Domenico Losurdo Söyleşisi
Konkret
20 Ekim 2017
İtalyan
felsefeci Domenico Losurdo, şeksiz şüphesiz, yaşayan en büyük Batılı Marksist
düşünürdür. Losurdo, komünist düşünür, Gramsci ve Hegel konusunda uzman bir
isim, gerçekte varolan sosyalizm biçimini almış komünist hareketin mirasını
savunan bir kalemşordur. O emperyalizme karşı mücadeleye bağlı bir aydındır.
Losurdo’nun çalışmalarında ana referans noktası, emperyalizmle mücadeledir. O,
aynı zamanda Friedrich Nietzsche’nin kapsamlı bir biyografisini kaleme
almıştır.
Yeni
kitabı War and Revolution: Rethinking the Twentieth Century’yi [Savaş
ve Devrim: Yirminci Yüzyılı Yeniden Düşünmek] tanıtmak için Brezilya’ya
gelen Urbino Üniversitesi Profesörü Losurdo, Revista Opera’nın yayın
yönetmeni Pedro Marin’e ve köşe yazarı André Ortega’ya mülâkat verdi.
● ● ●
Mülâkat
için bize zaman ayırdın, bunun için sana çok teşekkür ediyoruz. Öncelikle yeni
kitabından bahsedebilir misin?
İçeriği
konusunda çok az şey söyleyebilirim, çünkü kitap fazla uzun [gülüyor]. Ama
kitabın asıl konusunun sömürgecilikle sömürgecilik karşıtlığı arasında süren
mücadele olduğunu söyleyebilirim. Sömürgecilik karşıtı mücadeleye komünist
partilerin öncülük ettiği açık. Sonuçta yirminci yüzyılın özünü, sömürgecilikle
sömürgecilik karşıtlığı arasında süren mücadele üzerine kafa yormadan
anlayamayız.
Ekim
Devrimi sonrasında dünya genelinde sömürgecilik karşıtı devrim hızla gelişti.
Devrimden önce tüm dünya, bir avuç kapitalistin ve emperyalistin malıydı.
Afrika, Hindistan sömürgeydi, Çin, Hindistan, Latin Amerika (Monroe Doktrini
sayesinde) yarı sömürgeydi. Sonuçta dünya, Ekim Devrimi sayesinde köklü bir
biçimde değişime uğradı.
Kitapta
sömürgecilikle sömürgecilik karşıtlığı arasında süren mücadelenin yirminci
yüzyılın özünü teşkil ettiğini söylüyorum. Hitler, Doğu Avrupa’yı Almanların
sömürgesi hâline getirmek için çok uğraştı. Hitler, bu konuda şunu söylüyordu:
“Biz Almanların vahşi batısı Doğu Avrupa’dır.” Başka bir ifadeyle ona göre
Amerika’da beyazlar Kızılderililerin kafasını kesti, böylece vahşi batıyı ele
geçirdi. Hayatta kalanlarsa efendi sınıfın hizmetinde çalışacak kölelere
dönüştürüldüler. Dolayısıyla Yahudi olan Bolşevikler de Doğu Avrupa’da imha
edilmeliydi. Hitler’in programı buydu.
Kitapta
Nazi İmparatorluğu’nun liderlerinden biri olan Himmler’den sıkça bahsediyorum.
Elimizde Nazilerin gizli konuşmalarının dökümü var. Burada Himmler şunu
söylüyor: “Burada Nazilerle konuşuyorum, dolayısıyla özgürce konuşabiliyorum.
Almanya’nın kölelere ihtiyacı var.” Devamında da bu köleleri Doğu Avrupa’da
daha da özelde Sovyetler Birliği’nde bulacaklarını söylüyor. Dolayısıyla
buradan şunu söylemek mümkün: Sovyetler Birliği’nin Sovyet halklarının
sömürgeleştirilmesine ve köleleştirilmesine karşı mücadele verdi.
Nazi
İmparatorluğu, özünde sömürgeci geleneğin geliştirilmesini,
radikalleştirilmesini ve kapsamının genişletilmesini ifade ediyordu. Hitler’in
Doğu Avrupa’yı sömürgeleştirememiş olması, Britanya’nın sömürgelerinin
kurtulmasını sağladı. Sonrasında dünya tarihinin en büyük sömürgecilik karşıtı
devrimi olarak görebileceğimiz Çin Devrimi oldu. Dolayısıyla buradan ilk
sömürgeci karşı-devrim olarak Hitler’in devriminin mağlup edildiğini
söyleyebiliriz.
Bugünse
Soğuk Savaş’ın sona erdiği günle birlikte yeni bir sömürgeci karşı-devrim rahme
düştü. Açık toplumun resmi felsefecisi Karl Popper açıktan şunu söylüyor: “Batı
bu milletleri bu kadar kısa sürede özgürleştirmekle hata etmiştir.” Ona göre
sömürge milletler özgür olmaya yetecek kadar olgun değillerdi.
Bugün
ABD’nin sömürgecilik karşıtı devrimi engellemek için verdiği çaba, savaş
tehlikesini gündeme getiriyor. ABD, yeni bir sömürgeci karşı-devrim
gerçekleştirmeye çalışıyor. ABD, Çin’e karşı ama bu karşıtlığa Rusya’yı da
eklemek mümkün.
Kitaplarımda
ısrarla dile getirdiğim üzere, şu mesele her zaman ihmal ediliyor. Genelde
sadece Sovyetler’in değil tüm Rusya’nın tarihi, bir yanıyla Rusya’nın
emperyalist ve yayılmacı bir güç olduğu gerçeği üzerine kuruludur. Ama bu,
tarihsel gerçeğin bir yönüdür. Ne var ki Rusya, bir yandan da uzun zamandır
sömürge olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Hitler,
Napolyon, XII. Karl ve Moğollar bu ülkeyi işgal ettiler. On yedinci yüzyıla
baktığımızda Moskova’da iktidarın Polonyalıların elinde olduğunu görüyoruz.
Çar’ın yenilmesi sonrası Rusya, parçalara ayrılma ve sömürgeleşme tehlikesiyle
karşılaştı. Sıkça alıntıladığım Stalin, Batı’nın gözünde Rusya’nın Orta
Afrika’dan farksız olduğunu, Batı’nın Rusya’yı kapitalizm ve Batı emperyalizmi
adına savaşa sokmaya çalıştığını söylüyor.
Batı’nın
ve ABD’nin zaferle çıktığı Soğuk Savaş döneminin hemen ardından Rusya
sömürgeleşme tehlikesiyle yüzleşti. Ekonomiyi özelleştirmek suretiyle sadece
Sovyet işçilerine değil tüm Rus milletine ihanet ettiler. Bu özelleştirmeler
yapıldı, çünkü Batı, ülkedeki devasa enerji kaynaklarına sahip olmak istiyordu.
ABD neredeyse tüm enerji kaynaklarına el koyacaktı.
Rusya’nın
sömürgeleştirilmesi sürecinin en büyük savunucusu Yeltsin’di. Komünist olmayan
Putin, gene de bu sömürgeleşme sürecine mani olmak istedi ve Rusya’nın kendi
enerji kaynakları üzerindeki gücünü tekrar ele geçirdi. Burada yeni sömürgeci
karşı-devrimle mücadelenin bir boyutunu görmek mümkün.
Bir
tarafta emperyalist-sömürgeci güçler, bir tarafta Çin’in de içinde bulunduğu
üçüncü dünya duruyor. Rusya da bu üçüncü dünyanın parçası. O da Batı’nın
sömürgesi olma tehdidi ile karşı karşıya. Benim dünya tarihine dair düşüncem bu
yönde.
Bu
sömürgeci karşı-devrimin bugün de sürdüğünü söylüyorsun yani.
Bu
ikinci karşı-devrim, belki üçüncüsünden söz etmek lazım.
Bugün
dünya siyasetinde emperyalizmin konumunu nasıl tarif ederiz? Sömürgeci
karşı-devrimle mücadele asli mücadele. Kendilerine “postkolonyalist” diyen
düşünürlerimiz, solcu akademisyenlerimiz olmasına rağmen hiçbiri, emperyalizm
meselesini bu şekilde ortaya koymuyor ve bu yaklaşımın demode olduğunu
söylüyor.
Burada
Lenin’e başvurmak lazım. Onda klasik sömürgecilikle yeni sömürgecilik
arasındaki ayrım çok net. Lenin, yirminci yüzyılın başlarında sömürgeciliğin,
klasik ifadesi dâhilinde, politik ilhak olduğunu söylüyor. Yani ona göre burada
ülkelerin veya halkların politik bağımsızlığı bulunmuyor. Klasik sömürgecilikte
ülke veya halk, emperyalist, sömürgeci ve kapitalist güç tarafından politik
anlamda ilhak ediliyor.
Ama
Lenin, aynı zamanda ekonomik ilhaktan da söz ediyor. “Yeni sömürgecilik” bunu
ifade ediyor. Bugün Filistin’in durumunu klasik sömürgecilik olarak ifade
edebiliriz. Orada gördüğümüz şey, klasik sömürgecilik. İsrail yerleşimlerin
alanını genişletiyor, toprağını çoğaltıyor. Artık Filistin halkı Amerika’nın
batısındaki Kızılderililer gibi. Mallarına el konuluyor, sürgün ediliyor, bazen
de katlediliyor. Bu klasik sömürgecilik.
Bir
de yeni sömürgecilik var. Burada iki isme bakmak lazım. İktidarı aldıktan sonra
Mao şunları söylüyor: “Eğer biz Çinliler, ekmeğimizi yapmak için Amerikan ununa
bağımlı olmaya devam edecek olursak ABD’nin yarı sömürgesi oluruz.” Burada
politik bağımsızlık öze sahip olmadığı durumda biçimsel kalacağından söz
ediliyor.
Bir
de sömürgecilik karşıtı devrimin en önemli isimlerinden Frantz Fanon’a bakmak
lazım. Cezayir’de verilen sömürgecilik karşıtı mücadelenin destekçilerinden
olan Fanon çok önemli bir şey söylüyor:
“Sömürgeci ve emperyalist
bir güç, bir halka bağımsızlık vermeye mecbur edildiğinde bu emperyalist güç
şunu söyler: ‘Bağımsızlık mı istiyorsun? Al sana bağımsızlık, al da açlıktan
öl.’ […]”
Emperyalistler,
ekonomik güce sahip olmaya devam ettiklerinden bir halkı ablukalar, ambargolar
veya ülkeyi azgelişmişliğin mengenesinde boğarak onu açlığa mahkûm edebilir.
Mao
ve Fanon çok önemli kişilikler. Her ikisi de sömürgecilik karşıtı devrimin iki
aşamalı olduğunu görmüş. İlk aşamada askerî ayaklanma, askerî devrim duruyor.
İkinci aşamada ise ekonomik kalkınmaya öncelik veriliyor. İşte sol bu ikinci
aşamanın, sömürgecilik karşıtı devrimi anlama noktasında zaruri olduğunu
görmüyor.
Bugün
tanık olduğumuz şey, üçüncü dünyanın kalkınması ve bu kalkınma, sadece ekonomik
değil politik bir gelişme. Bugün Çin, sömürgecilik karşıtı devrimi sürdürmek
adına Batı’nın ileri teknoloji üzerinde sahip olduğu tekeli kırmaya çalışıyor.
Dolayısıyla
tespitinize katılıyorum: sol, ABD Vietnam’ı bombaladığında sömürgecilik karşıtı
devrimi anlayabilmişti ama emperyalizmin dünya genelinde ekonomik gücü ele
geçirme isteğini anlamıyor. Sol, ekonomik ve teknolojik gelişme üzerinden
verilen sömürgecilik karşıtı devrimin ikinci aşamasını anlamıyor.
Ayrıca
bazıları, emperyalizmle ilişkili olarak Trump’ın ABD’de başkan olmasının
Amerikan emperyalizminin niteliğinde bir dönüm noktasını temsil ettiğini
söylüyor. Bu konuda sen ne düşünüyorsun?
Bir
kısım sol, Trump’ın değişimi ifade ettiğini söylüyor. Ama bir yandan da sol,
Hillary Clinton’ı solun veya barışın temsilcisi olarak görüyor. Bu, tümüyle
yanlış bir yaklaşımdır. Clinton, Trump’tan daha iyi değildir, hatta ondan daha
kötüdür. En azından Trump, Rusya ile ilişkileri geliştirme niyetini açıktan
ortaya koyuyor, öte yandan Clinton ise Çin ve Rusya ile gerilimi tırmandırma
arzusunda.
Yönetici
sınıf ve emperyalizm içi ayrışmayı anlamak için başka bir analiz geliştirmemiz
gerekiyor. Bugün ülkenin Çin ve Rusya’dan oluşan cepheyi bölmesinin hayırlı
olup olmayacağı tartışılıyor. Peki bu cephe nasıl bölünür? Trump bu ata
oynuyor: Rusya’yla barışıp Çin’le daha iyi mücadele etmek istiyor.
Bazıları
boş hayallere kapılıp ABD’nin Rusya’da rejimi değiştirebileceğine inanıyor.
Bunu yaptığı takdirde Çin’in tecrit edileceğini umuyor. Buradan
emperyalistlerin farklı stratejilere sahip olduklarını söylemek mümkün. Bu
stratejilerin solcu, sağcı olmakla bir alakası yok. “Trump savaşı, Clinton
barışı temsil ediyor” denilemez. En acımasız savaşların altında Hillary Clinton
var üstelik. Örneğin Libya onun eseri. Kaddafi öldüğünde mutlu olduğunu
söyleyen o. Kaddafi, insan hakları ihlal edilerek, işkenceye maruz bırakılarak
öldürüldü. Bence Clinton, mevzubahis ikili içinde en kötüsü.
Kimse,
Amerikan emperyalizmi konusunda hayallere kapılmamalı, yanılsamaların esiri
olmamalı. Strateji bağlamında önemli farklılıklar göze çarpıyor ama ne yazık ki
ABD’de büyük bir barış hareketinin izine rastlamıyoruz. Örnek vermek gerekirse:
Trump her konuda eleştiriliyor, Rusya ile ilişkileri geliştirme çabaları
konusunda saldırılara maruz kalıyor ama kimse, askerî bütçedeki muazzam artışa
tek laf etmiyor. Kanaatimce Amerikan emperyalizmi, ülke genelinde sağladığı o
büyük uzlaşmanın keyfini çıkartıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder