Avrupa
konusunda ne söylersin? Biraz da Avrupa’nın politik geleceğini konuşalım. Göç
krizinin yaşandığı, aşırı sağcılığın yükselişe geçtiği koşullarda Avrupa’nın
yüzünü sola nasıl döneceği konusunda sen ne düşünüyorsun?
Bence
bazı kavramlara açıklık getirmek lazım. Ben, esasen belirli bir sol kesimle
kavga içerisindeyim. Birinci ve ikinci dünya savaşı konusunda farklı
düşünüyoruz. Her iki savaşta da emperyalizmin önemli bir rol oynadığı açık. Ama
öte yandan Lenin, Birinci Dünya Savaşı’nı sömürgeci köle sahipleriyle
sömürgelerdeki köleler arasındaki bir mücadele olduğunu söylüyor. İlk savaş
esnasında bu köleler pasifler.
II. Dünya Savaşı ise oldukça farklı. Bu savaşta sömürgelerdeki köleler önemli,
sonuca doğrudan tesir eden bir rol oynadılar. Savaşın sonucunu Sovyet halkının
Nazi İmparatorluğu’na karşı verdiği mücadeleyi ifade eden Büyük Yurtsever Savaş
üzerine düşünmeden anlamak mümkün değil. Bu yurtsever savaş, komünist partinin
öncülük ettiği, sömürgecilik karşıtı bir savaştı.
Hitler’in
Doğu Avrupa’da yapmak istedikleri ile Japon emperyalizminin Asya’da yapmak
istedikleri aynı. Japon emperyalizmi, Çin’i ve Kore’yi sömürgeleştirip
köleleştirmek için uğraştı. Ama Asya’da Çin halkı Japon işgaline karşı direndi.
Bunlar iki sömürgeci savaş. Elbette sonrasında Vietnam’a, Küba’ya ve Cezayir’e
tanıklık ettik. Başka bir ifadeyle, Nazilerin yenilgisi ardından dünya
genelinde sömürgecilik karşıtı devrime tanık olduk.
Ne
yazı ki savaşın hemen ardından Troçkistler “hepsinin emperyalist olduğunu”
söylediler. Aynı kesim, milli bir savaşın imkânsız olduğu üzerinde durdu, ne
Nazileri ne faşist İtalya’yı ne de sömürgecilik geleneğini radikalleştirme
girişimi olarak Japon emperyalizmini anlayabildi.
Evet
bugün bazıları, Amerika’nın emperyalist olduğunu söylüyor ama bazıları da
Çin’in emperyalist olduğundan bahsediyor. Şimdi Çin’den bahsetmeyeceğim.
Kanaatime göre öncülüğünü KP’nin üstlendiği Çin, emperyalizme karşı mücadelede
önemli bir rol oynuyor.
Avrupa
meselesine gelece olursak; Avrupa, ABD gibi değil. Amerika’nın Almanya ve
İtalya’da askerî üsleri bulunduğunu unutmamalıyız. İtalya, tümüyle egemen bir
devlet değildir. Nükleer silâhları bünyesinde barından bu üslerin tüm kontrolü
Washington’dadır. Dolayısıyla İtalya ve Almanya gibi ülkelerin Washington’da
alınan bir kararla savaşa girme ihtimali mevcuttur. Tabii bugün Rusya Avrupa’ya
savaş açsa ABD Moskova’yı bombalar, Rusya da bu saldırıya cevap verir. Bir
İtalyan olarak konuşmam gerekirse, İtalyan halkının Amerikan emperyalizmi için
ölecek lüzumsuz bir kalabalık olması fikrinin hoşuma gideceğini söylemem lazım.
Peki
bu Üçüncü Dünya Savaşı’nın çapı ve derinliği ne olacak? Somutu düşünmemiz
lazım. Mesele, Merkel’in veya İtalya’nın Washington’a savaş açması değil. Asıl
tehlike, ABD’nin Rusya’ya, Çin’e veya her ikisine birden savaş açması, ABD’nin
Almanya’yı, İtalya’yı ve diğer Avrupa ülkelerini Çin’le ve Rusya’yla savaşmaya
zorlamasıdır.
Dolayısıyla
Avrupa’da asıl gereken, barış mücadelesidir ve bu mücadele, barış en büyük dava
olduğu için değil, İtalya’nın ve Almanya’nın Amerikan emperyalizmine karşı
bağımsızlığını savunmak için verilmelidir.
Geçmişte
Palmiro Togliatti ile ilgili bir makale kaleme almıştım. Vaktiyle bu makaleyi
Brezilya Komünist Partisi tercüme etti. Togliatti, Soğuk Savaş’ın yol açtığı
tehlikelere, Üçüncü Dünya Savaşı tehdidine karşı mücadele etmiş, ama aynı
zamanda ülkesinin ABD emperyalizminin prangalarından kurtulması için uğraşmış
bir isimdi.
Bugünse
durum farklı. Geçmişte, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, hatta ikinci
savaştan sonra askerî planda farklı ittifaklar kuruldu. Bugün büyümeyi bir tek
NATO bildi.
Geçmişte
bu askerî ittifaklar birbirlerini eleştirir, ordularını büyütmekle suçlardı.
Bugün tam tersi bir yaklaşım geçerli: ABD Almanya’yı, İtalya’yı ve diğer Avrupa
ülkelerini ordularına çok az para harcadıkları için eleştiriyor. Washington,
Avrupa’nın Rusya ve Çin’e karşı mevcut askerî kapasitesini artırması için baskı
uyguluyor.
Bu
noktada baş düşmanın ABD olduğunu söylememiz lazım. İtalyalı büyük komünist
lider Palmiro Togliatti, komünist partinin ana vasfının kendisini baş düşmanı
belirleme becerisi ve tüm enerjisini bu düşmana karşı mücadeleye hasretmesi
olduğunu söylüyor. Bugün de bu ölçüt geçerli.
Baş
düşman ABD’dir. Avrupa’yı bile ondan kopartmak mümkündür. Avrupa’nın alnında
ABD’nin peşinden gitmek yazmamaktadır. Avrupa’da kendi dış politikası dâhilinde
bağımsız bir yol yürümeyi tercih eden birçok güç mevcuttur.
Bu
bağlamda Avrupa soluna ve sağına bakmak lazım. Bir kısım sol, bugün “Marine Le
Pen’in sağcı” olduğunu söylüyor. Evet onun solcu olmadığı açıktır. Ama eski
Fransız cumhurbaşkanı François Hollande’ın Marine Le Pen’in solunda
konumlandığını söylemek mümkün müdür? Bu konuda benim şüphelerim var. Zira sağ,
savaştan yanadır ve Hollande, Suriye’deki savaşa Marine Le Pen’den daha fazla
destek vermektedir. Le Pen’i tabii ki desteklemeyeceğim ama Hollande’ı
desteklemem, onun peşinden gitmem için de ortada bir sebep yok. İtalya için de
benzer değerlendirmelerde bulunmak mümkün.
Dolayısıyla
solla sağ arasında ayrım yapmak niyetinde isek bizim iki önemli mesele üzerinde
durmamız gerekir: ilk mesele, neoliberalizmin dayattığı tasarruf tedbirleri ve
sosyal refah devletinin yıkılması meselesi ise diğeri de dünya savaşı, yeni
sömürgeci savaş riskidir. Bu savaşlara Libya, Irak, Yugoslavya ve Suriye’de
tanık olunmuştur. Bunlar, yeni sömürgeci savaşlardır. Eğer bir parti bu
savaşları savunuyorsa, o parti solcu değil sağcıdır.
2015’te
Princípios dergisine verdiğin bir röportajda Brezilya’da iktidarın sağın
eline geçmesinin büyük bir felâket olacağını söyledin. Bugün Michel Temer
hükümeti, işçi haklarına her alanda ciddi saldırılar gerçekleştiriyor. Bu
mesele hakkında ne düşünüyorsun, bir de Arjantin’de Cumhurbaşkanı Mauricio
Macri örneğinde görüldüğü üzere, Latin Amerika’da sağın yaşadığı diriliş
konusunda ne söylersin?
Bence
bugün dünya genelinde ikinci sömürgeci karşı-devrime tanıklık ettiğimizi
görmeliyiz. İlk karşı-devrimin altında Hitler’in imzası vardı. İkincisi, sadece
Ortadoğu’da değil Latin Amerika’da da gerçekleştiriliyor. Burada amaç, Monroe
Doktrini’nin yeniden tesis edilmesidir. Bugün elbette ki Brezilya, Arjantin,
Venezuela gibi ülkelerde solcu hareket güçlü ama şunu da görmek lazım: ABD yeni
bir saldırı gerçekleştiriyor ve bu saldırı, ikinci sömürgeci karşı-devrimin
ayrılmaz parçası.
ABD,
Monroe Doktrini’ni resmi olarak hiçbir zaman rafa kaldırmadı. Onun belirli
dönemlerde ilgili doktrini dayatma imkânını bulamadığını görmek lazım.
Kanaatime göre ABD, bugün Monroe Doktrini’ni yeniden yürürlüğe koymak için
uğraşıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder