Rob Wallace Söyleşisi
Yaak Pabst
11 Mart 2020
Yeni
Koronavirüs ne kadar tehlikeli?
Kendi
ülkenizde Covid-19 salgını sürecinin neresinde olduğunuza göre değişir bu
sorunun cevabı. İlk başlarında mısınız, zirveye ulaştığı noktada mısınız, yoksa
ileri aşamasında mısınız, bu sorunun cevabı önemli. Ayrıca bölgenizin kamusal
sağlık hizmetlerinin salgına nasıl cevap verdiği, demografik yapının ne durumda
olduğu, yaşınız, bağışıklık sistemi bakımından tehlikeli bir durumda olup
olmadığınız, sağlığınızın ne durumda olduğu, bağışıklık sisteminizin virüse
cevap verecek düzeyde olup olmadığı soruları üzerinde de durulmalı.
O
hâlde virüsle ilgili olarak kopartılan bunca yaygara korkutma amaçlı bir taktik
mi yani?
Hayır,
kesinlikle değil. Vuhan’da ilk baş gösterdiği günlerde Covid-19 salgınının
ulaştığı vaka ölüm oranı, yüzde iki ilâ yüzde dört idi. Bu oran Wuhan dışında
yüzde birin de altına indi ama İtalya ve ABD gibi yerlerde zirveye ulaştı. Bu
virüsteki vaka ölüm oranını SARS, grip, kuş gribi belirli noktalarda Ebola ile
kıyaslamak pek mümkün değil. SARS’ta ölüm oranı yüzde ondu, 1918’deki grip
salgınında yüzde 5-20 idi, H5N1 kuş gribinde yüzde altmıştı, Ebola’da ise yüzde
doksandı. Öte yandan asıl tehlikenin ölüm oranı ile ilgili olmadığını görmek
lazım. Bizim bir de “penetrans”a, topluma saldırı oranına, salgının dünya
nüfusunun ne kadarına nüfuz ettiğine bakmamız gerekiyor.
Meseleyi
daha açık ifade edebilir misin?
Virüsün
dünya üzerinde seyahat ettiği ağdaki bağlantı düzeyi had safhada. Ortada aşı
yok, koronavirüs için geliştirilmiş herhangi bir antiviral ilâç yok, virüse
toplumsal bağışıklık kazanmak gibi bir durum da söz konusu değil, bu anlamda
yüzde birlik ölüm oranı önemli bir tehlike olarak görülebilir. Virüs, iki
haftalık kuluçka dönemine sahip, ayrıca virüsün hastalık öncesinde, yani
insanlara bulaştığını öğrendiğimizden çok önce başkalarına bulaşma riski
yüksek, dolayısıyla virüsün her yere bulaşma ihtimali var. Bu anlamda virüs,
yüzde birlik ölüm oranına sahipse ve dört milyar insana bulaşırsa bu, sonuçta
kırk milyon insanın öleceği anlamına gelir. Rakam büyükse, sonuçta bu rakamın
küçük bir kısmı da büyük olacaktır.
O
zaman ağır hastalığa sebep olan virüs, ona ilişkin rakamlardan daha fazla
korkutucu!
Aynen
öyle. Üstelik biz, henüz salgının daha başındayız. Salgın hastalık süreci
boyunca virüs, insanlara farklı biçimlerde bulaşabilir. Bulaşma oranı ve
şiddeti zaman içerisinde azalabilir. Bazı salgınlarda da şiddeti artar. 1918
baharında görülen grip salgınının ilk dalgasında hastalık, nispeten az
bulaşmıştır. Ama ikinci ve üçüncü dalgasında, 1919’a girilmesiyle birlikte kış
ayları boyunca milyonlarca insan öldü.
Salgına
şüpheyle yaklaşan isimler, olağan mevsimsel grip yüzünden ölenlerin sayısının
koronavirüsten ölenlerden daha fazla olduğunu söylüyorlar. Bu konuda sen ne
düşünüyorsun?
Bu
salgının boş olduğunu kanıtlayanı ilk ben kutlayacağım. Ama Covid-19’un
tehlikeli olmadığını göstermeye çalışanların grip gibi başka hastalıklara
atıfta bulunmalarının bir anlamı yok. Bu kişiler, böylelikle koronavirüsle
ilgili endişelerin anlamsız olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar aslında.
O
hâlde mevsimsel griple yapılan kıyaslama tümüyle temelsiz?
İki
ayrı virüsü, salgının seyrine ait farklı kısımlar üzerinden kıyaslamak anlamlı
değil bence. Evet doğrudur, mevsimsel grip milyonlarca insana bulaşmış, Dünya
Sağlık Örgütü’nün verdiği rakama göre bir yıl içerisinde 650.000 insanın
ölümüne neden olmuş. Oysa Covid-19, yolculuğuna daha yeni başlıyor. Gripten
farklı olarak bu virüs bir aşıya sahip değil, bulaşma ihtimalini düşürecek bir
unsur olarak toplumsal bağışıklık yüksek seyretmiyor, ayrıca hastalığın en
fazla zarar vereceği halkları koruma önlemleri de henüz alınmadı.
Söz
konusu kıyaslama yanlış olsa da her iki hastalığın da RNA virüsü denilen özel
bir gruba mensup virüslerden kaynaklandığını görmek lâzım. Covid-19 ve
mevsimsel grip hastalığa sebep oluyor, ağız ve boğaz bölgesini (bazen de
akciğerleri) etkiliyor, her ikisinin de bulaşma düzeyi yüksek.
Gelgelelim
iki hastalık kaynağını kıyaslama noktasında kurulan yüzeysel benzerlikler, asıl
önemli kısmın üzerinden atlıyor. Gribin dinamikleri konusuna epey vakıfız. Ama
Covid-19’un dinamiklerini pek bilmiyoruz. Üzerinde kalın bir perde var. Salgın
patlak verince onu daha fazla vakıf olmaya başladık. Mesele, ayrıca Covid-19
ile gribi karşı karşıya getirmek de değil. Burada asıl üzerinde durulması
gereken husus, karmaşık yapıdaki bir nüfus dâhilinde insanlara bu virüsün
farklı şekillerde bulaşıyor oluşu.
Birkaç
yıldır salgınları ve sebepleri üzerine araştırma yürütüyorsunuz. Big Farms
Make Big Flu ["Büyük Çiftlikler Gribi de Büyütür"] isimli
çalışmanda endüstriyel tarım uygulamaları, organik tarım ve viral epidemiyoloji
arasındaki bağları kurmaya çalışıyorsun. Bu konudaki görüşlerini alabilir
miyiz?
Her
yeni salgındaki gerçek tehlike, her yeni Covid-19 virüsünün münferit bir vaka
olmadığını kavrayamamakla, daha doğru bir ifadeyle, bu gerçeği kavramayı
reddetmekle ilgilidir. Virüslerin ortaya çıktığı vakalardaki artış, gıda
üretimi ve çokuluslu şirketlerin kâr etme becerileriyle bağlantılıdır.
Virüslerin daha da tehlikeli hâle geldiğini anlama amacını güden herkesin
endüstriyel tarım modelini, daha da özelde büyük hayvan üretimini incelemesi
gerekir. Bugün bunu yapmaya çok az hükümet ve bilim insanı hazırdır. Hatta
bunlar, aksi yönde hareket etme eğilimindedir.
Yeni
salgınlar ortaya çıktığında hükümetler, medya, hatta köklü tıp kurumlarının
önemli bir kısmı, esas olarak tek başına her bir acil duruma o kadar
odaklanırlar ki daha düne kadar görmezden gelinen birçok virüsün birbirinin
peşi sıra dünya genelinde aniden ünlenmesini sağlayan yapısal sebepleri
görmezden gelir.
Peki
suçlu kim?
Daha
önce dediğim gibi suçlu endüstriyel tarım, ama meseleyi daha geniş bir kapsamda
ele almak lazım. Sermaye, bugün ormanları ve küçük çiftlik sahiplerinin
elindeki tarım alanlarını gasp etme gayreti içerisinde. Bu yatırımlar ormanları
yok ediyor ve hastalıkların ortaya çıkışını tetikleyen kalkınmayı koşulluyor.
Bu devasa arazilerin işlevsel açıdan sunduğu çeşitlilik ve karmaşık nitelik
sayesinde, daha önce belirli bir yere sıkışıp kalmış virüs ve bakteriler,
çiftlik hayvanlarına ve insan topluluklarına yayılma imkânı buluyorlar. Hâsılı
Londra, New York ve Hong Kong gibi sermaye merkezleri, ana hastalık sahaları
olarak görülmelidir.
Bu
durum, hangi hastalıklar için geçerli?
Şunu
söylemek lazım: bu noktada sermayeden bağımsız herhangi bir hastalık kaynağı
yoktur. Uzak diyarlara bile hastalık yayılabilir. Ebola, Zika, koronvirüsler,
sarıhumma, kuş gribi türleri ve domuzlardan kaynaklanan Afrika domuzu gribi
gibi hastalık kaynakları, uzak bölgelerden şehirlerin civarındaki yerleşim
alanlarına ve başkentlere taşındı, nihayetinde de küresel ticaret ağının
parçası hâline geldi. Kongo’daki meyve yarasalarından bulaşan virüslerin
yayılma hızı, birkaç hafta içerisinde Miami sahillerinde güneşlenenleri
öldürecek düzeye ulaştı.
Bu
süreçte çokuluslu şirketlerin oynadığı rol nedir?
Yeryüzü,
artık büyük bir çiftlik hâline geldi. Bu, hem biyokütle hem de kullanılan arazi
açısından geçerli bir tespit. Tarım işletmelerinin amacı, gıda pazarını ele
geçirmek. Neoliberal projenin neredeyse tamamı, gelişmiş ve sanayileşmiş
ülkeleri esas alıyor ve güçsüz ülkelerin arazileriyle kaynaklarını çalma
amacını güdüyor. Sonuçta birçok bulaşıcı hastalık kaynağı, geçmişte uzun bir
evrim sürecine tabi olan orman ekolojilerinin kontrolü altında idi ama bu
virüsler ve bakteriler, serbestçe yayılma ve tüm dünyayı tehdit etme imkânı
buldular.
Endüstriyel
tarım işletmelerinin başvurduğu üretim yöntemlerinin bu süreç üzerindeki
etkileri nelerdir?
Sermayenin
öncülük ettiği, doğal ekolojilerin yerini alan tarım faaliyeti, hastalık
kaynaklarının daha dirençli ve bulaşma ihtimali yüksek fenotipler hâline
gelmesini sağlayacak araçların ortaya çıkmasını mümkün kılıyor. Ölümcül
hastalıkları beslemek için bundan daha iyi bir sistem tasarlayamazdınız.
Nasıl
yani?
Evcil
hayvanların genetik açıdan tek kültürlü yetiştirilmesi bağışıklığı kırar, bu da
virüslerin bulaşma imkânını artırır. Nüfus arttıkça ve yoğunlaştıkça bulaşma
oranı da artar. Kalabalık ortam, bağışıklık sisteminin vereceği tepkiyi ortadan
kaldırır. Her türden endüstriyel üretimin önemli bir bileşeni olan yüksek ürün
hacmi, virüslerin şiddetindeki değişimi besler ve virüslere karşı hassas olan
insanların toplam kütlesini sürekli yeniler. Başka bir ifadeyle tarım
işletmeleri o kadar kâr odaklıdır ki bir milyar insanı öldürebilecek bir
virüsten yana yapılacak bir tercih, alınmaya değer bir risk olarak görülür.
Nasıl
yani?!
Bu
şirketler, epidemiyolojik açıdan tehlikeli olan faaliyetlerinin tüm maliyetini
herkesin sırtına yüklerler. Herkes derken, hayvanları, tüketicileri, tarım
işçilerini, çevreyi ve yetki alanları dâhilinde hükümetleri kastediyorum.
Ortaya çıkan zararlar o kadar büyüktür ki bu maliyetleri şirket bilançolarına
kaydetsek, tarım işletmeleri ilelebet ortadan kalkar. Hiçbir şirket, insanlara
dayattığı maliyetleri tek başına karşılayamaz.
Birçok
medya organında koronavirüsün başlangıç noktasının Vuhan’daki “egzotik gıda
pazarı” olduğunu iddia ediliyor. Bu açıklama doğru mudur?
Hem
evet hem hayır. Bu tespiti doğrulayan, mekânla alakalı kimi ipuçları var
ortada. Temas izleme çalışmalarının ortaya koyduğu biçimiyle virüs, ilkin
Vuhan’daki Hunan Toptan Deniz Ürünleri Pazarı’nda insana bulaştı. Burası,
yabani hayvanların satıldığı yer. Ortamdan alınan numunelerin de ortaya koyduğu
biçimiyle virüs, ilkin yabani hayvanların tutulduğu, pazarın batı ucunda
görüldü.
Peki
bu inceleme ne kadar geriye gidilerek, ne kadar alanı kapsayacak şekilde
yapılmalı? Acil durum tam olarak ne zaman başladı? Esasen pazarın kendisine
odaklandığımızda, civar bölgelerdeki yabani tarımın kökenlerini ve bunun
giderek sermayenin konusu hâline gelişini gözden kaçırıyoruz. Dünyada ve Çin’de
yabani gıda, ekonomik sektör hâline geliyor ve resmileşiyor. Ama bu sektörün
endüstriyel tarımla ilişkisi, iki alanın aynı para çantalarını kullanıyor
olduğu gerçeğinin ötesine uzanıyor. Domuz, kümes hayvanları gibi alanlar
endüstriyel üretimin konusu hâline gelip ormanlık bölgelere nüfuz ettikçe
yabani gıda işletmecileri, daha fazla kaynak için ormanlarda daha fazla arama
yapmaya, Covid-19 gibi virüslerle daha fazla temas kurmaya ve bunları daha
fazla yaymaya mecbur kalıyorlar.
Sonuçta
Covid-19, Çin’de gelişen ve hükümetin örtbas etmeye çalıştığı ilk virüs değil.
Aynen
öyle. Ama bu, nihayetinde Çin’e mahsus bir durum da değil. ABD ve Avrupa, son
dönemde H5N2 ve H5Nx gibi yeni gripler için başlangıç noktası olarak iş gördü.
Çokuluslu şirketler ve yeni sömürgeci vekilleri, Batı Afrika’da Ebola’nın,
Brezilya’da Zika’nın ortaya çıkmasına neden oldu. ABD’li kamu sağlığı
görevlileri, H1N1 (2009) ve H5N2 salgınları sırasında endüstriyel tarımın
hatalarını örtbas ettiler.
Dünya
Sağlık Örgütü (WHO), bugün salgın konusunda “uluslararası düzeyde tehdit teşkil
eden bir acil durum” açıklaması yaptı. Sence bu adım doğru mu?
Doğru.
Böylesi bir virüs konusunda yüzleşilecek asıl tehlike, sağlık kurumlarının
istatistikî risk dağılımı verilerine sahip olmamalarıdır. Virüsün nasıl tepki
verdiği konusunda hiçbir fikrimiz yok. Salgın bir pazardan başladı ve birkaç
hafta içinde tüm dünyaya yayıldı. Oysa virüsün kaynağı, baştan ortadan
kaldırılabilirdi. Bu, harika bir şey olurdu. Ama elimizde bu konuyla ilgili bir
bilgi yok. Sürece daha iyi hazırlanmış olsaydık, virüsün yayılma hızını
kesebilirdik.
Dünya
Sağlık Örgütü’nün açıklaması, aynı zamanda benim “salgın sahnesi” dediğim şeyin
parçasıdır. Uluslararası örgütler, eylemsizlik sebebiyle cartayı çekmiş
durumda. Akla, Milletler Cemiyeti geliyor. Birleşmiş Milletler bünyesindeki
örgütler, her daim BM’nin geçerliliği, gücü ve para kaynakları konusunda
belirli bir endişeye sahiptirler. Ama gene de eylem geçildiğinde bu gelişme,
tüm dünyanın virüsün yayıldığı kanalları kesmek için gerek duyduğu fiili
hazırlık ve önleme çalışmalarını gündeme getirebilir.
Neoliberalizmin
yapılandırdığı sağlık sistemi, hem araştırmaları berbat etti hem de
hastanelerde hastalara verilen bakım hizmetlerini kötüleştirdi. Sağlam parasal
kaynaklara sahip bir sağlık sistemi, virüsle mücadelede nasıl bir fark
yaratabilir?
Miami’deki
bir tıbbi cihaz şirketi çalışanı, korkunç bir hikâye anlatıyor. Çin’den
döndüğünde grip benzeri semptomlar gösteren bu kişi, ailesi ve çevresindeki
insanlar için doğrusunu yapıp şehirdeki bir hastanenin kendisine Covid-19 testi
yapmasını talep ediyor. Obama’nın getirdiği sağlık sisteminin bu testleri
karşılamayacağı endişesini taşıyor ki adam haklı. Karşısına 3270 dolarlık bir
fatura çıkartılıyor. Bu noktada Amerika genelinde olağanüstü hâl ilân edilip
salgın süresince virüs kaynaklı hastalık sebebiyle yüzleşilen tüm sağlık
faturalarının ve tedavi masraflarının devlet tarafından karşılanması talep
edilebilir. Neticede tedaviyi karşılayamadıkları için insanları saklanmaya ve
virüsü başkalarına bulaştırmaya değil, yardım talebinde bulunmaya teşvik
etmeliyiz. En yalın çözüm, toplum genelinde acil durumlarla başa çıkma
konusunda gerekli kadroya ve teçhizata sahip ulusal bir sağlık hizmetinin
verilmesi, böylelikle toplumun işbirliğine gitme konusunda cesaretinin
kırılması türünden saçma bir meseleyle yüzleşilmemesidir.
Virüs
ortaya çıkar çıkmaz her yerde hükümetler sürece, tüm arazilerin ve şehirlerin
zorunlu olarak karantina altına alınması gibi otoriter ve cezai işlem
gerektiren tedbirleri alarak cevap veriyor. Sence bu türden sert tedbirler
makul müdür?
Salgın,
salgın sonrasında otokratik kontrolü tesis etmek için kullanılıyorsa artık
olağanüstü hâl kapitalizminin zıvanadan çıktığını söyleyebiliriz. Bu noktada
kamu sağlığı noktasında önemli birer epidemiyolojik değişken olan güven ve
merhametten yana olduğumu söylemeliyim. Bu ikisi yoksa devlet kademesinde
yetkili olan isimler halkın desteğini yitirirler. Dayanışma ve müşterek saygı,
bu türden tehditlerden hep birlikte kurtulmamız için gerekli olan işbirliğini
ortaya çıkarmanın önemli birer unsurudur. İnsanların uygun bir destek alarak
kendi kendilerini karantina altına almaları, bu bağlamda mahallelerin giriş
çıkışlarının kontrol altına alınması, gıda tedarik kamyonlarının kapı kapı
dolaşması, işsizlik sigortasının ödenmesi ve çalışanlara izin verilmesi işbirliğini
tetikler; sonuçta bu konuda hepimiz aynı işin parçasıyız.
Senin
de bildiğin gibi, Almanya’da fiilen Nazi partisi olarak işleyen ve mecliste 94
vekile sahip olan AfD isminde bir parti var. Nazi aşırı sağı ve AfD’li
siyasetçilerle bağlantılı diğer gruplar, Koronavirüs Krizi’ni ajitasyon
noktasında kullanıyorlar. Bu yapılar, virüsle ilgili yalan yanlış haberler
yapıyorlar ve hükümetin otoriter tedbirler almasını, uçuşları
sınırlandırmasını, göçmenlerin girişlerini durdurmasını, sınırların
kapatılmasını ve zorunlu karantinayı talep ediyorlar.
Seyahat
yasakları ve sınır kapatma girişimleri, radikal sağın bugünlerde küreselleşen
hastalıklar konusunda ırk temelli ayrımcılık yapmak için dillendirdikleri
talepler. Bunlar elbette ki saçma sapan talepler. Bu noktada virüsün her yere
yayıldığı koşullarda asıl yapılması gereken, hastalığın kime bulaştığına
bakmayan kamu sağlığı alanının direncini artıracak çalışmalar yapmak. Bu
hastaları tedavi edip iyileştirecek araçlar mevcut. Ama önce ülke dışında
halkların topraklarını çalmayı bıraksınlar, insanların topluca ülkelerinden
kaçmalarına neden olmasınlar, virüslerin ortaya çıkmasına nasılsa mani olunur.
Kalıcı
etkiler bırakacak ne türden değişiklikler yapılabilir?
Yeni
virüs salgınlarının ortaya çıkma ihtimalini azaltmak için gıda üretiminin köklü
bir değişime tabi tutulması gerekmektedir. Çiftçiler özerklik kazandıkça ve
kamu sektörü güçlendikçe çevresel felâketler ve kontrolden çıkmış bulaşıcı
hastalıklar ortadan kalkar. Hem çiftlik düzeyinde hem de bölgesel düzeyde
muhtelif hayvan ve ürün türleri üretilmeli, ayrıca stratejik öneme sahip
yeniden yabanileştirme faaliyetleri yürütülmelidir. Eti tüketilen hayvanların
bağışıklık testlerinin üretildikleri yerde yapılmasına izin verilmelidir.
Adalet temelli üretim, gene adalet temelli olan dolaşım ile
ilişkilendirilmelidir. Fiyatları desteklemek için sübvansiyonlar verilmeli,
tarımsal-ekolojik üretime destek sunan tüketici satın alma programları
geliştirilmelidir. Sonuçta bu deneyler, hem neoliberal ekonominin bireylere ve
toplumlara uyguladığı zora hem de sermayenin başını çektiği, devlet kaynaklı
baskılara karşı savunulmalıdır.
Peki
salgınların arttığı koşullarda sosyalistler neleri talep etmeli?
Bir
toplumsal yeniden üretim tarzı olarak tarım işletmeleri, sadece kamu sağlığı
meselesi olarak ele alınsa bile, sonsuza dek ortadan kaldırılmalı. Sonuçta
alabildiğine kapitalistleştirilmiş bir gıda üretimi, insanlığın tümünü
tehlikeye atan uygulamalara dayanan bir süreçtir, üstelik bugün bu süreç,
ölümlere yol açan yeni bir salgının dizginlerinden kurtulmasına sebep olmuştur.
Bu noktada bizim gıda sistemlerinin toplumsallaşmasını, böylelikle bu türden
tehlikeli virüslerin ilk planda ortaya çıkmasına mani olunmasını talep etmemiz
gerekmektedir. Bu da gıda üretiminin ilkin köy topluluklarının ihtiyaçlarıyla
tekrardan bütünleştirilmesini gerekli kılar. Yiyeceklerimizi temin eden
tarımsal-ekolojik uygulamaların çevreyi ve çiftçileri korumasını şart koşar. Büyük
resme bakıp ekolojimizi ekonomimizden ayıran, metabolizmaya içsel çatlakları
kapatma yoluna gitmeliyiz. Hâsılı, gezegeni kazanmak, bizim zorunluluğumuzdur.
Söyleşi
için çok teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder