Bugün
kaskatı, eğilip bükülmeyen, evrenselci bir Marksizmin emek çalışan tarihçilere
zerre faydası olmaz. Tarihi önceden yazılmış bir senaryonun tayin ettiği bir
ilerleme hikâyesi olarak gören bir Marksizm, 90'larda itibarını yitirdi. Bu
Marksizmde, tüm nispi özerkliği ile kültür alanı her daim, en azından son
tahlilde, politik-ekonominin soluk bir gölgesi olmak zorunda kalmaktaydı.
Nihayetinde
muzaffer olmasa bile, kaçınılmaz olan sosyalizm mücadelesini temel alan
teleolojinin biçimlendirdiği işçi sınıfı tarihlerine ilişkin değerlendirmeler,
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra şüpheyle karşılandı.
Eric
Davis’in kapsamlı politik katılıma ve eşitlikçi toplumlara doğru ilerleme
üzerinde ısrarla duran yaklaşımının Ortadoğu’da karşılık bulması mümkün değil.
Ayrıca Asef Bayat’ın “İkinci Enternasyonal’in mekanik Marksizmini” karşıya atan
çalışmaları da bu bağlamda günümüzde kabul görmemektedir.
Beinin
ve Lockman, birlikte kaleme aldıkları Workers on the Nile [Nil Boyunca
İşçiler] isimli çalışmayı eleştirirken şunları söylüyor: “Biz bu çalışmada işçi
sınıfını, mücadeleye sadece gerçek işçiler olarak giren tarihsel özne
bağlamında homojenleştirip somutlaştırdık.” Bu tespitte Davis’in Oryantalist ve
Baasçı-milliyetçi tarihyazımına yönelik eleştirisindeki dile benzer bir dil
konuşmakta, açık uçlu, daha çok Gramşici olan bir tarih anlayışı karşılık
bulmaktadır.
Doksanlarda
bu tür tespitler, “yeni beşeri bilimler” olarak belirli ortamlarda yaygın
biçimde yüceltildi.[1] Bu tür yaklaşımları ben de paylaşıyorum, fakat söz
konusu fikirlerin daha çok (öz)eleştiri üzerinde konumlandırılması gerekiyor.
Ben, Ortadoğu tarihi denilen sahaya yabancı olan biri olarak konuşuyorum.
Dolayısıyla benim eleştirim, eleştirdiği amaçlara çok şey borçlu. Ben bu borcu
kabul etsem bile eleştirimin Batılı olmayan başka kültürler üzerine kafa
patlatan akademisyenlerle benzer bir alanı paylaşan Hintli tarihçilerin
sahiplendiği tarihyazımı çalışmalarından beslendiğini söylemeliyim.
Eğer
Japoncayı tartışırken yaptığı değerlendirme dâhilinde Heidegger’in dile
getirdiği, “dünyanın ve insanın tam anlamıyla Avrupalılaşması, felsefeciler
arasında Avrupa’ya has temsil yollarına ve kavramlara bel bağlama konusunda
varolan isteği besler” cümlesi doğru ise o vakit modern fakat aynı zamanda Batı
haricindeki ortamlarda emeğin tarihini çalışan tarihçiler olarak biz, hakkında
kalem oynattığımız insanları yeterince temsil edecek dilleri ve kategorileri
nasıl bulacağız?[2]
I
Emek
tarihi sahasında belirgin iki eğilim var. Bunlardan biri, devleti işçi
sınıfının oluşum sürecinin dışında olan bir şey olarak görüyor. İkinci eğilim
ise tarihsel açıklama dâhilinde ekonomizm meselesi olarak karşımıza çıkıyor.
Emek
çalışmalarında devlet, genelde işçi sınıfının bilincinin gelişimini ketleyen
bir unsur olarak görülüyor. Bu bakış açısına göre sınıf bilinci edinme
sürecinde işçiler, devletle mücadele sürecine ister istemez giriyorlar, yani
işçiler, sınıf içerisinde kendi politik alanında mücadele ediyorlar ve devlet
bu çerçeve dâhilinde baskıcı bir unsur olarak görülüyor.
Bu
eğilimde işçi mücadeleleri, devleti sahip olduğu gizemden arındırma çalışması
kapsamında yorumlanıyor. Burada devletin ne olduğu, işçilere ve tarihi
anlatanlara gösteriliyor. Bu anlamda devletin yönetici sınıflarla kurduğu
bağlar üzerinde duruluyor.
Kitapta
“Günümüz Mısır’ında Kolektif Eylem ve İşçi Bilinci” başlığıyla yer alan
makalesinde Marsha Posusney, bu eğilim dâhilinde konuşuyor. Yazar, Mısırlı
işçilerin gösterilerindeki kendiliğindenliği ve yerelliği izah ederken, ahlakî
ekonomi kaynaklı bir argümana başvuruyor. Posusney çalışmasında, aynı zamanda
ahlakî ekonominin Mısır’da ücretlerin belirlenim sürecini ve ülkedeki işçi
hareketinin yapısı ile tarihini anlamada önemli bir yere sahip olduğunu
söylüyor.
Burada
daha çok işçi mücadelelerinin esasen devlete karşı mücadele olduğundan
bahsediliyor. Yazar, 1974-1987 arası dönemde Mısırlı işçilerin
gerçekleştirdikleri politik eylemleri, devlet karşıtı olarak kategorize ediyor.
Bu olguyu da üretim araçlarının devletin mülkiyetinde olmasına bağlıyor ve
bunun Mısır’a has bir gelişme olduğunu söylüyor. Posusney bunun, Üçüncü Dünya
ekonomilerinde hâkim bir role sahip olan kamu sektörüyle ilişkili bir mesele
olduğundan bahsediyor ve gelişmiş ülkelerde görülen bir durum olmadığı üzerinde
duruyor.
Üçüncü
Dünya’daki birçok hükümetin ekonomik kalkınma ile ilgili ulusal stratejilerin
belirlenmesinde önemli bir rol oynadığı kimsenin itiraz edemeyeceği bir
gerçekliktir, fakat Posusney’nin devlete yönelik yaklaşımı, esasen Üçüncü
Dünya’daki deneyime dair okumanın tayin ettiği bir yaklaşım değildir.
Yazarın
düşündüğünün aksine devlet, işçi sınıfı tarihlerine içsel bir mesele değildir.
İşçi sınıfının tarihinden empirik düzlemde olmasa da mantıksal açıdan ayrı olan
bir tarihte varolan devlet, esasen düşman güçtür. Posusney’nin makalesinde
amaç, devletin oynadığı oyunlar üzerinden gerçeğin görülmesi konusunda okura
katkı sunmaktır.
Nasır
sonrası süreçte devlet, işçi isyanlarını baskı ve taviz politikası ile
karşılamıştır. Bu konuda Posusney, işçi gösterilerinin tırmanışı karşısında
rejimlerin kaygılandığından, aynı zamanda işçi sınıfı nezdinde meşruiyetini
yitirme konusunda endişeye kapıldıklarınan söz eder. Ancak bu “meşruiyet”,
yazarın analizinde işçi ile devlet arasında oluşan, birbirini tanıma noktası
olarak iş görmemektedir. Başka bir ifadeyle yazara göre işçi, devletle müzakere
edemeyen, sadece ona dışsal bir varlık olarak varolabilen bir kimlik, fail ve
özneden ibarettir. Birer kategori olarak devlet ve işçi, birbirinden ayrı
şeylerdir; tarihse onları ancak birer hasım olarak bir araya getirmektedir.
Gelgelelim
bu noktada Posusney’nin başka yazarların kıymet vermediği hususları açıktan
dillendirdiğini söylemek gerekir. Bu bağlamda Firuz Ahmed ile Asef Bayat’ın
makaleleri kıyaslanabilir.
Ahmed’in
Türkiye’de işçi sınıfı bilincinin tarihi ile ilgili tartışmasında devlet
karşımıza, esas olarak bir baskı aygıtı olarak çıkar. Devlet, bu anlatı
dâhilinde temel tarihsel engellerden biri olarak takdim edilir. Yazara göre
Türk işçiler, bir sınıf olarak gelişebilmek için bu engelle başa çıkmak
zorundadır.
Firuz
Ahmed’in makalesi, “Kemalist rejimin uyguladığı hukukî ve ideolojik
baskılar”dan, Türk devletinin solcu aydınlarla işçiler arasında kurulacak
“ortaklığı” önleme girişimlerinden, “devletin kudreti”nden, ellilerde 1964’teki
senato seçimlerinden TİP’in dışlanmasına yol açan paranoyadan ve Soğuk Savaş
ideolojisi dâhilinde “militanlığı imkânsız hâle getirecek” adımlardan söz eder.
Asef
Bayat ise bilhassa 1965-1975 arası dönemde İran’da işçi örgütlerinin yenilmesi
ve işçilerin örgütsüzleştirilmesi noktasında devreye sokulan, sınıfı
pasifleştirici adımlar üzerinde durur ve bu konuda birçok solcu, liberal
tarihçi ve eylemci gibi, suçu tümüyle devletin politik baskılarında arar.
Bayat’ın
çalışmasında, bir yandan da baskı terimine destek sunan özel politika
tahayyülünden çok pasiflik fikrini eleştirir. Yazar bu noktada, baskı
koşullarına karşı yürütülen işçi direnişlerinin işe gelmeme, sabotaj, düşük
kaliteli mal üretme gibi biçimler alabileceğini söyler. Oysa kendi amacı
doğrultusunda Asef Bayat, devlet ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi anlama
noktasında baskı/direniş modeline itiraz etme gereği duymaz. Sonuçta
geliştirdiği eleştiri de eleştirdiği ifadeler de söz konusu modele dayanmaktadır.
Yukarıda
bahsini ettiğimiz ikinci eğilim, kimi zaman ekonomizm olarak anılır.[3] Burada
“sınıf bilinci”, ekonomik-seküler rasyonalite lehine işleyen bir eğilim olarak
inşa edilir, ardından da bu bilinç dil, din veya etnisite olarak
adlandırabileceğimiz başka göstergelere ait duygular ve tanımlamaların
karşısına çıkartılır. Etnisite ise doğası gereği sınıf dayanışmasını dağıtan
bir unsur olarak görülür. Şimdi bu eğilime Ahmed’in ve Quataert’in yazılarından
örnekler verelim.
Quataert,
Osmanlı ve Ortadoğu tarihinde yaygın olarak ele alınan konu başlıklarına dair
görüşler aktaran, revizyonist tarihi temel alan yazılar yazan bir isimdir.
Yazar dinin ve etnisitenin işçi sınıfının oluşum sürecinde yıkıcı bir rol
oynadığını söylemektedir.
Onun
tespitine göre tarihçiler, Avrupalı idarecilerin kaynaklarındaki dili ve
mantığı eleştirmeden benimseme meselesini fazla abartmakta, dolayısıyla
işçilerin hareketine ve çıkar temelinde verdikleri mücadelelere bakmak yerine
her taşın altında “Türk-Ermeni veya Müslüman-Hristiyan düşmanlığı”
görmektedirler.
Yazar
bu sorunu keşfederken Bursa’daki İngiliz konsolosunun Müslümanlardan oluşan bir
kalabalığın Ermeniye ait bir ipek fabrikasını yıkması ile ilgili 1860 tarihli
raporuna bakar. Quataert’in bu okuması, etnisite ve dini sınıf meselesinin
karşısına çıkartır. Bu noktada arşivleri tarayan yazar, konsolosun “geçerken”
dile getirdiği bir yorumu öne çıkartır ve onun işçilerin dinî kanaatlerle
hareket ettiğine ilişkin değerlendirmesine itiraz eder. Bu yorumda işçilerin
fabrikanın Müslüman mezarlığı üzerine inşa edilmiş olması bahanesiyle harekete
geçtiğinden bahsedilmektedir. Konsolos bir yandan da, Bursa’daki tüm ipek
atölyelerinin kısa erimli bir ekonomik darboğaz içine girdiğini söylemekte,
devletin acilen harekete geçmesi yönünde öneride bulunmaktadır.
Quataert
bu ifadeyi alır ve işçileri konsolosun bağnazlık suçlamasından kurtarmak için
kullanır. Bu yoruma göre isyanı tetikleyen, mezarın varlığı değil, düşük
ücretlere sebep olan ekonomik darboğazdır. Dolayısıyla kendi ekonomik
çıkarlarını savunmak için İslam’ın politik diline başvuran bağnazlar değil,
işçilerdir.
Quataert’in
bağnaz etiketi vurma meselesine itiraz eden yaklaşımı hoştur. Fakat bir yandan
da yazarın konsolosta görülen, seküler (düşük ücretler) ile “dinî olan”
(Müslümanların mezarlıkla ilgili duyguları) arasında kurduğu uzlaşmazlık
ilişkisi veya ikilik temelli fikri paylaştığını görmek gerekir.
İpek
fabrikası meselesine baktığımızda onun Ortadoğu’daki işçi sınıflarının
tarihinde gündeme geldiği biçimiyle, “din” veya “etnisite” meselesini
ciddiyetle ele alma fırsatı sunduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada şu tür sorular
sorulabilir: fabrikanın mezarlık üzerine inşa edilmiş olması, şehirdeki
Müslüman işçilerin cemaat, mekân, kutsallık, ölüm gibi hususlarla ilgili
anlayışları nezdinde ne tür bir öneme sahiptir? Ücretleri kültürel düzlemde
meydana getiren hususlar nelerdir? Fabrika için ne tür kelimeler kullanılmaktadır
ve bu kelimeler ne tür yan anlamlara sahiptir?
Benim
bu sorulara verecek bir cevabım yok, lâkin gene de Quataert’in belirli ifadeler
dâhilinde itiraz ettiği resmi söyleme ait söylemsel ve felsefi parametrelere
sadık kaldığımızda yazarın metninin seküler-dindar karşıtlığını kapsamlı bir
biçimde sorgulamaya sebep olacak yukarıdakilere benzer soruları sorma fırsatını
kaçırdığını söylemeliyim.
Etnisite
meselesi, Firuz Ahmed’in Türkiyeli işçilerle ilgili çalışmasında benzer şekilde
çıkar karşımıza. Hint tarihi konusunda kalem oynatan biri olarak onun yürüttüğü
tartışma benim aşina olduğum bir tartışmadır: Bu tartışmada etnisite, yönetici
sınıfların işçileri bölmek için kullandığı bir şey olarak görülüyor.
Altmışlarla birlikte işçilerdeki militanlık düzeyinin yükselmesi karşısında
paniğe kapılan devletin sağı devreye sokması meselesini tartışan Ahmed, TİP’in
sosyolog başkanı Behice Boran’ın partisinin Diyarbakır il kongresinde dile
getirdiği şu sözü onaylayarak aktarır:
“Yönetici sınıflar ırk ve
din meselesini istismar etmiştir. Bu sınıflar, Türkler, Kürdler, Çerkesler […]
Abhazlar aynı zamanda Sünniler ve Aleviler arasındaki farklılıkları kaşımaya,
işçileri bölmeye, parçalamaya ve ardından da onları uzun süre sömürmeye devam
etmeye çalışmışlardır.” (s. 149).
Boran
ve Ahmed, işçiler arasındaki farklılıkları kabul etmekte ama pratikte bu
farklılıkların yönetici sınıflar türünden yabancılar onları işçileri bölmek
için istismar edene veya “kaşıyan”a dek politik açıdan “nötr” veya “masum”
olduğunu söylemektedir.
Burada
tekrar etmekte fayda var: mesele, işverenlerin işçilerle ilgili bu görüşü
paylaşıp, bu görüşe ait önermeler üzerinden harekete geçtiği gerçeğini inkâr
etmek değildir (ki zaten işverenler de bu argümanı terse çevirirler ve
işçilerin patron dilinde “yabancılar” olarak ifade edilen sendika liderlerince
“maniple edildiğini” söylerler). Beni asıl ilgilendiren, “manipülasyon”dan söz
eden yaklaşım üzerinden dile getirilen önermelerde sömürücülere karşı eylem
yapan işçilerin fail, aktör, özne olarak takdim edilmesi, ama kendi aralarında
dövüşürken bu işçilerin solcu tarihçiler tarafından kendi haklarını bilmeyen,
özne olmaktan çıkmış, kolayca aldatılabilen, dışsal ve kendi çıkarlarına göre
hareket eden kesimlerin sömürüsünün ve manipülasyonun basit ve pasif birer
kurbanı olarak gösterilmesidir.[4]
Devleti
sınıfın oluşum tarihinin dışında gören, buradan da işçi sınıfının düşmanı kabul
eden yaklaşım kadar, sınıf veya çıkar temelli dayanışmanın karşıtı unsurlar
olarak dine ve etnisiteye itiraz eden yaklaşım da tarihsel kanıtlar ve teori
açısından savunulamaz niteliktedir.
Teorik
ifadeyle modern sınıfların oluştukları süreçler, mantıksal ve tarihsel planda
modern devletin oluşum sürecinden ayrı ele alınamazlar (sömürge devlet bu
sürecin bir türevidir).
Bir
“işçi”nin seküler kimliği edinmesi, modern “yurttaşlığı” temel alan daha
kapsamlı siyasetin bir parçasıdır. Bu politika, elbette ülkeden ülkeye
farklılık arz eder fakat bizim bu noktada sınıfın tarihi ile yurttaşlığın
tarihini birlikte ele almamız gerekir.
Bu
noktada birçok yazarın da üzerinde durduğu bir mesele olarak, Marksizmdeki
kendisi için sınıf-kendinde sınıf ayrımına bakılabilir. Elbette ki bir sınıf
örgütünün, örneğin bir sendikanın oluşumunu kendinde sınıf aşamasından kendisi
için sınıf aşamasına geçişe dair bir işaret olarak ele alabiliriz (aynı tespiti
belirli bir sektörde örgütlenen ticaret odası için de dile getirmek
mümkündür.).
Fakat
bu aşamada şu soru gündeme gelir: bu sendika, devletin kendisine tahsis ettiği
“yasal” alan, yani yurttaşlığın zorunlu kıldığı “örgütlenme hakları” olmaksızın
faaliyet yürütebilir mi?
Dolayısıyla
buradan “etkin sendikalar ancak ‘demokratik’ devlet kurma mücadelesinin parçası
olarak gündeme gelmelidirler” denilebilir. Bu anlamda üretim aşamasındaki
koşullar, devletin oluştuğu politik tarihten kopuk olarak oluşmazlar. Bu
sebeple bir kategori olarak “devlet”, proletarya denilen kategoriye dışsal bir
olgu olarak görülemez.
Sonuçta
sınıfın oluşumunu temel alan siyaset, yurttaşlık temelli siyasetten ayrı ele
alınamaz. Bu noktada Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels, kişisel
çıkarların genel çıkar biçimi alan sınıfsal çıkarlara nasıl dönüştüğünü
sorgular. Bu soruya verdikleri cevapta ikili, özel çıkarlarla kamusal haklar
arasında yapılan ayrıma yönelik vurgu dâhilinde yurttaşlık meselesine dair örtük
kimi tespitlerde bulunmaktadır:
“Komünist teorisyenler,
tarih boyunca özel kişiler olarak tarif edilen bireylerin genel çıkarı meydana
getirdiklerini […] genel çıkarı yaratanın özel çıkarlar olduğunu, genel çıkarın
özel çıkarla ilişkisi dâhilinde bağımsız bir güç olarak hareket ettiğini,
böylelikle söz konusu çelişkinin pratikte sürekli yok edilip yeniden
üretildiğini keşfettiler.”[5]
Yurttaşlık
meselesi, mantıksal açıdan modern devletin kuruluşuna dayanır. Philippe
Aries’in de anımsattığı biçimiyle kamu/özel karşıtlığı, ancak bireyin devletle
ilişkisi dâhilinde aldığı özel konum bağlamında anlam kazanabilmektedir.[6] Bu
sebeple belli ölçüde işçi sınıfı olmaya dair değerlendirmeler olarak işçi
sınıfı tarihleri, ancak yurttaşlık tarihinin bir parçası, dolayısıyla devletin
hayat hikâyesinin bir cüzü olarak yazılabilir.
Benim
sınıfla etnisiteyi karşı karşıya getiren tarih çalışmalarına düştüğüm şerh,
esasen bu yaklaşıma dayanmaktadır. Zira devletin oluşum süreçleri her daim, bir
zamanlar daha akışkan olan kimliklerin dondurulması ve yeniden belirli bir
hizaya getirilmesi üzerinden yeni etnisitelerin ideolojik planda kopyalanması
ve milliyetçilik çalışması gibi biçimlendirme çalışmalarını kapsar.
Sömürgeci
sanayileşme örneklerinde yapılan değişikliklere uygulanan bir argüman olarak
ulus-devlet, işçi sınıfının doğup geliştiği yerdir. Bu ulus-devlet, bizi aleni
biçimde çatışmalı olan iki kimlik inşasından birine ait olmaya davet eder.
Bu
kimlik inşalarından ilki, yurttaşın hakları üzerinde duran, evrenselmiş gibi
gelen söylem üzerinden oluşur. Bu söylem, sivil toplumun hayatını bilgiyle
donatır ve onu biçimlendirir. Genel kanaate göre sınıf dâhilinde görülen,
seküler, çıkar temelli bağlılık ilişkileri çoğunlukla bu alana aittirler.
Diğer
kimlik ise “halk”a ait kimliktir. Devlet tam da bu temel kültürel birliği
temsil ettiği iddiasında bulunur. Bu, etnisitenin inşa ettiği bir yapıdır. Söz
konusu kimlik, yurttaşlık denilen kültürel projenin tikelci, bir yandan da az
çok özgün yanını ifade eder. Yurttaşlığın tüm faaliyetleri, etnisite ile haklar
arasındaki çelişkiye dayanır. Modern devletin himayesi altında modern olmak
demek, bu çelişkiyi tüm yönleriyle yaşamak demektir.
Bu
noktada sivil toplumun bilimi olarak teşkil edilmiş ekonomi disiplininin
tanımıyla modern sivil toplumun, kaynakların kıt oluşu ile o kaynaklar için
gerçekleşen rekabet konusunda bize ne söylediği ve kamusal hayatta etnisitenin
oluşumunda nasıl bir rol oynadığı sorusunu bir kenara koyuyorum. Ben, daha çok
eleştirimin yanlış okunmasına mani olmak niyetindeyim.
Benim
derdim, hükümetlerin işçi hareketlerine asla düşman olmayacağını söylemek veya
devlet baskısına ilişkin devasa kanıtı çöpe atmak değil elbette. Patronların
işçiler arasındaki etnik ayrımlardan faydalandığı tabii ki doğru. Bu, onların
çıkarına uygun bir adım sonuçta.
Ben
daha soyut bir soru soruyorum aslında: modern devletle modern işçi sınıflarının
oluşumu arasındaki ilişkiyi nasıl kavramsallaştırabiliriz? Sivil toplum ve
kamusal alan, teori dâhilinde sınıf ve etnisite meseleleriyle nasıl bir ilişki
içerisindedir?
Bence
devletle işçi sınıfı, etnisite ile sınıf olma arasındaki çelişkiler, yurttaşlık
temelli siyaset ve devletin oluşumu ile ilgili benzer politika ve süreç
dizilerine ait hususlar olarak görülmelidir.
Kanaatimce
ele alınan tarih, muhtelif mücadelelere, tarihsel planda oluşan beklenmedik
durumlara ve belirsizliklere dair değerlendirmeler olarak okunabilir. Bu
olguların hepsi, son iki yüz yılda Avrupa tarihinden ve felsefesinden kök alan
belirli kritik kurumların evrenselleşme sürecine damgasını vurmuştur. Bu tarih
ve felsefenin kendisi bile bir mücadele ve tartışma sahasıdır.
Gelgelelim
emperyalizmin ve modernleşen milliyetçiliklerin uyguladığı şiddet sayesinde
aynı tarih ve felsefe, tüm çoğulluğuyla moderniteyi, yani modern devleti,
yurttaşlık siyasetini, kamusal alanı ve sivil toplumu tanımlayan özellikler
hâline gelmiştir.
Dolayısıyla
işçi sınıfının bir sınıf olarak hareket etme imkânı bulduğu yasal mekân için
verilen mücadele, Ortadoğu’da emek çalışan tarihçilerin üzerinde en fazla
durduğu konu başlığıdır. Quataert çalışmasında, basının yani kamusal alanın
1908 sonrası süreçte Osmanlı’daki işçiler nezdinde sahip olduğu öneme, Osmanlı
anayasası için verilen mücadelelere, sendikaların yasallaşmasına vs. işaret
eder.
Ahmed
ise işçinin sesiyle yurttaşın sesinin iç içe geçtiği pek de şaşırtıcı olmayan
bir hikâyeden bahseder. Bu noktada yazar, 1963 yılında Anadolulu bir işçinin şu
sözüne yer verir:
“Mecliste oturan işçiler
emekten yana değildir, çıkarttıkları kanunların işçilere bir faydası yoktur.
Eğer işçiler ve köylüler kendi temsilcilerini meclise taşırlarsa o vakit bu
durum değişir, bizim faydamıza olacak kanunlar çıkartılır.” (s. 145).
Türkiye
işçi sınıfının tarihini modern Türkiye’de yurttaşlığın tanık olduğu tarihten
ayırmak mümkün müdür? Bu noktada daha fazla kanıt sunmak mümkün: Selim Nasır’ın
öncülük ettiği atölye çalışması, Lübnan konusunda önemli şeyler söylemektedir.
Bu çalışmanın da anımsattığı biçimiyle, tarihlerin genelde birer ulusal tarih
olarak teşkil edildiği belirli bir gelenek dâhilinde çalışma yürüten
tarihçiler, şu hususu genelde fazlasıyla abartmışlardır: bir modern devletin
oluştuğu süreç, nadiren de olsa devleti ve ulusu kaçınılmaz olarak tanımlayan
sınırlara tabidir. Modernite, dolayısıyla işçi sınıfı her daim beynelmilel bir
çerçeve dâhilinde meydana gelir.
II
Buradan
farklılık meselesine geri dönüp açık uçlu tarihler yazma meselesi üzerine
durmak gerekiyor. Bir tür olarak emek tarihi, tüm işçi sınıflarını birbirine
benzer şeyler olarak gören sosyolojinin borusunu öttürdüğü genellemelere
şüpheyle yaklaşır.
Asef
Bayat bu noktada bir alışkanlıktan söz eder ve baskı koşullarında emeğin
direnişinin işe gelmeme, sabotaj, düşük kaliteli mal üretme gibi biçimler
alabileceğini söyler. Bu tespitte yanlış bir şey yoktur. Esasında Lockman’ın da
dediği gibi, “son yüz elli yıl boyunca dünya genelinde işçiler, adaletsiz veya
keyfi olarak gördükleri her türden hâkimiyet ilişkisine, zulme ve sömürüye
karşı koymuş, bunu grev, sendika, politik faaliyet türünden benzer kolektif
eylem biçimleri bağlamında yapmışlardır.”
Benim
üzerinde durduğum husus ise şudur: kültürleri ve tarihleri dikine kesen bu
türden benzerlikler, işçi sınıfının aşkın veya özsel niteliğinin değil, belirli
tarihlerden ve (her ne kadar ağız ucuyla dile getirilse de) uluslararasılaşmış
ekonomik kalkınma ve yurttaşlık söyleminden kaynaklı olarak, modern devletlerin
ve bürokrasilerin bu tarihler dâhilinde kalıcı olan varlıklarının bir
sonucudur. Dolayısıyla sınıfın dili, yurttaşlığın kullandığı dilin, sonuçta da
ulusun ve devletin dilinin ayrılmaz parçasıdır.
Farklılık
meselesi, esasen buradan kaynaklanmaktadır. Şurası açık ki yurttaşlık denilen
fikir, artık her ülkede politik söylemin, en geniş mânâda modernite söyleminin
parçasıdır. Ancak buradan, yurttaşlığın veya modern devletin herhangi bir yerin
özel tarihinde son bulacağı söylenemez; ulus ve devlet, önceden varolan,
çoğunlukla birbiriyle çelişen, dayanışmayla alakalı görüşler, kategoriler ve
pratikleri yutarak, mülk edinerek veya özümseyerek bir arada varolur. Sonuçta
yurttaşlık, demokrasi ve ulus gibi aşina olduğumuz, evrensel terimler için
oluşan farklı anlamlar bu yutma, mülk edinme ve sonuçta değiştirme için verilen
mücadeleler aracılığıyla ortaya çıkar.
Tarih
çalışmalarında bu sorun, bir çeviri sorunu olarak takdim edilir. Buradan şu
soru sorulabilir: beynelmilel akademi camiası olarak emek tarihçilerinin
kullandığı kategorilerle yerli kategoriler örtüşür mü?
Birçok
akademisyen, esasen bu soru üzerinde durmaktadır. Özel olarak ele alınan mesele
ise Ortadoğu’da zanaatkârlara has geleneklerin hâkimiyeti meselesidir. Buradan
çeviri bağlamında Lockman’ın kullandığı tayfa kelimesi gerçekten de
lonca anlamına gelmekte midir ya da Bayat’ın kullandığı devlet bildiğimiz
devleti mi ifade etmektedir veya Quataert’in kullandığı millet ulusu
karşılar mı? Kelimenin sahip olduğu gerçek anlamla çeviride kullanılan
kelimenin anlamı örtüşmeyebilir. Kelimenin anlamı ve önemi tam olarak ifade
edilemeyebilir, ayrıca yan anlamlar kabul edilse de emek tarihçileri arasında
kullanılan evrensel dil lehine unutulabilir.
Bence
bu çeviri meselesi, özelde İngilizceye veya Fransızcaya yapılan çeviriler ya da
bu dillerden yapılan çeviriler, Heidegger’in kullandığı mânâda, “dünyanın ve
insanın tam anlamıyla Avrupalılaşması” ile ilgili bir meseledir. Sonuçta
temsildeki şiddet, tüm dünyanın benimsemek zorunda kaldığı Avrupa
modernitesindeki şiddetle bağlantılıdır.
Örneğin
Türkiyeli bir aydın olarak Ethem Nejat’ın yüzyılın başlarında işçilere
proletarya sözcüğünün anlamını açıklama çabası içine girmesi, tam da bu gücün
örtük olarak kabulü ile alakalıdır. Proletarya sözcüğünü karşılayacak birkaç
sözcüğü eledikten sonra Ethem Nejat, şu sonuca ulaşır:
“Türkler Türkçede
karşılığı bulunmayan, Avrupa’ya ait bu kategoriyi kabul etmek zorundadır. Tıpkı
telefon, telgraf ve sosyalist kelimesi gibi proletarya
da beynelmilel bir kelime olarak kabul görmelidir. Biz bu kelimeyi kabul etmeye
mecburuz.” (s. 139)
Peki
Türkler, o zengin kültür sözlüğünde hiçbir anlam ifade etmeyen proletarya
kelimesini neden kabul etmek zorunda? Çünkü bu kategori ve içerdiği kimlik
anlatıları benimsenmeden modern/sömürge devletle etkin biçimde başa çıkılamaz.
Gelgelelim bu mecburiyet, herkeste aynı anda karşılık bulmaz. Buradan da bir
pedagoji projesi gündeme gelir. Çünkü fabrikalara sanayi işçileri olarak gelip
modern bürokrasilerle başa çıkmak zorunda kalan bir grup insan, kültürel ve
tarihsel açıdan ne tür bir geçmişe sahip olursa olsun, modern sendika
literatürü dâhilinde kutsal görülüp yüceltilen “işçi sınıfı” adlı kolektif
kimliği geliştirmeye mecburdur.
Kabul
etmek gerekir ki bu türden bir mecburiyet, modern kurumların dayattığı bir
şeydir ama o, bir yandan da belirli itirazlarla gerçekliğe dökülür. Sendikalı
modern işçi kimliğinin gelişimi, hassasiyetler sahasında bir cedeli şart koşar.
Bu cedel, çoğunlukla işçilerle liderleri arasında cereyan eder. Bu noktada
liderlerin milliyetçi veya sosyalist olmasının bir önemi yoktur. Aynı cedel,
bir yandan da işçiler arasında gerçekleşir. Dahası cedelin sonuçlarını kimse
önceden bilemez.
Tinker,
Tailor, and Textile Worker [“Tamirci, Terzi ve Tekstil İşçisi”] isimli
çalışmasında Ellis Goldberg şunu söylemektedir:
“Denildiğine göre sendika
denilen fikir, doğası gereği, tarihsel planda loncadan neşet etmiştir. Oysa
gerçekte böyle bir şey yoktur. Birçok Mısırlı işçinin inandığı biçimiyle,
modern sendikaların oluşumu, ilk dönem dayanışma anlayışlarına karşı topyekûn mücadele
verilmesini gerekli kılmıştır.”[7]
Türk
lider Ethem Nejat, bu pedagoji projesi için verilecek mücadeleyi kabul eden bir
isimdir. Onun düşünsel çabalarında amaç, bilinçlendirmektir:
“Ne yazık ki günbegün
sömürü, baskı, sefalet koşullarında büyüyen ama paçasından aşağı çekilen
proletarya, birçok yerde kendisini tanımamaktadır.”
Eğer
hâlen daha Leninist (öncülüğü esas alan) bir siyaset anlayışı üzerinden kalem
oynatıyorsak burada bir sorun yoktur. Ama Foucault ile birlikte meseleyi daha
iyi kavramış olmamız gerekir. Artık biliyoruz ki “bilinçlendirme” meselesi,
tarihsel planda insanları haklarının farkında olan yurttaşlara dönüştürme
çabasının bir parçasıdır. Haklarını bilen insanlar, demokratik devlet eliyle
idare edilirler. Demokratik devletse özü itibarıyla baskı uygulama ve yurttaşın
gündelik hayatının özünü neyin teşkil ettiğini sürekli unutma becerisi üzerine
kuruludur. Bilinçlendirme denilen şey iktidara ait bir proje değilse nedir?
Sonuçta
bu, kimin projesidir? En geniş mânâda bu terim milliyetçilere ait bir projedir.
Lockman da bu gerçeği kabul eder ama o aynı zamanda “bilinçlendirme” ifadesini
yerli burjuvaziye ve kendilerini sosyalistlere karşı milliyetçi olarak ifade
eden kişilere doğru daraltır. Oysa insanları bir ulus-devletin yurttaşları
kılma projesi, hem solun hem de sağın uyguladığı bir projedir. Bu, Ortadoğu’da
ve Üçüncü Dünya’da ülkelerin kendi kapitalistlerinin arzuları hilâfına
uygulanmaz.
Aslında
“açık uçlu” tarih yazma meselesi, bu projeden eleştirel-teorik mesafe alma ile
ilgilidir. Bu tarih çalışmasında hakları esas alan dilin evrenselliği,
yereldeki birçok mücadelede işe yarasa da iktidara ait modern düzenlemelerin
dayandığı hâkimiyetin ve şiddetin parçasıdır. Bilindiği üzere Foucault, akıl
hastanesi, klinik ve hapishane tarihinde iktidar-bilgi eksenini gayet ikna
edici bir biçimde incelemektedir.
Açık
uçlu tarih, bir yandan da evrenselliğin sahada taviz verdiği üzerinde durur.
Buna göre, bizim uğruna “emek tarihi” üzerine kurulu liberal-demokrat anlatılar
kaleme aldığımız madunlar, liberal tahayyüle karşı çıkabilirler, onu
benimseyebilirler, çöpe de atabilirler.
Bu
noktada mesele, teleolojilere karşı çıkmak ve tarih aktarımı dâhilinde devlete
ve yurttaşlığa dair anlatılarla birlikte varolan, bazen de onları redde tabi
tutan insanî bağlantılarla ilgili anlatıları açığa çıkartmaktır.
Bu
tarih (tarihçi sadece modern bir unsur olarak yazabildiği için) ancak bir ironi
tarzı olarak işler. Ondaki ahlak temelli sezgi, insanların mutluluk ve refah
adına çile çektiği, canı yandığı her duruma saygı duymalı, bunları
belgelemelidir.
Bu
noktada Ortadoğu’nun emek tarihine ait kimi somut örneklere dönüp Goldberg’in
“yirminci yüzyılın zanaatkâr birlikleri en iyi geçiş aşaması olarak idrak
edilebilir” tespitine itiraz edilebilir.[8]
Goldberg’in
makalesi, açık uçlu olmayan tarihsel anlatılara dair sorunları aktarmaktadır.
Yazar, pratikte zanaatkâr uygulamalarının hâlen daha canlı olduğunu ortaya
koyar ama bir yandan da onları Mısır’daki modernitenin bir parçası olarak
görmez. Ona göre “otuzlarda Mısır’da sendikalar, zanaatkâr birlikleri
olmaksızın hareket edememişlerdir.”[9]
Peki
sendikayı bir geçiş formu olarak görmek yerine onu Avrupa modernitesinin
yayıldığı süreç dâhilinde loncadan başlayan bir yolculuk olarak neden
görmüyoruz? Görebildiğimiz kadarıyla, madun sınıfların aklında olan, yurttaşlık
türünden birçok farklı konuyla ilgili anlatı ile modernistlerin öncü siyaseti
arasında süren, hassasiyetlerle alakalı cedelden kaynaklı anlam dağılımlarında
uzlaşma noktaları bulunmaktadır.
Makaleyi
yukarıdaki soruyu sorarak bitirmiş olalım. Zira özünde bu makale, Ortadoğulu
birçok tarihçinin dikkatini çeken Avrupamerkezci eleştiriye benim Hint tarihi
çalışmalarımla ilgili deneyimimi katan bir çalışmadır.[10]
Dipesh Chakrabarty
[Kaynak:
Workers and Working Classes in the Middle East, Yayına Hazırlayan:
Zachary Lockman, State University of New York Press, 1994, s. 321-333.]
Dipnotlar:
[1] Bkz.: Yayına Hz.: Kenneth Ruthven, Beyond the Disciplines: The New
Humanities (Canberra: Australian Academy of the Humanities, 1992).
[2]
Martin Heidegger, On the Way to Language (New York: Harper and Row,
1982), s. 15.
[3]
Bkz.: Yayına Hz.: Ranajit Guha, Subaltern Studies: Writings on Indian
Society and History (New Delhi: Oxford University Press, 1982-89), Cilt.
1-6. Burada ekonomizm Modern Prens’te Gramsci’den farklı şekilde
kullanılmaktadır. Bkz.: Antonio Gramsci, Selections from the Prison
Notebooks, yayına hazırlayan ve çeviren: Quintin Hoare ve Geoffrey Nowell
Smith (New York: International Publishers, 1973), s. 158-168.
[4]
Bu mesele ile ilgili olarak Hindistan bağlamında yürütülmüş olan tartışma için
bkz.: Dipesh Chakrabarty, “Of 'Communal' Workers and 'Secular' Historians,” Seminar
[Delhi], Sayı. 374 (Ekim 1990).
[5]
K. Marx ve F. Engels, The German Ideology (Moskova: Progress Publishers,
1976), s. 262, 264.
[6]
Philippe Aries, “Introduction”, Yayına Hz.: Roger Chartier, A History of
Private Life: Passions of the Renaissance içinde (Cambridge, Mass.: Harvard
University Press, 1989), s. 9.
[7]
Ellis Goldberg, Tinker, Tailor, and Textile Worker: Class and Politics in
Egypt, 1930-1952 (Berkeley: University of California Press, 1986), s. 78.
[8]
A.g.e., s. 91.
[9]
A.g.e.
[10]
Bilhassa şu çalışmaya bakılabilir: Theory Politics and the Arab World:
Critical Responses, Yayına Hz.: Hisham Sharabi (New York: Routledge, 1990).
Burada ayrıca şu çalışmadan faydalandım: Rifa’at A. Abou-El-Haj, “Theorizing
Historical Writing Beyond the Nation-State: Ottoman Society of the Middle
Period” (yazar incelik gösterip çalışmayı bana göndermiştir). Okurlar, benim
“Postcoloniality and the Artifice of History: Who Speaks for Indian Pasts?”
isimli makalemi Representations dergisinin 37. sayısında (1992)
bulabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder