Pages

14 Şubat 2020

Yeni Sömürgeci Karşı-Devrim

Domenico Losurdo Söyleşisi

Konkret

20 Ekim 2017

 

İtalyan felsefeci Domenico Losurdo, şeksiz şüphesiz, yaşayan en büyük Batılı Marksist düşünürdür. Losurdo, komünist düşünür, Gramsci ve Hegel konusunda uzman bir isim, gerçekte varolan sosyalizm biçimini almış komünist hareketin mirasını savunan bir kalemşordur. O emperyalizme karşı mücadeleye bağlı bir aydındır. Losurdo’nun çalışmalarında ana referans noktası, emperyalizmle mücadeledir. O, aynı zamanda Friedrich Nietzsche’nin kapsamlı bir biyografisini kaleme almıştır.

Yeni kitabı War and Revolution: Rethinking the Twentieth Century’yi [Savaş ve Devrim: Yirminci Yüzyılı Yeniden Düşünmek] tanıtmak için Brezilya’ya gelen Urbino Üniversitesi Profesörü Losurdo, Revista Opera’nın yayın yönetmeni Pedro Marin’e ve köşe yazarı André Ortega’ya mülâkat verdi.

● ● ●

 

Mülâkat için bize zaman ayırdın, bunun için sana çok teşekkür ediyoruz. Öncelikle yeni kitabından bahsedebilir misin?

İçeriği konusunda çok az şey söyleyebilirim, çünkü kitap fazla uzun [gülüyor]. Ama kitabın asıl konusunun sömürgecilikle sömürgecilik karşıtlığı arasında süren mücadele olduğunu söyleyebilirim. Sömürgecilik karşıtı mücadeleye komünist partilerin öncülük ettiği açık. Sonuçta yirminci yüzyılın özünü, sömürgecilikle sömürgecilik karşıtlığı arasında süren mücadele üzerine kafa yormadan anlayamayız.

Ekim Devrimi sonrasında dünya genelinde sömürgecilik karşıtı devrim hızla gelişti. Devrimden önce tüm dünya, bir avuç kapitalistin ve emperyalistin malıydı. Afrika, Hindistan sömürgeydi, Çin, Hindistan, Latin Amerika (Monroe Doktrini sayesinde) yarı sömürgeydi. Sonuçta dünya, Ekim Devrimi sayesinde köklü bir biçimde değişime uğradı.

Kitapta sömürgecilikle sömürgecilik karşıtlığı arasında süren mücadelenin yirminci yüzyılın özünü teşkil ettiğini söylüyorum. Hitler, Doğu Avrupa’yı Almanların sömürgesi hâline getirmek için çok uğraştı. Hitler, bu konuda şunu söylüyordu: “Biz Almanların vahşi batısı Doğu Avrupa’dır.” Başka bir ifadeyle ona göre Amerika’da beyazlar Kızılderililerin kafasını kesti, böylece vahşi batıyı ele geçirdi. Hayatta kalanlarsa efendi sınıfın hizmetinde çalışacak kölelere dönüştürüldüler. Dolayısıyla Yahudi olan Bolşevikler de Doğu Avrupa’da imha edilmeliydi. Hitler’in programı buydu.

Kitapta Nazi İmparatorluğu’nun liderlerinden biri olan Himmler’den sıkça bahsediyorum. Elimizde Nazilerin gizli konuşmalarının dökümü var. Burada Himmler şunu söylüyor: “Burada Nazilerle konuşuyorum, dolayısıyla özgürce konuşabiliyorum. Almanya’nın kölelere ihtiyacı var.” Devamında da bu köleleri Doğu Avrupa’da daha da özelde Sovyetler Birliği’nde bulacaklarını söylüyor. Dolayısıyla buradan şunu söylemek mümkün: Sovyetler Birliği’nin Sovyet halklarının sömürgeleştirilmesine ve köleleştirilmesine karşı mücadele verdi.

Nazi İmparatorluğu, özünde sömürgeci geleneğin geliştirilmesini, radikalleştirilmesini ve kapsamının genişletilmesini ifade ediyordu. Hitler’in Doğu Avrupa’yı sömürgeleştirememiş olması, Britanya’nın sömürgelerinin kurtulmasını sağladı. Sonrasında dünya tarihinin en büyük sömürgecilik karşıtı devrimi olarak görebileceğimiz Çin Devrimi oldu. Dolayısıyla buradan ilk sömürgeci karşı-devrim olarak Hitler’in devriminin mağlup edildiğini söyleyebiliriz.

Bugünse Soğuk Savaş’ın sona erdiği günle birlikte yeni bir sömürgeci karşı-devrim rahme düştü. Açık toplumun resmi felsefecisi Karl Popper açıktan şunu söylüyor: “Batı bu milletleri bu kadar kısa sürede özgürleştirmekle hata etmiştir.” Ona göre sömürge milletler özgür olmaya yetecek kadar olgun değillerdi.

Bugün ABD’nin sömürgecilik karşıtı devrimi engellemek için verdiği çaba, savaş tehlikesini gündeme getiriyor. ABD, yeni bir sömürgeci karşı-devrim gerçekleştirmeye çalışıyor. ABD, Çin’e karşı ama bu karşıtlığa Rusya’yı da eklemek mümkün.

Kitaplarımda ısrarla dile getirdiğim üzere, şu mesele her zaman ihmal ediliyor. Genelde sadece Sovyetler’in değil tüm Rusya’nın tarihi, bir yanıyla Rusya’nın emperyalist ve yayılmacı bir güç olduğu gerçeği üzerine kuruludur. Ama bu, tarihsel gerçeğin bir yönüdür. Ne var ki Rusya, bir yandan da uzun zamandır sömürge olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Hitler, Napolyon, XII. Karl ve Moğollar bu ülkeyi işgal ettiler. On yedinci yüzyıla baktığımızda Moskova’da iktidarın Polonyalıların elinde olduğunu görüyoruz. Çar’ın yenilmesi sonrası Rusya, parçalara ayrılma ve sömürgeleşme tehlikesiyle karşılaştı. Sıkça alıntıladığım Stalin, Batı’nın gözünde Rusya’nın Orta Afrika’dan farksız olduğunu, Batı’nın Rusya’yı kapitalizm ve Batı emperyalizmi adına savaşa sokmaya çalıştığını söylüyor.

Batı’nın ve ABD’nin zaferle çıktığı Soğuk Savaş döneminin hemen ardından Rusya sömürgeleşme tehlikesiyle yüzleşti. Ekonomiyi özelleştirmek suretiyle sadece Sovyet işçilerine değil tüm Rus milletine ihanet ettiler. Bu özelleştirmeler yapıldı, çünkü Batı, ülkedeki devasa enerji kaynaklarına sahip olmak istiyordu. ABD neredeyse tüm enerji kaynaklarına el koyacaktı.

Rusya’nın sömürgeleştirilmesi sürecinin en büyük savunucusu Yeltsin’di. Komünist olmayan Putin, gene de bu sömürgeleşme sürecine mani olmak istedi ve Rusya’nın kendi enerji kaynakları üzerindeki gücünü tekrar ele geçirdi. Burada yeni sömürgeci karşı-devrimle mücadelenin bir boyutunu görmek mümkün.

Bir tarafta emperyalist-sömürgeci güçler, bir tarafta Çin’in de içinde bulunduğu üçüncü dünya duruyor. Rusya da bu üçüncü dünyanın parçası. O da Batı’nın sömürgesi olma tehdidi ile karşı karşıya. Benim dünya tarihine dair düşüncem bu yönde.

Bu sömürgeci karşı-devrimin bugün de sürdüğünü söylüyorsun yani.

Bu ikinci karşı-devrim, belki üçüncüsünden söz etmek lazım.

Bugün dünya siyasetinde emperyalizmin konumunu nasıl tarif ederiz? Sömürgeci karşı-devrimle mücadele asli mücadele. Kendilerine “postkolonyalist” diyen düşünürlerimiz, solcu akademisyenlerimiz olmasına rağmen hiçbiri, emperyalizm meselesini bu şekilde ortaya koymuyor ve bu yaklaşımın demode olduğunu söylüyor.

Burada Lenin’e başvurmak lazım. Onda klasik sömürgecilikle yeni sömürgecilik arasındaki ayrım çok net. Lenin, yirminci yüzyılın başlarında sömürgeciliğin, klasik ifadesi dâhilinde, politik ilhak olduğunu söylüyor. Yani ona göre burada ülkelerin veya halkların politik bağımsızlığı bulunmuyor. Klasik sömürgecilikte ülke veya halk, emperyalist, sömürgeci ve kapitalist güç tarafından politik anlamda ilhak ediliyor.

Ama Lenin, aynı zamanda ekonomik ilhaktan da söz ediyor. “Yeni sömürgecilik” bunu ifade ediyor. Bugün Filistin’in durumunu klasik sömürgecilik olarak ifade edebiliriz. Orada gördüğümüz şey, klasik sömürgecilik. İsrail yerleşimlerin alanını genişletiyor, toprağını çoğaltıyor. Artık Filistin halkı Amerika’nın batısındaki Kızılderililer gibi. Mallarına el konuluyor, sürgün ediliyor, bazen de katlediliyor. Bu klasik sömürgecilik.

Bir de yeni sömürgecilik var. Burada iki isme bakmak lazım. İktidarı aldıktan sonra Mao şunları söylüyor: “Eğer biz Çinliler, ekmeğimizi yapmak için Amerikan ununa bağımlı olmaya devam edecek olursak ABD’nin yarı sömürgesi oluruz.” Burada politik bağımsızlık öze sahip olmadığı durumda biçimsel kalacağından söz ediliyor.

Bir de sömürgecilik karşıtı devrimin en önemli isimlerinden Frantz Fanon’a bakmak lazım. Cezayir’de verilen sömürgecilik karşıtı mücadelenin destekçilerinden olan Fanon çok önemli bir şey söylüyor:

“Sömürgeci ve emperyalist bir güç, bir halka bağımsızlık vermeye mecbur edildiğinde bu emperyalist güç şunu söyler: ‘Bağımsızlık mı istiyorsun? Al sana bağımsızlık, al da açlıktan öl.’ […]”

Emperyalistler, ekonomik güce sahip olmaya devam ettiklerinden bir halkı ablukalar, ambargolar veya ülkeyi azgelişmişliğin mengenesinde boğarak onu açlığa mahkûm edebilir.

Mao ve Fanon çok önemli kişilikler. Her ikisi de sömürgecilik karşıtı devrimin iki aşamalı olduğunu görmüş. İlk aşamada askerî ayaklanma, askerî devrim duruyor. İkinci aşamada ise ekonomik kalkınmaya öncelik veriliyor. İşte sol bu ikinci aşamanın, sömürgecilik karşıtı devrimi anlama noktasında zaruri olduğunu görmüyor.

Bugün tanık olduğumuz şey, üçüncü dünyanın kalkınması ve bu kalkınma, sadece ekonomik değil politik bir gelişme. Bugün Çin, sömürgecilik karşıtı devrimi sürdürmek adına Batı’nın ileri teknoloji üzerinde sahip olduğu tekeli kırmaya çalışıyor.

Dolayısıyla tespitinize katılıyorum: sol, ABD Vietnam’ı bombaladığında sömürgecilik karşıtı devrimi anlayabilmişti ama emperyalizmin dünya genelinde ekonomik gücü ele geçirme isteğini anlamıyor. Sol, ekonomik ve teknolojik gelişme üzerinden verilen sömürgecilik karşıtı devrimin ikinci aşamasını anlamıyor.

Ayrıca bazıları, emperyalizmle ilişkili olarak Trump’ın ABD’de başkan olmasının Amerikan emperyalizminin niteliğinde bir dönüm noktasını temsil ettiğini söylüyor. Bu konuda sen ne düşünüyorsun?

Bir kısım sol, Trump’ın değişimi ifade ettiğini söylüyor. Ama bir yandan da sol, Hillary Clinton’ı solun veya barışın temsilcisi olarak görüyor. Bu, tümüyle yanlış bir yaklaşımdır. Clinton, Trump’tan daha iyi değildir, hatta ondan daha kötüdür. En azından Trump, Rusya ile ilişkileri geliştirme niyetini açıktan ortaya koyuyor, öte yandan Clinton ise Çin ve Rusya ile gerilimi tırmandırma arzusunda.

Yönetici sınıf ve emperyalizm içi ayrışmayı anlamak için başka bir analiz geliştirmemiz gerekiyor. Bugün ülkenin Çin ve Rusya’dan oluşan cepheyi bölmesinin hayırlı olup olmayacağı tartışılıyor. Peki bu cephe nasıl bölünür? Trump bu ata oynuyor: Rusya’yla barışıp Çin’le daha iyi mücadele etmek istiyor.

Bazıları boş hayallere kapılıp ABD’nin Rusya’da rejimi değiştirebileceğine inanıyor. Bunu yaptığı takdirde Çin’in tecrit edileceğini umuyor. Buradan emperyalistlerin farklı stratejilere sahip olduklarını söylemek mümkün. Bu stratejilerin solcu, sağcı olmakla bir alakası yok. “Trump savaşı, Clinton barışı temsil ediyor” denilemez. En acımasız savaşların altında Hillary Clinton var üstelik. Örneğin Libya onun eseri. Kaddafi öldüğünde mutlu olduğunu söyleyen o. Kaddafi, insan hakları ihlal edilerek, işkenceye maruz bırakılarak öldürüldü. Bence Clinton, mevzubahis ikili içinde en kötüsü.

Kimse, Amerikan emperyalizmi konusunda hayallere kapılmamalı, yanılsamaların esiri olmamalı. Strateji bağlamında önemli farklılıklar göze çarpıyor ama ne yazık ki ABD’de büyük bir barış hareketinin izine rastlamıyoruz. Örnek vermek gerekirse: Trump her konuda eleştiriliyor, Rusya ile ilişkileri geliştirme çabaları konusunda saldırılara maruz kalıyor ama kimse, askerî bütçedeki muazzam artışa tek laf etmiyor. Kanaatimce Amerikan emperyalizmi, ülke genelinde sağladığı o büyük uzlaşmanın keyfini çıkartıyor.

Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder