imparatorluğun çöküşü, ekmek isyanlarının ve polis ile orduya karşı verilen mücadelelerin izini taşır. Bir kez daha tekrar edelim: murat bu ayaklanmalara rehberlik etmekse, açığa çıkan enerji yok olmasın veya eski devleti gerisin geri beslemesin isteniyorsa disiplinli ve kararlı komünistlerden oluşan bir partiye ihtiyaç vardır.

Devrim, belirli bir süreç dâhilinde, adım adım inşa edilir. Bu mücadeleler çoğalmaya, sahip oldukları yoğunluk artmaya devam edecektir. Komünistlerin görevi, kafalarını kitaplardan kaldırıp nerede bulunuyorlarsa isyan eden halka karışmak ve ondan bir şeyler öğrenmektir.

BRG
28 Mayıs 2020
Kaynak

24 Temmuz 2020

Pedofili ve Sol


Fransız hukuk sistemi, bir ergenlik yaşı (rıza yaşı) belirleme konusunda neden isteksiz?

Bunun muhtemel nedeni, Mayıs 1968 sonrasında yaşanan gelişmeler. Bu dönemde öğrenciler, kapitalizme, tüketime, elitist ve adaletsiz olduklarını düşündükleri kurumlara ve değerlere karşı eylemler gerçekleştirdiler, kitlesel gösteriler ve grevler örgütlediler. Eylemler, kültür devriminin birer ifadesiydi ve bu devrim, Fransa’nın kimliği üzerinde kalıcı bir iz bıraktı. 1968 sonrası her şey değişti. Örneğin çocuklar, cinsel varlıklar olarak görülmeye başlandı. Pedofili, cinsel yönelim olarak kabul edildi, özgürlük anlayışının bir parçası olarak değerlendirildi.

Zamanla pedofili savunucuları, bilhassa elit entelektüel kesim içerisinde güçlendi. Gazetelerde yetişkinlerle çocuklar arasındaki ilişki meselesine ve çocukların özerkliğine dair birçok haber çıktı. “Yetişkinlerle çocuklar arasındaki ilişkinin cinsellikle ilgili niteliğini tanımak, burjuva düzenine karşı gelmenin yollarından biridir” denildi.

Fransa’da gösteriler sonrası cinsel özgürlüğün ve yaşam tarzlarının serbest olduğu bir ortam oluştu. Bu ortam, pedofili yanlısı hareketi güçlendirdi. Pedofili yanlısı aktivistler, Pedofili Kurtuluş Cephesi, Farklı Çocukluk İçin Araştırma Faaliyeti ve Farklı Çocukluk Araştırma Grubu gibi isimlerde dernekler kurdular. Pedofiller, sübyancılar, Arka, Küçük Çapkın, Yavru Kurt isminde dergiler çıkarttılar. Guy Hocquenghem, Gabriel Matzneff ve René Schérer gibi Fransız entelektüeller, hareketin sözcülüğünü üstlendiler: bu süreçte pedofili karşıtları, “gerici” olmakla suçlandılar. Ayrıca pedofiller, cinsel istismar suçlusu değil, tıpkı eşcinseller gibi, “gerici” yasaların birer mağduru olarak tarif edildiler. Bu düzlemde eşcinselliği ve pedofiliyi suç kılan yasalara karşı çıkılmaktaydı.

Bazı feministler, aile terapistleri ve hükümetteki bir avuç kadın harekete karşı çıktı. Bu kişiler, yetmişlerde ve seksenlerde pedofiliyi sahiplenen Fransız entelektüellerin halkın genel kanaatini dikkate almadıklarını, toplumsal ve ailevi uygulamalardaki gerçekliği görmediklerini söylediler.

Bu dönemde medyanın ve aydınların belirli bir kesimi pedofiliyi savunurken, doksanlarda ani bir dönüşüm yaşandı. Kamuoyu, çocuk tacizine ve enseste dikkat kesildi. Aile içi şiddet sorununu ele alan baskı grupları, özellikle feminist örgütler, bu meselelere daha fazla ilgi gösterilmesini sağladılar.

Bu süreçte pedofili yanlısı aktivistler, bir güçlükle karşılaştılar. Fransız halkı, bir yetişkinin çocukla girdiği cinsel ilişkinin eşit bir ilişki olmadığını düşünüyordu. Bunun üzerine pedofili yanlısı hareket, ilişkiyi “simetrik” kılmak için uğraşmaya başladı. Bu kişiler, yazılarında çocukları “net düşüncelere sahip, feraset ve iradeyle donatılmış kişiler” olarak tarif etmeye başladılar. Buradan da çocukların yetişkinlerle aynı haklara sahip olmaları gerektiğini söylediler. Hatta çocukların korunması gerektiği anlayışının ataerkil olduğunu söyleyip, bu korumanın çocuğun kişisel bütünlüğünü tehlikeye soktuğunu iddia ettiler.

Mayıs 1968 sonrası Fransız entelektüeller, devletin reşit olmayan çocukları cinsel istismara karşı koruma yetkisi almasına karşı çıktılar. Bu itirazın en önemli örneği, 26 Ocak 1977’de Le Monde’da yayınlanan dilekçe idi. Metne Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Félix Guattari, Gilles Deleuze, Jacques Derrida, Roland Barthes, Jacques Rancière, Jean-François Lyotard, Philippe Sollers, André Glucksmann ve Louis Aragon gibi aydınlar imza attı. Dilekçe, çocuklarla cinsel ilişkiye girdikleri için yargılanan üç adamı savunmak için kaleme alınmıştı. Dilekçede şu söylenmekteydi:

“Fransız hukuku, 13-14 yaşındaki çocukların hüküm verme ve cezalandırma konusunda gerekli olan idrake sahip olduğunu söylüyor, ama çocuğun duygusal ve cinsel hayatı söz konusu olduğunda bu beceriyi hasıraltı ediyor.”

Dilekçeyi imzalayanlara göre çocuklar ve ergenler, cinsel hayatlarını yaşama hakkına sahiplerdi. Mahkemeye çıkartılan üç adam beş yıl hapis cezası aldı, ama cezalarının tamamını yatmadı.

1979’da Liberation’da başka bir dilekçe yayınlandı. Bu dilekçe ise altı ve on iki yaşında iki kız çocuğu ile cinsel ilişki kurmuş bir adam ile ilgiliydi. Dilekçeye aralarında Christiane Rochefort ve Pascal Bruckner gibi 63 isim imza attı. Dilekçeye imza atanlar, kızların durumdan memnun olduklarını söylüyorlardı. Hatta “Çocukları sevmek, aynı zamanda onların bedenlerini sevmek demek. Arzu ve cinsel oyunlar, çocuklarla yetişkinler arasındaki ilişkinin parçasıdır” diyorlardı. İddialarına göre “ilişkiye giren adam, kızları düşünmüş, onlarla bir tecrübe yaşamış, kızlar, onda buldukları mutlulukla ailelerini de mutlu etmişti.” Bu isimler, rıza yaşının (ergenlik yaşının) bir tuzak olduğunu, Fransa’da çocukların 13 yaşından itibaren eylemlerinden sorumlu olmaya başladıklarını söylüyorlardı. Aynı kişiler, “madem ilâç alabiliyorlar, seçtikleri kişiyle seks de yapabilirler” diyorlardı.

Bu Fransız aydınlara göre çocuklar, kendi cinsel hayatlarını yönetme hakkına sahiplerdi. Bu türden bir özgürlük yorumu, çocuklara cinsel ilişkiyle mutlu olma yetkisi veriyordu. Rıza göstermeleri, doğal bir sonuçtu. Aksini iddia etmekse lütufkârlıktı. Çocuklara insan olarak saygı duymamak demekti.

1978’de katıldığı bir radyo programında Michel Foucault, çocuklarla seks yapma konusunda şunu söylüyordu: “Bir çocuğun olan biteni izah edemeyeceğini, rıza gösteremeyeceğini söylemek, hoş görülmesi, kabul edilmesi mümkün olmayan iki ayrı istismar biçimidir.”

Bu süreçte sosyologlar, Fransa’da çocuklara yönelik tacizlerin sayısının 1972’den itibaren arttığını söylediler. 1982’deki bir rakama göre çocuklara yönelik cinsel saldırılar, yaklaşık yüzde 22 arttı.

Sonraki süreçte bahsi geçen dilekçeleri yayınlayan Le Monde ve Liberation yanlışlarını düzeltmeye çalıştı. Gazeteci Sorj Chalandon, 1968 sonrasında Fransa’nın devasa bir toplumsal deneye tanıklık ettiğini söyledi. Gazeteci, bu deneyin pedofiliyi de içerdiğini düşünüyordu: “Ahlak düzeni. Düşman oydu. O dönemde Liberation yaygın olarak yaşanan baş dönmesinin bir tezahüründen başka bir şey değildi.” Yazara göre o dönemde her türden otoriteye karşı çıkılıyordu. Bu dönem, ona göre bir tür laboratuvar işlevi görmüştü.

[…]

Marie Doezema
Mart 2018
Kaynak

23 Temmuz 2020

Yapılması Gereken


Ey insanlık, daha ne kadar susmayı düşünüyorsun? Ne kadar üç maymunu oynasan da kaçışın yok, dokunmak istemediğin yılan, eninde sonunda sokacak seni (emeğini sömürecek, kişisel haklarını çiğneyecek, bedenini kirletecek ve yaşam hakkını elinden alacak), bu kaçınılmaz bir gerçeklik. Çünkü sessiz kaldığın her sürede, ezenler zevk aldığın düşüncesiyle kirli emellerine son surat devam edecektir.

Kadın, çocuk, doğa, hayvan ve emek katliamları, sistemin aşağılık adalet sistemiyle durdurulamaz.

Tepki, boyutları ve ölçüsüyle ses getirir. Kendi rezil kişiliklerini ve korkaklıklarını aydın ve entelektüel kimlikleri altında gizleyen, sınıf mücadelesinin içerisine sızmış burjuva özentisi emek düşmanları, yazılarında, söylemlerinde tepkisel olarak kınamayı yeğliyor ve sistemin adaletinden medet umuyor.

Söyler misiniz, kınamayla hangi sorun giderilmiştir? Yahut sistemin adaleti, sorunların gerçek sahiplerine dokunabilmiş midir?

Sistem hepimize düşman. Önce düşmanımızı belirlemeyiz. Emek düşmanı kapitalistleri ve onların işbirlikçi politikacıları, bariz düşmanlarımızdır. Yapılması gereken en sert biçimde tepki göstermektir. Ulrike Mienhof der ki:

“Bir taş atarsanız, bu cezalandırılması gereken bir eylemdir. Bin taş atılırsa, bu siyasi bir eylemdir. Bir araba yakarsanız, bu cezalandırılması gereken bir eylemdir. Yüz araba ateşe verilirse, bu siyasi bir eylemdir. Protesto, bana neyin yanlış geldiğini söylememdir, direniş ise benim için yanlış olanın tekrarlanmamasını sağlamamdır. Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim.”

Ulrike Meinhof ve yoldaşları, dönemlerinin sorunlarına tepkisiz kalmayan cesur insanlardı.

Amaçları, var olan sorunları daha çarpıcı biçimde ortaya çıkartmak ve buna karşı bir şeyler yapmaktı.

Zaten onlar da sistemi yıkamayacaklarının farkındaydı, amaç sarsmaktı ve başarılı da oldular. Düşmana korkunun ne demek olduğunu gösterdiler ve gördük ki düşman üzerinde kınama değil kurşunlar etkili oldu.

Kızıl Tugaylar, İtalya’daki işadamları ve politikacıları hedef aldı. Yoksulluğun ve gericiliğin sebebi onlardı çünkü, halkı yoksulluğa mahkûm ederek, onları suça teşvik ediyorlardı. Kazancı hayallerine yetmeyen bir insan hangi yolu seçer, sürekli sistem tarafından aşağılanan birey, nasıl sağlıklı hareket edebilir? Psikolojik ve ruhsal bakımdan çöküntüye uğrayan bir insan, suça meyilli hâle gelir.

Bundandır ki Kızıl Tugaylar, işadamlarına ve politikacılara kurşun sıktı. Kınamadılar, “üzgünüz” demediler sorunlara. Sonunda çoğu işadamı aileleriyle birlikte İsviçre’ye ve başka ülkelere kaçmak zorunda kaldı.

Şehir gerillası, zaferden uzaktır. Amacı, sadece halk yığınlarının öfkesini dışa vurmak ve halk saflarını bütünleştirip korumaktır. Bir kadın mı katlediliyor, bir çocuk vahşice öldürülüyor mu? Hemen karşılığı verilip, politik bir kişi hedef alınmalıdır. Ne kadar işbirlikçi hedef alınırsa, o oranda sistem korkuya kapılır ve iş büyümeden daha adil bir adalet mekanizması uygulamaya konulur.

İşçi düşmanları için de geçerli bu tepki, belli kapitalist şahsiyetler hedef alındığında, ezilen ve köleleştirilen, kendilerini yapayalnız hisseden emekçiler üzerinde bir şok etkisi yaratır. Çünkü patronlar, emekçilerin gözünde tanrı gibidirler. İstedikleri zaman işlerine son verip onları açlığa mahkûm edebilirler ve zenginlikleri onları dokunmaz kılar. Ama bir kurşun ve devrilen bir tanrının görüntüsü, emekçilerin gözündeki bu miti yıkar ve cesaret aşılar.

Düşmanla aramızda şiddet, her zaman kaçınılmaz bir çözüm olagelmiştir. Öldürmek, çözüm değildir elbet; çözüm, proleter bir devrimdir. Öldürmek, sadece intikam almak ve düşmana kararlılığımızı göstermek için bir araçtır.

Ve demeliyiz ki: “ne kadar canımız yanarsa, o ölçüde yakanlara misillemede bulunacağız. Sizinle uğraşacak güce ve cesarete sahibiz. Belki biraz zaman alacak ama sonunda hakkınızdan geleceğiz.”

Can Şahin
23 Temmuz 2020

Fanon ve Fetih

Filistin toplumunun etnografik incelemesini içeren, önemli ve çığır açıcı çalışmasında Rosemary Sayigh, altmışlarda silâhlı mücadelenin ortaya çıkışını Filistin direniş hareketinin en önemli gelişmesi olarak görüyor ve direnişi, genel sınıf mücadeleleri ve üçüncü dünyanın mücadelesi bağlamına yerleştiriyor.[1]

Yazara göre direnişin bu yeni yüzüne sadece gözetleme faaliyetleri, baskılar, sefalet yüklü kamp hayatı değil, Filistinlilerin işgalden ve zulümden kurtuluş gayesine ulaşmalarına Arap devletlerinin yardım etmemesi, bu konudaki hayal kırıklığı ve güvensizlik de sebep oluyor.[2]

Filistinliler, Suriye Baas partisine ve ondaki Arapların Birliği siyasetine de güvenmiyorlar.[3] Bu noktada yeni sömürgecilik, politik ve şahsi hırslar sonucu yaşanan yozlaşma, en önemli meseleler olarak gündeme geliyor. Silâhlı mücadele[4] ve “gençlere, ezilenlere ve dışlananlara” yönelik çağrısı[5] davanın temelini atıyor.

Fetih bu süreçte, bu davanın “birleşik devrimci Arap gücünün oluşumu”nu[6] hızlandıracağını, Arapların genel mücadelesine yeni bir itici güç temin edeceğini, bu mücadelenin kendisini ABD’nin ekonomik ve politik hâkimiyetine karşı üçüncü dünyanın verdiği mücadele bağlamına oturtacağını, Filistin direniş hareketinin Arap dünyasındaki radikal unsurlara can katacağını ve rejimlerin gerçek yüzünü açığa çıkartacağını düşünüyor.[7]

Yezid Sayigh ise Fetih’in Arap mültecilerdeki güçsüzlük imajına karşı koyacak, genel hikâyeyi değiştirecek bir şeylere ihtiyaç duyduğunu gördüğünü söylüyor.[8] Bunun için de Filistinlilerin varolduklarını ortaya koymak, mücadeleyi sömürgecilikten ve emperyalizmden kurtuluş mücadelesi olarak tarif etmek gerekiyor.[9]

Schiff ve Rothstein ise Filistinlilerin kendi hikâyelerini üçüncü dünya devrimleriyle ilişkilendirmelerine, böylelikle bilhassa öğrenci hareketleri düzleminde dünyadan destek görmelerine eleştirel yaklaşıyor.

“Çoğunluğunu orta sınıftan radikal Avrupalı ve Amerikalı yeni solcu gençlerin oluşturduğu kesim, Che Guevara’nın kanlı devrimine ve Fetih’in gerilla savaşına ilham veren Frantz Fanon’a dair görüşlerle zehirlenmişti ve yazılarında gerçek bir deneyime aç olduklarını dile getiriyordu.”[10]

Bu türden kötüleyici yaklaşımlar, esasında Filistinlilerin pratikte kendilerini nasıl konumlandırdıklarını ve geniş bir planda nasıl kabul görüp dayanışma ilişkilerini tetiklediğini anlamıyorlar. Filistinliler, ilgili süreçte davalarını beynelmilel kılıyorlar. Ama 1972’deki Münih Olimpiyatları’na yapılan saldırı türünden eylemler ile bu destek bir miktar azalıyor.

Bilindiği üzere Cezayir’deki devrimci bağımsızlık savaşı, bölgede Fransız ve İngiliz nüfuzunun kırılmaya başladığı dönemde, Arap dünyası genelinde halklara ilham veriyor. Bu dönemde Nasır, “Cezayir’in elde ettiği zafere dönük övgü, tüm Araplara, her yerdeki özgür halklara dönük övgüdür. Bu zafer, tüm Arap milletinin gördüğü en güzel düştür” diyor.[11]

Michel Eflak ise Cezayir’in zaferini “bu çağda Arapların tanık olduğu bir mucize” olarak niteliyor ve “Arap devriminin yeni değerler oluşturduğunu, Arapların mücadele düzeyini yükselttiğini, her bir Arap ülkesinde mevcut olan zindeliği artırdığını” söylüyor. Bu tespitler esasen, daha güçlü ve daha zengin bir düşmana karşı Cezayirli devrimcilerin elde ettikleri başarıdan ilham alan Filistin direniş hareketi için de geçerli.

Fetih’e katılmış, o dönemde Cezayir’de öğretmen olarak çalışan Filistinli Ebu İyad (Salah Halef), otobiyografisinde Cezayirli milliyetçilerin kahramanlıklarla dolu mücadelesinden ilham alan Fetih ideolojisine dönük hayranlığından ve onun kendisini nasıl büyülediğinden söz ediyor:

“Cezayir’deki gerilla savaşı, bizi epey etkilemişti. Cezayirli milliyetçilerinde bizi asıl büyüleyen, onların sağlam, eğilip bükülmeyen bir cephe teşkil etmiş olmaları ve kendisinden bin kat daha üstün bir orduyla savaşmaları ve (çoğunlukla birbiriyle sorunlu olan) Arap hükümetlerinden yardım görmeleri ama hiçbirisine bağımlı olmayışıydı. Onlar, bizim hayalini kurduğumuz başarının bir simgesiydi.”[12]

Ebu İyad kitabında, Fetih üyelerinin Cezayir’deki hareketle ilgili olarak ellerine geçen her şeyi okuduklarını, Lenin, Mao ve Fanon gibi isimlerden oluşan, devrimlerin belirledikleri okuma listesinden yararlandıklarını söylüyor. Ebu İyad, Fanon’un “favori yazarı” olduğunu belirtiyor.

“Kaç kez okuduğumu hatırlamadığım Yeryüzünün Lanetlileri isimli kitabında Fanon, devrimi sonuca ancak düşmanın silâhlarından ve tanklarından korkmayan bir halkın götürebileceğini söylüyor.”

Suriye’den Cezayir’e gitmiş Baas partisi mensubu doktorlar gibi Fetih’in ilk kurucuları da bu ülkede kaldılar, bağımsızlık sonrasında Ben Bella’nın kurduğu hükümetle ilişkiler geliştirdiler.[13]

1965’te kurulan Boumedienne hükümeti döneminde Cezayir (o dönemde Suriye hava kuvvetleri komutanı Hafız Esad’ın yardımıyla) Fetih’e ilk kez silâh gönderdi.[14]

Fanon’un Fetih’i etkilediğine hiç şüphe yok. Ama genelde literatürde Fetih ile Cezayir devrimi, dolayısıyla Fanon arasındaki bağlar basitleştiriliyor. İlk fırsatta Fanon’un şiddetle ilişkisi üzerinde duruluyor, buradan da mesele Fetih’e bağlanıyor. İddiaya göre şiddeti savunan Fanon Fetih’i etkiliyor, demek ki Fetih de şiddeti savunuyor. Literatüre ilişkin şu tür bir örnek vermek mümkün:

“Fetih’in ideolojisi Filistin’i silâhlı mücadeleyle kurtarmanın önemine odaklanıyor. Kuruluşunda Fetih, Cezayir devriminin ve devrimin ideologu olan Fanon’un yoğun etkisi altında. Fetih’in yayınladığı üçüncü broşür, Yeryüzünün Lanetlileri’nden yapılan alıntılardan oluşuyor. Fanon, şiddetin ezilen halklar için arındırıcı ve özgürleştirici bir nitelik barındırdığını düşünüyor. Bu türden anlayışlar, İsrail’e karşı koyma noktasında yeni bir Filistin kimliğini oluşturmak için İsrail’e yapılacak saldırılarda kullanılacak temel hedeflere gerekli zemini sağlıyor.”[15]

Belirli politik kanaatlere sahip biri olarak Mannes[16], bu tür bağlantılar kurma konusunda yalnız değil.[17] Başka bir örnek verelim:

“Fedai[18] literatüründe şiddet yüceltiliyor ve onun Arap halkının birleşik gücünü oluşturma ve Yahudi sömürgeciyi söküp atma aracı olduğu söyleniyor. Cezayir devriminin teorisyeni Frantz Fanon’un düşünceleri, özellikle Yeryüzünün Lanetlileri, dünya genelinde ilgi görüyor ve Filistinli aşırı unsurları epey etkiliyor. Fanon’da karşımıza çıkan, ezilen halka yönelik şiddetin psikolojik değerine dair anlayış, terörizmi ve öldürme eylemini hayal kırıklıklarından kurtuluş yolu, insanın değerini düşüren koşulların sebep olduğu aşağılık kompleksinden kurtulmanın çaresi olarak gören fedailerce yaygın biçimde benimseniyor.”[19]

Buradaki iddialar indirgemecilikle malul. Fanon’un asarı, “ezilen halka yönelik şiddetin psikolojik değerine dair anlayış”a indirgeniyor, Fanon denilen çok boyutlu şahsiyetse “devrimin ve şiddetin Cezayirli teorisyeni” olarak tarif ediliyor, Fetih’in silâhlı mücadelede başvurduğu ilkeninse terörizm ve öldürme eylemi” olduğu söyleniyor, buradan örgüt psikolojik açıdan izah ediliyor ve yolunun “hayal kırıklıklarından kurtuluş yolu” olduğu üzerinde duruluyor.

Schiff ve Rothstein sözlerine şu şekilde devam ediyor:

“Altı Gün Savaşı’ndan kısa bir süre sonra Fetih, gazetecilere bir açıklama gönderdi ve işgal altındaki topraklarda silâhlı devrim ateşini yakacaklarını, bu ateşin halkın tüm hastalıklarına deva olacak ilâç olduğunu söyledi. Fetih’in Devrim ve Şiddet: Zafere Giden Yol isimli broşüründe ise şu ifadeye yer veriliyordu: ‘Bu, taraflardan birinin yok olacağı kesin olan bir savaştır. Bu savaşta ya Filistin’in ulusal varlığı silinip gidecek ya da sömürgecilik yok alacaktır. Şiddetin köleleştirdiği iradeyi gene şiddet özgürleştirecektir.”[20]

Yazarlar, ne “gazeteye gönderilen açıklama” ne de Fetih broşürleri için bir kaynak veriyor. Okur, sadece kaynak dil konusunda bir tahmin yürütebiliyor: muhtemelen Arapça olan açıklamayla ilgili iddia, gazetecilerin ifadelerini temel alıyor. Alıntı İngilizce, ama onun Schiff ve Rothstein’in Fransızca olan kitabına nasıl girdiğini bilen yok. (Bu cümlelerin Fanon kaynaklı olduğunu varsaysak bile bu gene de bir iddia olarak kalır, başka kaynaklara bakmadan doğrusu anlaşılamaz.) Bu türden basit ama hızla dilden dile yayılan iddiaları doğrulamak için Fetih’in Fanon’dan yararlanan yayınlarını incelemek gerek.[21]

Literatürde karşımıza çıkan bu türden iddiaların belgesi yok. Kaynakları verilmemiş. Sadece Fanon’un Fetih üzerindeki etkisine genel mânâda atıfta bulunulmuş. Mannes, üçüncü bir broşürden söz ediyor, Alexander ise “Fanon ideolojisini temel alan bildirilerden bahsediyor.[22]. Schiff ve Rothstein ise broşürün adını veriyor. Lâkin bu noktada bu bahsedilen broşürün Yeryüzünün Lanetlileri’nden yapılmış alıntılardan oluşan üçüncü broşür olup olmadığını anlamak için Harkabi’ye bakmak gerekiyor.[23] Harkabi de çalışmasında broşürün adını Arapça hâliyle ama Latin harfleriyle veriyor. Araştırma sonucu ben bu broşürün adını Filistin Çalışmaları Kütüphanesi Enstitüsü’nde yardım etmeyi seven bir kütüphaneci sayesinde, Yezid Sayigh’in Arapça kaynaklar kitabında rastlıyorum.[24]

Devrim ve Şiddet Kurtuluş Yoludur [el-Savra ve el-Unf Tarikü’t Tahrir] isimli Fetih broşürü incelemesi[25] bize broşürün neredeyse tamamının (s. 5-21) Yeryüzünün Lanetlileri’nin İkinci Bölüm’ünden yapılmış alıntılardan oluştuğunu, sondaki birkaç sayfada (s. 22-30) ise “Şiddet” başlıklı Birinci Bölüm’den alındığını ortaya koyuyor. Broşür, şiddetle ilgili pasajları içeriyor. Son sayfalarda “Şiddet Halkın Hastalıklarını İyileştirir” (s. 24) türünden altbaşlıklara rastlanıyor ki bu, kitabın 1966 tarihli çevirisinde geçen “şiddet kişileri zehirden arındırır” (s. 92) cümlesini andırıyor.

Ama öte yandan Fanon gibi broşür de bunun dışında başka konuları ihtiva ediyor. Broşür, bu anlamda kır ve kent nüfusunu, sendikaları, partileri, militanları, gerilla savaşının niteliğini ve kitlelerin politik eğitimini ele alıyor. Hatta orada Fanon’dan alınmadığı açık olan ve Schiff & Rothstein’in yukarıda alıntıladığı “taraflardan birinin yok olacağı kesin olan savaş” türünden ifadelere de rastlanıyor.

Metnin derinlemesine analizinin, akademya dâhilinde onlarca yıldır tekrarlanıp durulan indirgemeci ifadelerin karşısında iddiaları ve karşı iddiaları destekleyecek empirik kanıtları sunacağına hiç şüphe yoktur.

Bu indirgemeci ifadelerin kaynağı ise muhtemelen Harkabi’nin detaylı çalışması Fedai Eylemi ve Arap Stratejisi (1968) ve sonrasında yayımlanan doktora tezidir (1974). Bu tez çalışmasında Harkabi, Arap kaynaklarını analiz etmek suretiyle Arapların İsrail’e yönelik tavrını anlamaya çalışmıştır. İbraniceden İngilizceye çevrilen eser incelendiğinde Harkabi’nin detaylı çalışmasının yerini bağlamdan kopartılmış alıntılara bıraktığı, bu alıntılarınsa kati birer gerçekmiş gibi takdim edildiği görülür.

Harkabi’nin ölümü üzerine yazılan yazılarda onun Arap-İsrail çatışması ile ilgili görüşleri başka şekilde, biraz değiştirilerek ele alınır. Oysa bu görüşler, ondaki dikkatli ve titiz çalışmanın ve eleştirel düşünmenin birer ürünüdür.

Sue-Ann Harding

[Kaynak: Translating Frantz Fanon Across Continents and Languages, Yayına Hazırlayan: Kathryn Batchelor ve Sue-Ann Harding, Routledge, 2017, s. 118-122.]

Dipnotlar:
[1] Rosemary Sayigh, The Palestinians: From Peasants to Revolutionaries, Londra: Zed Books, 1979, s.159, 161.

[2] Sayigh, a.g.e., s. 154.

[3] Yezid Sayigh, Armed Struggle and the Search for State: The Palestinian National Movement 1949–1993, Oxford: Clarendon Press, 1997, s. 92–93.

[4] Filistin’de savra (devrim) farklı anlamlarda kullanılır. Çoğunlukla silâhlı mücadeleyle eşanlamlı kullanılan bu kelime, bazı yerlerde Filistin’e dönüşü veya statükoya dönük reddiyeyi ifade eder. Bu konuda bkz. R. Sayigh, A.g.e. s. 151. Çoğunlukla savra kelimesi, geleceğe uzanan yolu gösteren, Filistin’deki ayaklanmaların üzerine ışık tutan, Filistin halkının yaşamına ve kaderine ait bir simge olarak görülür.

[5] R. Sayigh, A.g.e., s. 150.

[6] Abu Iyad, My Home, My Land: A Narrative of the Palestinian Struggle, Çev. Linda Butler Koseoglu, New York: Times Books, 1981, s. 33.

[7] R. Sayigh, A.g.e., s. 153, 159.

[8] Yezid Sayigh, A.g.e., s. 88.

[9] Ayrıca bkz.: Yehoshafat Harkabi, Arab Attitudes to Israel, Çev. Misha Louvish, New York: John Wiley & Sons, 1974, s. 101–104.

[10] Zeev Schiff ve Raphael Rothstein, Fedayeen: The Story of the Palestinian Guerrillas, Londra: Vallentine, Mitchell, 1972, s. 161.

[11] Cemal Abdünnasır’ın 1962 tarihli Ulusal Konferans’ta yaptığı konuşma. Nasır (Arapça) (erişim tarihi: 11 Haziran 2016).

[12] Abu Iyad, A.g.e., s. 34.

[13] Helena Cobban, The Palestinian Liberation Organisation: People, Power and Politics, Cambridge: Cambridge University Press, 1984, s. 31–32.

[14] Abu Iyad, A.g.e., s. 42.

[15] Aaron Mannes, Profiles in Terror: The Guide to Middle East Terrorist Organizations, Lanham, MD: Rowman & Littlefield Publishers, 2004, s. 223.

[16] Yazarın kitapta aktardığı notun alıntılandığı yerde yazar “Ortadoğu, ABD ulusal güvenliği ve terörizm” uzmanı olarak tarif ediliyor. Mannes, 1998-2001 arası dönemde Ortadoğu Medya Araştırmaları Enstitüsü (MEMRI) Araştırma Direktörü olarak çalışmış.

[17] Ayrıca bkz.: Y. Sayigh, A.g.e., s. 91; Helena Lindholm Schulz, The Reconstruction of Palestinian Nationalism: Between Revolution and Statehood, Manchester: Manchester University Press, 1999, s. 38; H. L. Schulz, The Palestinian Diaspora: Formation of Identities and Politics of Homeland, Londra: Routledge, 2003, s. 118; Yonah Alexander, Palestinian Secular Terrorism: Profiles of Fatah, Popular Front for the Liberation of Palestine, Popular Front for the Liberation of Palestine-General Command, and the Democratic Front for the Liberation of Palestine, Ardsley, New York: Transnational Publishers, 2003, s. 1; Daniel Baracskay, The Palestine Liberation Organization: Terrorism and Prospects for Peace in the Holy Land, Santa Barbara, Kaliforniya: Praeger, 2011, s. 47; Stephen Morton, States of Emergency: Colonialism, Literature and Law, Liverpool: Liverpool University Press, 2013, s. 202–203.

[18] Rosemary Sayigh “fedai” kelimesini davası için kendisini feda eden kişi olarak tanımlıyor. (A.g.e., s. 202.)

[19] Schiff ve Rothstein, A.g.e., s. 122–123.

[20] A.g.e.

[21] Genelde kitaptaki özelde bu alıntılardaki önyargılı dilin bir araştırmacı olarak beni rahatsız ettiğini belirtmeliyim. Oysa Schiff ünlü bir yazar ve analizci, ayrıca etkili bir isim. Ayrıca burada göründüğü kadar yavan bir kişi değil (Lawrence Joffe, ‘Obituary: Ze’ev Schiff.’ Guardian, 23 Temmuz 2007.)

[22] Yonah Alexander, A.g.e., s. 29, 2. dipnot.

[23] Y. Harkabi, A.g.e., s. 14.

[24] Artık bu “gazetecilere gönderilen açıklama”nın ne olduğunu biliyoruz. Yezid Sayigh’in kaynakçasına göre bu açıklama muhtemelen Beyan ila el-Suhafiyyin [Gazetecilere Açıklama]. Açıklama şurada yayımlanmış: Min Muntalaqat al-ʿAmal al-Fidaʾi: Tahrir al-Aqtar al-Muhtalla [Gerilla Eyleminin Bazı İlkeleri: İşgal Altındaki Toprakların Özgürleştirilmesi], Kuwait, Dar al-Qabas, Fetih için yeniden basım, n.d. [1965]. Transliterasyon ve çeviri Y. Sayigh’e ait (A.g.e., s. 846).

[25] Dirasat ve Tecarib Savriyye [Devrimci Çalışmalar ve Deneyimler] içinde, Sayı 3, n.p., n.d. Transliterasyon ve çeviri Y. Sayigh’e ait (A.g.e., s. 845).

22 Temmuz 2020

Cezayir, Fanon, KPP

Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren Cezayirli devrimcilerle birlikte aynı kavgaya girmiş Martinikli Siyahî psikiyatrist Frantz Fanon’un yazıları, iç savaşın örsünde dövülmüş birer kılıçtı. Amerika’da gettoları şiddet rüzgârı sarınca Fanon’un kitapları da İngilizceyle tanışma imkânı buldu, 1968’de Dr. Martin Luther King, Jr.’ın katli sonrası bunlar yoğun olarak okundular. Fanon 1961’de, uğruna hayatını harcadığı Cezayir’in bağımsızlığına kavuşmasından bir yıl önce vefat etti, fakat büyük bir akılla kaleme alınmış, isimsiz olarak basılmış Yeryüzünün Lanetlileri, zamanla Amerika’da Siyah devrimcilerin başucu kitabı hâline geldi ve onların fikirlerini tüm yönleriyle etkiledi. Fanon’un yaptığı analizde, ülke genelinde Siyahların gettolarında kendiliğinden oluşan şiddet dalgasına ilişkin açıklamalar ve gerekçeler bulmak mümkündü. Kitap, yeni patlak veren ayaklanmaların devrimci bir hareketin doğuşuyla bağlantısına dair ipuçları sunmaktaydı.

Yeryüzünün Lanetlileri’nin ilk cümlesinde şu söyleniyordu:

“Ulusal kurtuluş, ulusal uyanış, ulusun halka iadesi veya uluslar topluluğu, hangi adı, hangi en yeni ifadeyi kullanırsanız kullanın, dekolonizasyon, sömürgelikten kurtuluş, her daim şiddet içeren bir olgudur.”[1]

Fanon’un sömürgeci hâkimiyet bağlamında ırkçılıkla şiddetin iç içe geçen olgular olduğuna dair tahlili, Amerika’da mücadele yürüten Siyahların epey ilgisini çekti. Ayrıca bu tahlil, değişim için barışçıl yollardan mücadele yürütülmesi gerektiği ile ilgili tavsiyelere karşı işe yarar bir panzehir temin etti.

Fanon, şiddetin Beyaz sömürgeci hâkimiyetinin doğasına içkin olduğunu gösterdi ve şiddet yoluyla hayfını alan ezilenlerin sömürgecilik süreci ile birlikte yitirdikleri onurlarını yeniden kazandıklarını ortaya koydu. Sömürgenin işkenceye maruz kalmış zihnini ve sömürgeciliği yok etmek için verilen kavganın tedavi edici yanını analiz eden çalışması ile Fanon, devrimci Siyahlara önemli ve sağlam görüşler kazandırdı. Devrimci Siyahlar, onun sayesinde dünya genelinde gelişme kaydeden devrimle kurdukları ilişkiye, Amerika’daki statüleriyle Amerika dışındaki sömürge halkların statüsü arasındaki yakınlığa dair belirli bir fikre kavuştular.

Beyazların kültürel hâkimiyetini redde tabi tutan dekolonizasyon sürecinin kilit unsuru konusunda yürüttüğü tartışma dâhilinde Fanon hepimizi, Siyahların Siyah Güç döneminde tecrübe ettikleri Siyahlıktan utanma aşamasından onunla övünme aşamasına geçiş konusunda aydınlattı:

“Beyazların değerlerinin üstünlüğünü teyit eden şiddet ve o değerlerin yerlinin hayat tarzı ve düşüncesi üzerinde galebe çalmasını sağlayan saldırganlık karşısında yerli, intikamını almak için, o Batılı değerler karşısında ne vakit dillendirilse alaycı bir ifadeyle güler. Sömürge bağlamında yerleşimci, yerlinin iradesini kırma ile ilgili çalışmalarını ancak o yerli, beyaz adamın değerlerinin üstün olduğunu yüksek sesle ve anlaşılır bir ifadeyle kabul etmesi durumunda sonlandırır. Dekolonizasyon döneminde sömürge kitleler, bu değerlerle alay ederler, onları aşağılarlar ve kusup atarlar.”[2]

Fanon’un dekolonizasyon analizi, Beyazların politik kontrolüne yönelik şiddet temelli itiraz ile Beyazların hâkimiyetine dönük kültürel meydan okumanın birbirleriyle bağlantılı olduklarını açık bir biçimde ortaya koydu.

Fanon’un üzerine kalem oynattığı Afrika’daki sömürgecilik, Amerikalı Siyahların içinde yaşadıkları dünyaya fazlasıyla benzediği için Fanon’un analizleri, Siyah devrimcilerin strateji anlayışlarını kökten değiştirdi. Fanon’a göre:

“Sömürge dünyası ikiye bölünmüş bir dünyadır. […] Yerli halkın yaşadığı bölge, yerleşimcilerin yaşadığı bölgeden kopuktur. İki bölge de birbirini dışlama ilkesine göre hareket eder. […] Yerleşimcinin bölgesi sağlam temeller üzerine kuruludur. […] Işıl ışıldır. […] Şehir merkezine ulaşım kolaydır. […] Her zaman her şeyin iyisi oradadır. […] Yerleşimcilerin şehri, beyazlardan ibaret bir şehirdir.

Sömürge halka ait yerleşim yeriyse, yerli halka ait bir mekân olarak, basit anlamda Zencilerin köyüdür. […] Kötü şöhrete sahip olan, itibarsız insanların yaşadığı, koruma altındaki bir bölgedir. […] Yerlilerin şehri açtır. […] Ete, ayakkabıya, kömüre ve ışığa muhtaçtır. Orası, insanların çamur içinde debelenip durduğu bir yerdir.”[3]

Sömürge, kendisine has özelliklere sahiptir ve bu özellikler, “insanların gerçekliğini hiçbir şekilde gizleyemeyen, yaşam tarzlarındaki farklarla, eşitsizlikle ve ekonomik gerçeklikle” alakalıdır.[4] Yakından bakıldığında “dünya, bir ırka ve bir türe ait olup olmamaya göre taksim edilmiştir.”[5] Fanon’a göre “sömürgelerde sebep sonuçtur, beyaz olduğunuz için zengin, zengin olduğunuz için beyazsınızdır.”[6] Bu türden bir bölünmüş dünya, ancak ezilenler sömürge dünyasını ilk plana taşıyacak şiddet denilen aracı ellerine aldıklarında son bulur:

“Sömürge dünyasının düzene sokulması noktasında devreye sokulan aynı şiddet, yerli halk, tarihi kendi şahsında somutlayıp yasak bölgelere akın etmeye karar verdiğinde, bir silâh gibi kuşanılır. O andan itibaren sömürge dünyasını viran eylemek, zihinde bir resmi canlandırmak gibi, anlaşılması çok kolay olan, alabildiğine yalın bir eylemdir.”[7]

Kara Panter Partisi açısından ABD’de Siyahların maruz kaldıkları koşullar, Beyaz halk içerisine dağılmış, tutsak hâlde yaşayan sömürge halkların koşullarına çok benziyordu. Cleaver’ın da dile getirdiği gibi, biz “cemaat emperyalizmi”ne tabi idik.[8] Cleaver genelde Beyaz cemaati denilen şeye “ana ülke”, Siyah cemaatine de “sömürge” derdi.[9] Fanon’un analizinin ülkeye uyarlanması sayesinde eskiden kullanılan ifadelerin üzerini örttüğü, hâkim Beyazlarla boyun eğdirilmiş bir kesim olarak Siyahlar arasındaki tarihsel ilişkinin netleştirilmesi mümkün hâle geldi. “İkinci sınıf yurttaş” demek yerine Siyahları sömürge olarak gören anlayış, Kara Panter Partisi’nin politik yönelimini tarif etti. Bu yönelim dâhilinde parti, İnsan Hakları Hareketi kapsamında bolca dillendirilen asimilasyoncu görüşe yönelik meşru bir seçenek sunma imkânı buldu, böylelikle Siyahların topluma entegre edilmesi yerine, onları özgürleştirmeyi amaç edinen örgütsel stratejiler için gerekli zemine kavuştu.

Dekolonizasyon sürecinin yaşandığı uluslararası bağlamın etkisini dikkate alan Fanon, sömürgelerin yaşadıkları kopuşları iki nedene bağlıyordu: Sömürge halklar, ya şiddet araçlarını kullanarak, kendi hakları için mücadele yürütüyorlardı ya da sömürgeci rejimi frenleyen bir güç gibi hareket ediyorlardı.[10] Fanon, konuyla ilgili olarak şu tespiti yapıyordu:

“Sömürge halk yalnız değildir. Sömürgeci güçler ne ederse etsin, sömürge halkın kapıları, dış dünyadan gelecek yeni fikirlere ve seslere açıktır. O, havanın şiddet yüklü olduğunu, şiddetin herhangi bir yerde patlayabileceğini ve sömürgeci rejimi kökleriyle birlikte söküp atabileceğini anlar.”[11]

Sömürgeci idareye kafa tutma ile ilgili şevkin kaynağı, sömürgecilerin hâkimiyetine son verme konusunda başka sömürge halkların elde ettikleri başarılara dair bilgidir. Fanon’un tespitiyle, “yerli halk, şiddete başvuracağına dair tehdidini açıktan ve hiç çekinmeden savurur, çünkü o, mevcut durumun sıra dışı niteliğinin farkındadır. […] Yerli, o durumdan istifade etmeye kararlıdır.”[12]

Kurulduğu ilk günden itibaren Kara Panter Partisi, Siyahların içinde yaşadıkları koşulları uluslararası bağlam dâhilinde ele almış, Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da halkların mücadele ettikleri ırkçı emperyalizmin ABD’de Siyahlara zulmettiğini söylemiştir. Parti, ilk başta bir dizi farklı ideolojik kaynaktan beslenmiştir. Stokely Carmichael’ın 1966’ta yaptığı Siyah güç çağrısı ve simgesi kara panter olan Lowndes Kasabası Özgürlük Örgütü’nü kurması, 1965’te yaşanan Watts Ayaklanması sonrası yeni bir örgüt kurmak için kolları sıvayan Oakland’lı iki öğrenci olarak Huey Newton ile Bobby Seale’ın imgeleminde yer etmiştir. Malcolm X’ten aldıkları devrimci Siyah milliyetçiliği fikrine, Fanon’un sömürgecilik ve şiddetin gerekliliği görüşünü ekleyen Panterler, Kwame Nkrumah’ın politik örgütlenme ile ilgili fikirlerinden, Che Guevara ve Mao Zedung’un geliştirdiği gerilla savaşı ve politik mücadele teorilerinden istifade etmişlerdir. Tüm bu fikirler ve görüşlerse, yönetilenlerin ihtiyacını karşılamayan bir hükümetin ilga edilmesi hakkını savunan Bağımsızlık Bildirgesi’ndeki o devrimci mesajla birleştirilmiştir.[13] Panterlerin ifadesiyle Siyah Amerikalılar, stratejik açıdan belirli bir öneme sahiptirler, çünkü onlar “düşmanın tam kalbinde”, Amerikan emperyalizminin merkezine vuracak mesafede yaşamaktadırlar.

Kathleen Neal Cleaver

[Kaynak: “Back to Africa: The Evolution of the International Section of The Black Panther Party (1969-1972)”, The Black Panther Party Reconsidered içinde, Yayına Hazırlayan: Charles E. Jones, Black Classic Press, 1998, s. 214-216.]

Dipnotlar:
[1] Frantz Fanon, The Wretched of the Earth, Çev. Constance Farrington, (New York: Grove Press, 1968), s. 35.

[2] A.g.e., s. 43.

[3] A.g.e., s. 38-39.

[4] A.g.e., s. 40.

[5] A.g.e.

[6] A.g.e.

[7] A.g.e.

[8] Eldridge Cleaver, “Community Imperialism”, The Black Panther, 18 Mayıs 1968, s. 10: Ayrıca 20 Nisan 1969’da yeniden basılan hâli, s. 14.

[9] A.g.e.

[10] Fanon, s. 70.

[11] A.g.e.

[12] A.g.e., s. 74.

[13] On Maddeli Program’da ve Kara Panter Partisi Programı’nda her bir bölüm iki ayrı kısma ayrılmıştır. İlk kısımda “ne istiyoruz?” sorusu, ikinci kısımda “neye inanıyoruz?” sorusu cevaplanır. Bağımsızlık Bildirgesi’nin ilk cümlelerinin alıntılandığı onuncu maddenin sonunda şu cesur cümleye yer verilir: “Ama gasp ve suiistimaller kapıyı çaldığında, mevcut gerçeklik onları mutlak bir despotizmin yumruğu altında ezdiğinde, bu devleti yıkmak ve gelecekte içinde yaşayacakları güvenli koşullar için yeni muhafızlar temin etmek, onların hakkı ve görevi olacaktır.” Bkz. “Kara Panter Partisi”, 8 Temmuz 2014, İştirakî.

21 Temmuz 2020

KPP ve Fanon

Kara Panterler Özsavunma Partisi üyesi gençlerin büyük bir kısmı, Fanon ismine aşinaydı. Her bir Panter için Yeryüzünün Lanetlileri’ni okumak, bir görevdi. Fransızca orijinalinden çevrilen eserin ne kadar zor olduğunun bir önemi yoktu. Devrimci bir psikiyatrist olarak Fanon, mesleği üzerinden edindiği bilginin ve ona eşlik eden jargonun da etkisiyle, dünyayı psikiyatrinin ve psikolojinin penceresinden izleme eğilimindeydi.

Ne büyük şans ki KPP kurucularından Bobby Seale, Yeryüzünün Lanetlileri’nin bir nüshasını partiyi birlikte kuracağı Huey Newton’la paylaşma imkânı bulmuştu. Liseyi yeni bitirmiş olan ve kitaplarla pek arası bulunmayan Huey, kitabı altı kez okudu.[1] Kitaplara soğuk olan Huey, sonrasında bu kitabı okuduğu günleri hiç unutmadı. O, hayatla ve insanlarla kurduğu ilişkilerde önemli bir yere sahip oldu. Sonra kitap kurdu olduğu vakit bu hatıra hiç silinmedi, akla geldikçe daha da güçlendi.

Böylelikle Fanon’un kitabı en kıymetli kaynak mertebesine yükseldi ve partinin önem verdiği kitaplar listesine girdi, süreç içerisinde de KPP’nin ideolojisinin ve politik düşüncesinin temeli hâline geldi.

Fanon, sömürge olan Afrika’nın ve diğer toplumların geleceğini tefekkür eden derin bir düşünürdü. Onun amacı, emperyalizmin ülkelere sızmasına ve ekonomik sömürüye karşı sömürge olmaktan çıkmış devrimci ülkeleri görüşleriyle beslemekti.

Sonrasında 1964’te Afrika Devrimine Doğru adıyla basılan çalışması da dâhil tüm eserlerini okuyan KPP kadroları, o çalışmalardan, siyahların beyazların elindeki zalim devlet iktidarının sömürgesi olduğuna dair görüşü edindiler. Huey Newton, bu anlayış üzerinden imparatorluğa karşı direnmek için silâhlı güçten istifade edilmesi gerektiğini söyleyen görüşünü geliştirdi. Hiç şüphe yok ki Newton, Afro-Amerikalı toplumunun imparatorluğun ezilen sömürgesi olduğuna dair bu temel görüşü Fanon’dan öğrenmişti, bu görüş tek başına Newton’a ait değildi.

Aramızdan ayrılmış olan teolog ve eylemci/âlim Dr. James H. Cone, Martin Luther King, Jr.’ın sözlerine atıfla şu tespiti yapıyor:

“Siyahların gettosu iç sömürgecilik sistemidir. […] Kenar mahalle, orada yaşayanların politik düzlemde hâkimiyet altına alındığı, ekonomik açıdan sömürüldüğü, ayrımcılığa tabi tutulduğu, her köşe başında aşağılandığı bir iç sömürgeden başka bir şey değildir.”[2]

Bazı yazarlar, barışın simgesi Martin Luther King ile devrimin savunucusu Newton arasında, Siyah Amerika ile Siyahî toplulukların statüsü konusunda bir görüş ayrılığının bulunmadığını söylerler. Zira Siyah Amerikalıların büyük bir bölümünün ayrıştırılmış, tecrit edilmiş alanlarda yaşadığı gerçeğini kimse inkâr etmemektedir. Bu da bu ülkede Fanon’un sömürgeciyle sömürgenin mekânsal açıdan, maniheist anlamda ayrıştığına dair görüşünün karşılık bulduğunu gösterir. Dolayısıyla Fanon’un imparatorluğun şehirlerinde daha çok Siyah militanlar tarafından okunmuş olması, gayet doğal bir gelişmedir.

KPP merkez komite üyesi ve iletişim bakanı Kathleen Neal Cleaver, Yeryüzünün Lanetlileri’nin yoğun etkisi konusunda epey şey yazmış bir isim. “Afrika’ya Dönüş” isimli makalesinde Cezayir’de faal olan KPP Uluslararası Seksiyonu’nun liderliğini üstlendiği dönemle ilgili olarak şunları aktarmış:

“Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren Cezayirli devrimcilerle birlikte aynı kavgaya girmiş Martinikli Siyahî psikiyatrist Frantz Fanon’un yazıları, iç savaşın örsünde dövülmüş birer kılıçtı. Amerika’da gettoları şiddet rüzgârı sarınca Fanon’un kitapları da İngilizceyle tanışma imkânı buldu, 1968’de Dr. Martin Luther King, Jr.’ın katli sonrası bunlar yoğun olarak okundular. Fanon 1961’de, uğruna hayatını harcadığı Cezayir’in bağımsızlığına kavuşmasından bir yıl önce vefat etti, fakat büyük bir akılla kaleme alınmış, isimsiz olarak basılmış Yeryüzünün Lanetlileri, zamanla Amerika’da Siyah devrimcilerin başucu kitabı hâline geldi ve onların fikirlerini tüm yönleriyle etkiledi. Fanon’un yaptığı analizde, ülke genelinde Siyahların gettolarında kendiliğinden oluşan şiddet dalgasına ilişkin açıklamalar ve gerekçeler bulmak mümkündü. Kitap, yeni patlak veren ayaklanmaların devrimci bir hareketin doğuşuyla bağlantısına dair ipuçları sunmaktaydı.”[3]

Cleaver, Fanon’un kitaplarının Siyahların dünyasını uykudan uyandıran aydınlatıcı niteliğini yalın ve yerinde ifadelerle açıklıyor.

Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri’nin yayınlanmasından yaklaşık iki yıl önce, Roma’da Siyah yazarların katıldığı bir konferansta, “savaşın literatürü”nün oluşturulması çağrısında bulunuyordu. Aklında muhtemelen, bitirmek için uğraştığı Yeryüzünün Lanetlileri vardı.

Hiç şüphe yok ki Fanon, Afrika ve Siyah dünyasına sömürgecilik teorisiyle muazzam bir katkı sundu.

Lümpen Proletaryanın Yükselişi

Dr. Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri isimli çalışması, birçok farklı anlama ve boyuta sahipti: O, Fransız sömürgeciliğini ifşa eden bir çalışma, Arapların sömürgeciliğe karşı sürdürdükleri direnişe dair bir inceleme, ezilen, sömürülen Arap toplumlarının, işkencenin, devletin baskılarının psikolojik analizi, sömürgeci güçlere sıkılan kurşunun özgürleştirici etkisiyle ilgili bir değerlendirmeydi.

Kitap, aynı zamanda sömürgecilikle mücadele eden isyancılara kendi güçlerini nasıl inşa edeceklerini öğretiyordu. Buna göre isyancılar, gerilla savaşında devlet güçlerine karşı savaşacak bir güç olarak lümpen proletaryadan istifade etmelilerdi. Geleneksel Marksist düşünce ise devrimci hareketin devlet iktidarını alaşağı edecek kitle gücü olarak proletaryayı esas alması gerektiğini söylüyordu. Cezayir kolonisi konusunda yazılar kaleme alan Fanon ise sömürgeci devlete yönelik saldırılara öncülük edecek güç olarak lümpen kesimlere işaret ediyordu:

“Ayaklanma şehirlerde muhtaç olduğu mızrak ucunu gecekondu halkında, lümpen proletaryada bulur. Çünkü kabile ve klanlarıyla bağlarını kesmiş olan lümpen proletarya, bu açlık çeken insanlar sürüsü, sömürgeleştirilmiş bir halkın kendiliğinden ve radikal bir tarzla ortaya çıkmış en devrimci güçlerinden birini teşkil etmektedir.”[4]

Çin’de yürütülen bağımsızlık ve ulusal kurtuluş mücadelesinde Mao, devrimci mücadeleyi ileriye taşımak için en fazla köylülerden istifade etmişti:

“Toprak ağaları sınıfının köylülere uyguladıkları acımasız ekonomik sömürü ve politik baskı, onları iktidara karşı sayısız kez ayaklanmaya itti. […] Çin’de feodal toplum dâhilinde yaşanan tarihsel gelişimin gerçek itici gücü, köylülerin verdikleri sınıf mücadeleleri, köylü ayaklanmaları ve köylü savaşları idi.”[5]

Bu iki tarihsel örnek, Siyah militanları ve devrimcileri Amerika gerçekliğinde devlet karşıtı devrimci mayanın lümpen kesimde bulunduğunu düşünmeye itti. KPP Başkanı Bobby Seale, Fanon’un görüşlerinin önemi ve Newton’ın bu görüşlere dair açıklamaları ve yorumları konusunda şunları söylüyordu:

“Oturup Yeryüzünün Lanetlileri’ni okuyor, kitap üzerine sohbetler ediyorduk. Fanon’un kitabını bölüm bölüm incelediğimiz bu çalışmalarda Huey, kitabı tüm yönleriyle açıklıyordu. […] Huey, Fanon’un lümpen proletaryanın örgütlenmesiyle ilgili sözlerini kendince yorumluyor, pezevenklik yapan, fahişe olan, işsiz, aylak, yoksul, ezilen kardeşlerimizi, banka soyanları, politik bilinci olmayanları örgütlemekten söz ediyordu. Ona göre lümpen proletarya bu kişilerden ibaretti. Huey, bu noktada ‘bu serserilerle ilişki kurmazsak, iktidar onları bize karşı örgütler’ diyordu.”[6]

Fanon’un kitabı bize, farklı ulusal kurtuluş hareketlerinin Marksist ideale mesafe alıp kendi mücadele alanları ölçüsünde halklarının gerçekliğiyle nasıl ilişki kurduklarını öğretti. Mesele artık, halkların en çok neye düşman olduklarını, merkezî hükümetten veya sömürgeci idareden hangi noktalarda uzaklaştıklarını belirlemekte, özgürlük güçleriyle aynı safta buluşması muhtemel toplumsal güçlerin hangisine yoğunlaşılması gerektiğini tespit etmekteydi.

Fanon kitabında “sömürgeci burjuvazi”yi eleştiriyor, onların düzenden yana olduklarını, emperyalistlerin sunduğu pastadan daha büyük bir dilim almak istedikleri için toplumsal değişimi istemediklerini söylüyordu.[7]

Peki halkın en büyük kesimini oluşturan köylüler ne olacaktı? Fanon’a göre sömürge ülkelerde yegâne devrimci güç, köylülüktü.[8] “Onların kaybedecekleri bir şey olmadığı gibi kazanacakları çok şey var”dı.[9] Anlaşılan o ki Mao da benzer bir sonuca ulaşmıştı.

Doğal olarak Newton ve Seale gibi Afro-Amerikalı militanlar ve devrimciler, en alttaki lümpen kesimi benzer vasıflara ve benzer umutlara sahip bir güç olarak gördüler. Fanon ve Mao, sohbeti hoş kişiler değil, savaşçılar arıyordu. Aynı durum, sistemle mücadele etme isteğinde olan, yüzünü devrime çevren genç militanlar arayışındaki Newton ve Seale için de geçerliydi.

Bu bağlamda Mao’nun şu ünlü sözü zihinlere kazınma imkânı buldu:

“Devrim yapmak, ne ziyafet düzenlemek, ne bir makale yazmak, ne resim yapmak ne de nakış işlemek gibi bir şeydir. Devrim, böylesine incelikli, acele etmeden ve kibarca, ölçülü bir üslupla, nazik, seviyeli, kontrollü ve asil bir ruhla yapılamaz. Devrim bir başkaldırıdır, bir sınıfın diğerini alt ettiği bir şiddet eylemidir.”[10]

Bahsini ettiğimiz dönem, her şeyden önce Afrikalı, Asyalı, Üçüncü Dünyalı devletlerin ulusal kurtuluş ve özgürlük için sömürgeciliğe karşı varoluş mücadelesi yürüttükleri devrimci bir dönemdi.

Nihayetinde şu tür sorularla boğuşmak zorunda kalıyorduk: Sistem, işleyişi dâhilinde kimler hilafına hareket ediyor? Toplumsal güçler, sisteme meydan okuma ve onu hareket edemez hâle getirme noktasında en iyi nasıl yapılandırılabilirler? Sistemle kimler mücadele edecek? Bunlar, ölü gibi taş kesilmiş olan statükonun mevcut hâline karşı yürütülecek her türden ciddi mücadele için çok önemli sorulardı.

Kara Panter Partisi üyeleri için Mao ve Fanon, dünya bağlamında çok önemli olan, büyük isimlerdi. Mao, komünist partiye öncülük edip dünyanın nüfus açısından en büyük ülkesinde devlet iktidarını tesis etmişti. Fanon’sa tüm o yeteneklerini Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin Avrupa’nın büyük gücü Fransa’ya karşı mücadelesini zaferle taçlandırmasına katkıda bulunmak için teksif etmişti. İki isim de bu mücadelelerde oynadıkları rollere bağlı olarak, hayranlıkla anılan kişilerdi. Ama Martinikli bir Siyah olarak Fanon, devrimci mücadeleye sunduğu katkılar ve zafer yolunda yaptıkları ile daha etkiliydi.

Tam da bu sebeple Fanon’un yazıları, Kuzey Amerika’nın sömürgelerinde Siyah bilincine kazındı.

Mumya Ebu Cemal

[Kaynak: “Frantz Fanon and His Influence on the Black Panther Party and the Black Revolution”, Frantz Fanon and Emancipatory Social Theory içinde, Yayına Hazırlayanlar: Dustin J. Byrd ve Sayed Javad Miri, Brill, 2020, s. 7-11.]

Dipnotlar:
[1] Bobby Seale, Seize the Time: The Story of the Black Panther Party and Huey P. Newton, (New York: Vintage Books, 1970), s. 25.

[2] James H. Come, Martin & Malcolm & America: A Dream or a Nightmare, (New York: Orbis Books, 1991), s. 223.

[3] Kathleen N. Cleaver, “Back to Africa: The Evolution of the International Section of the Black Panther Party (1969–1970),” Black Panther Party Reconsidered içinde, yayına hz.: Charles E. Jones (Baltimore, MD: Black Classic Press, 1998), s. 214.

[4] Frantz Fanon, The Wretched of the Earth, Çev. Richard Philcox (New York: Grove Press, 2004), s. 81.

[5] Mao TseTung, Quotations from Chairman Mao TseTeung, (Pekin: Foreign Language Press, 1972), s. 9.

[6] Seale, Seize the Time, s. 26, 30.

[7] Frantz Fanon, The Wretched of the Earth, s. 22.

[8] A.g.e., s. 23.

[9] A.g.e.

[10] Mao, Quotations, s. 11-12.

19 Temmuz 2020

Fanon Cezayir’de


Fanon, o dönemde (tıpkı Porto Riko’nun ABD’ye bağlı olması gibi) Fransa’ya bağlı olan Karayip adalarından Martinik’te dünya geldi. İkinci Dünya Savaşı’nda Vichy rejiminin kontrolündeki adadan kaçıp Gaulle’ün Özgür Fransız Kuvvetleri’ne katıldı. Gemiyle Kuzey Afrika’ya gitti. Avrupa’ya gidecek gemiyi beklerken, o dönemde Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir’i görme fırsatı buldu. Alman sınırı yakınındaki Colmar’da gerçekleştirilen bir harekât esnasında yaralanan Fanon’a Savaş Haçı denilen madalya verildi. 1945’te Martinik’e döndü ve orada liseyi bitirdi. Ardından Fransa’nın Lyon şehrine gidip burada tıp okulunda eğitimine başladı. Sonrasında psikiyatri alanında uzmanlaşan Fanon, bir yandan da felsefe okudu, tiyatro ile ilgilendi. 1952’de ilk kitabı Peau noire, masques blancs’ı [“Kara Deri, Beyaz Maskeler”] yazdı.

Fanon, psikiyatriden ırk siyasetine oradan futbola ilgi duyduğu her işi tutkuyla yapan biriydi. Avrupa’daki kurumsal psikiyatrinin öncülerinden Fransız Katalan François Tosquelles’den dersler aldı. 1953’te asistan hekim olarak Cezayir’deki Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nde çalışmaya başladı. Burada yabancılaşmanın inşa ettiği dünya ile tanıştı: hastalara uygulanan tedavilerde yüksek dozlarda uyutucu ilâçlar veriliyor, bazı hastalara lobotomi uygulanıyor, bazılarında ise psiko-cerrahi prosedürlerine başvuruluyordu. Şehirden kilometrelerce uzakta olan hastanede hastalar odalara kilitleniyor, onların duygusal ve fizikî temas kurmalarına izin verilmiyordu. Aslında ne yapılıyorsa, hastaları toplumun dışında tutmak için yapılıyordu.

Fanon’un hastaneye gelmesinden birkaç yıl önce hastaneye “çukur” denilen bölümler eklendi. Burada hastalar bir araya getiriliyor, yiyecekleri yukarıdan üzerlerine boca ediliyordu. Açlıktan ölmek üzere olan kadın ve erkekler, bu çukurlarda bir parça çürümüş et veya bir lokma bayat ekmek kapmak için birbirleriyle boğuşuyorlardı. Yuvarlak olan binalarda hastalar çukurlarda değilseler eğer, tek kişilik hücrelere konuluyorlardı. Bu hücreler, bir kişinin rahatça yere uzanmasına izin vermeyecek kadar küçüktü. Fanon gelmeden kısa bir süre önce kapatılan yapılar altmışlara kadar ayakta kaldılar. Bu binaların hikâyesini bana bağımsızlık sonrasında İsveçli psikolog Élisabeth Dubreuil anlatmıştı.

Fanon, ara sıra şok tedavisine başvursa da deli gömleğinden, zincire bağlama, hatta dört duvar arasına kapatma gibi yöntemlerden uzak duran bir isimdi. Bunun yerine hastanede grup terapisine, ergoterapiye, müziğe, sanat ve spor terapisine ağırlık veriyordu. Ona göre hastanenin işi, hastaların aktif bir rol oynayacakları bir dünya, toplumsal bir yapı inşa etmekti. Fanon, civardaki Cezayir köylerinin kültürel hayatını inceliyor, bunun yanında kurumun dönüştürülmesi için çalışma yürütüyordu. Bu çalışmanın parçası olarak hastanenin ek binalarından birinde Arap kafesi açılmasını sağladı. İslam dinine ait bayramlarda kutlamalar yapıldı. Arap müziği konserleri verildi, bazen de geleneksel hikâyeciler gelip hikâyelerini anlattılar. Hastaların yazdıkları yazılarla bir gazete çıkartıldı. Bugün hâlen daha ayakta olan bir futbol stadı inşa edildi.

“Psikiyatri siyasettir” diyordu Fanon. O, gördüğü yanlışları incelemeye, araştırmaya, gidermeye bir an olsun ara vermedi. İlerleyen süreçte psikiyatri bakım merkezi kurduğu Tunus’ta hastaların kendi ortamlarından kopartılmaması gerektiği fikri üzerinden kimi deneyler yaptı, böylelikle ev ortamı, tedavinin parçası hâline geldi.

Kasım 1954’te bağımsızlık savaşı başladıktan sonra Fanon, Cezayir Kurtuluş Ordusu’yla temas kurup ona tıbbi ve psikiyatrik yardımlarda bulundu, ayrıca özgürlük savaşçılarına kalacak yer ayarladı. 1956’da doktorluk görevinden istifa etti. Cezayir valisi Robert Lacoste’a yazdığı açık mektupta şunları söylüyordu:

“Eğer psikiyatri, amacı insanı kendi ortamında yabancı biri olmaktan çıkartmak olan bir tıp tekniği ise şunu söylemeliyim ki kendi ülkesinde sürekli bir yabancı gibi yaşayan Araplar benliklerini yitiriyorlar, kişilik yabancılaşmasının çilesini çekiyorlar. […] Her gün birkaç insanın öldürülmesinin kanunî bir ilke hâline geldiği, hukuksuzluğun ve eşitsizliğin galebe çaldığı bir dönemde belirli değerleri ne pahasına olursa olsun korumaya çalışmak, bana gerçekten tuhaf geliyor. […] Cezayir’de yaşanan olaylar, bir halkın duygu ve düşüncelerini yok etmeye dönük beyhude bir gayretin doğal ve mantıkî bir sonucudur.”[1]

Bunun üzerine vali Lacoste, Fanon’u Cezayir’den sınır dışı etti. Ardından Fanon, ailesiyle birlikte Tunus’a gitti ve burada Cezayir geçici hükümeti için çalışmaya başladı. Çeşitli görevler üstlenen Fanon, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin yayın organı Mücahid için yazılar yazdı, özgürlük savaşçılarına ve savaşın mağdurlarına bir klinikte psikiyatrist olarak hizmet verdi. Ayrıca Cezayir-Tunus sınırındaki Ghardimaou’da Cezayir Kurtuluş Ordusu subaylarına konuşmalar yaptı. Fanon’un örgüt içerisinde hızla yükselmesi gerçekten de şaşırtıcı bir gelişmeydi, zira o ne Cezayirli ne de Müslümandı.

Aralık 1958’de Akra’da, kısa ömürlü olan ama politik açıdan ciddi bir etkiye yol açan Tüm Afrika Halkları Konferansı’na katılacak Cezayir heyetine başkanlık etti. Burada Kongolu lider Patrice Lumumba, Angolalı lider Holden Roberto (Rui Ventura) ve Kamerunlu Félix Moumié ile tanışıp bu isimlerle güçlü ilişkiler kurdu. 1959’da Cezayir’in Gana’da ilk kez açtığı büyükelçiliğin başına geçti. Kendisiyle orada tanışma imkânı buldum.

Ağustos 1960’ta Akra’daydım. Üniversitenin kampüsü içinden geçip meclis binasına doğru yürüyordum. Dört adam beni durdurdu. Üçü siyah ipek takım elbiseli ve kravatlı idi. Afrika’nın o tropik güneşi altında sanki boğuluyor gibilerdi ve kıyafetleriyle biraz uygunsuz duruyorlardı. Dördüncü adamın üzerinde açık renkli bir pantolon ve kısa kollu beyaz bir gömlek vardı. Kravat takmamıştı, ceketini de eline almıştı. Sonradan isminin Fanon olduğunu öğrendiğim bu adam o basit İngilizcesiyle bana, Dünya Gençlik Meclisleri Kongresi’nin nerede düzenlendiğini sordu. Aksanını anlayınca Fransızca cevap verip yolu gösterdim. Hemen sonra sohbet etmeye koyulduk. Bana sonradan söylediğine göre beni Fransız sanmış. Olmadığımı anlayınca biraz rahatlamış: O vakit daha rahat bir muhabbet kurabildik.

Diğer adamlar bizi sessizce takip ettiler, onları salonun giriş kapısına bıraktım. El sıkıştık ama nedense tanışmadık. Kongreye katıldılar. Fakat Fanon ertesi gün gitti. Onlardaki sessizlik ve görünümleri, onların bir savaşta aktif rol alan, karanlık ve korkulacak kişiler olarak, sürekli yeraltında çalışan kişiler olduklarını düşündürttü bana. Sonra bu grubun Fransa’ya karşı yürütülen savaşın güney cephesini Cezayir Sahrası ve Mali tarafından açma ihtimalini araştıran bir ekip olduğunu öğrendim. Silâhlar aynı güzergâhı takip ediyor, Conakry limanından ayrılıp Mali’ye, oradan Tamanrasset ve Ain Salah’a deve ve insan sırtında götürülüyordu.

Fanon, uzun suratlı, güçlü ve geniş çeneli idi, çökük ama her şeyi derinlemesine inceleyen gözleri vardı. Kısa boyluydu, kilosu normaldi. Toplamda baktığınızda sürekli acelesi olan, hep bir yerlere gidecek gibi duran, yoğun ve meşgul birini buluyordunuz karşınızda. Dünya Gençlik Meclisleri Kongresi’ne resmi gözlemci olarak katılan Fanon, delegelere hitap etmesi için kürsüye davet edildi. Kongrede Mohammed Sahnun, Genel Cezayirli Müslüman Öğrenciler Birliği’ni [UGEMA] temsilen yer alıyordu. Fanon ve Sahnun kongreye, Fransa’yı sert bir dille eleştiren ve Cezayir’in bağımsızlığını desteklemeyi öngören bir karar teklifi sundu. Teklif oybirliği ile kabul edildi. Kongre, 1949’da kurulduğu günden beri sömürgecilikle mücadelenin öncüsü olmuş bir yapıydı. Örgüt, Cezayir’in bağımsızlığına destek veren bir karar alınca Fransız ulusal gençlik konseyi kongrenin bu tutumunu eleştirdi ve üyesini kongreden çekti.

Fanon, konferansta psikiyatrist olduğunu bir çırpıda anlayacağınız bir konuşma yapmıştı. Yeni yayımlanan kitabı L’an V de la révolution algérienne’de [“Cezayir Devrimi’nin Beşinci Yılı”: Bu kitap İngilizcede A Dying Colonialism –“Geberen Sömürgecilik” olarak yayımlandı] yer verdiği, kendisinin tedavi ettiği vakalarda savaşın, yoksulluğun ve ırkçılığın sebep olduğu etkiler üzerinde durdu. Bir vakadan diğerine geçip duran Fanon’un konuşmasının uzaması karşısında Sahnun sabredemeyip mikrofonu aldı ve bağımsızlık savaşı, mücadeleye destek sunulması ihtiyacı ve Fransa’nın mahkûm edilmesi üzerine kurulu ateşli bir konuşmayla salonu kendisine getirdi.

Konferans salonunda ve kampüste Sahnun ve Fanon ile epey vakit geçirdim. Hep birlikte kongreden Filistin, Güney Afrika, Çin ile ilgili kararların geçirilmesi için çalışma yürüttük, sömürgecilik karşıtı ajitasyon çalışmaları yaptık ve bir ittifakın tesis edilmesi için uğraştık. Hepimiz de Afrika’nın bağımsızlığı vaadine, onun da ötesinde, anti-emperyalist mücadeleye bağlıydık. Fanon’u, küçük bir evden ibaret olan Cezayir elçiliğinde ziyaret ettik. Evin tüm sadeliği, görünüm olarak kliniği andırması beni çok etkilemişti.

Sonuçta beş parmağın beşi bir değildi. Muhammed tez canlı, çabuk tepki veren biriydi. Frantz, eleştiri noktasında insafı olmayan, her şeye analitik yaklaşan bir insandı. Bense bu iki isme hayranlıkla bakan, gönüllü olarak onlara çıraklık eden kişiydim. Kongrede Cumhurbaşkanı Patrice Lumumba’yı temsil eden, Kongo’nun militan gençlik bakanı Maurice Mpolo, üniforması ile onların yanında duruyordu. Bu adamlar, özgürlük ve adalet için yaşıyorlardı. Birkaç ay sonra Mpolo, Lumumba ile birlikte katledildi.

Bir akşam Fanon’la dans ediyordum. Ganalı bir fotoğrafçı makinesini bize çevirdi. Frantz adamı dans pistinin kenarında yakalayıp fotoğrafı imha etmesi konusunda kendisini uyardı (ama nasıl olduysa bu fotoğraf birkaç gün sonra Akra’da çıkan bir gazetede yayınlandı). O günlerde Ulusal Kurtuluş Cephesi, tüm Fransız sigaralarının boykot edilmesi kararı almıştı. Gauloises marka sigaramı Fanon’a ikram ettim. Birlikte bir yasağı delmiş olan iki insan olarak, artık suça ortağı idik.

Bir ara bana, bir ilişkide ne aradığımı sordu. Ben de “başımı yaslayacağım bir baş” dedim. Sert bir ifade ile bana şunu söyledi: “Hayır olmaz. Ayaklarının üzerinde dimdik duracak, kendi hedeflerin doğrultusunda yürümeye devam edeceksin.” Ne zaman benim gibi tavsiyeye ihtiyaç duyan birini görsem, hemen aklıma Fanon’un bu sözü gelir, o günü anımsayarak, onun bu sözünü başkalarına aktarırım.

Elaine Mokthefi

[Kaynak: Algiers, Third World Capital: Freedom Fighters, Revolutionaries, Black Panthers, Verso, 2018.]

Dipnot:
[1] Frantz Fanon, Ecrits sur l’aliénation et la liberté, yayına hazırlayan: Jean Khalfa ve Robert Young (Paris: Éditions La Découverte, 2015). Çeviri bana ait -e.m.