O harika Türkçesiyle Aydın Çubukçu şunu söylüyor:
“Erdoğan’ın yerine koltuğa oturacak hiçbir hükümet böyle bir tufanı
beceremez.”[1] Buradan anlıyoruz ki küçük burjuva, kalbinin bir yerinden,
Erdoğan’ın gitmesini istemiyor! Sadece “yumuşak, halim selim, piyasaları,
dışarının parasını ürkütmeyecek biri olsun” diyorlar. Nuh diye burjuvazinin
eteğine tutunup gemisine biniyorlar. Çubukçu, bulunduğu ülkenin aklıyla
düşünüyor, konuşuyor.
O yüzden Çubukçu gibilerin sendikacılığı, Selin Sayek
Böke ile yoldaş. Bunların solculuğu, çektiği filmde patrona, “işçilerinize aynı
gemide olduğunuz hissini verin” öğüdünü veren Müfit Can Saçıntı’ya örgütlü.
Şenliklerinde bu tip adamların stand-uplarıyla kendilerinden geçiyorlar.
Buradan “devrimin özü biziz, halk bize biçim olmuyor” diye sızlanıyorlar. “Aynı
gemideyiz” anlayışı üzerinden sendika maaşlarını cebe indirirken, nedense hiç
rahatsız olmuyorlar.
Çubukçu, sol partilerin STK’ları “iktidar merkezleri”
hâline getirmediğinden şikâyet ediyor. Buradan, EMEP’in sendikaları
STK’laştırdığını, son krizi bu kafayla karşıladığını, susma gerekçelerini AB
ile bağlarda aramak gerektiğini söylemek mümkün. Demek ki Brexit’e bu yüzden
ağıt yakıyorlar. Sınıfın derdiyle zerre ilgilenmiyorlar. Kendi bireysel
dertlerini konuşturuyorlar.
* * *
Kendisini sabit bir öz; halkı, sınıfı, ezileni biçim
olarak gören yaklaşım, metafiziğin kulu olduğunu görmüyor.
İngiltere’deki seçim konusunda kendisine “sosyalist”
diyenler, seçimlerde seçmenin yaş dağılımını veren bir tabloyu paylaşıp, “45
yaş üstü oy vermesin” önerisinde bulunabiliyorlar. Faşizm gibi Yahudilerden de
önce sakatları ve yaşlıları öldürüyorlar! Hazır, Yahudilerin yerini
Müslümanların aldığı konuşuluyor Avrupa’da. Sol şahsında içselleştirilmiş,
maskelenmiş faşizm konuşuyor.
Aynı metafizik, şu tespiti yapabiliyor mesela:
“Gençlerde İşçi Partisi’ne oy verenlerin oranı yüzde seksen, yarın bizimdir.”
Bu tespiti yapanlar, insanların ve toplumsal ilişkilerin durağan ve sabit
olduğunu düşünüyorlar. O gençlerin ileride başına ne geleceğine bakmıyorlar. Bu
sebeple, eskiden İşçi Partisi’ne verirken, bugün sağ partiye neden oy verildiği
üzerinde durmuyorlar.
Bu küçük burjuvanın hâkimiyeti kırılmalı. Sınıf
mücadelesinin alanı küçük burjuvaziyi kapsayacak şekilde genişletilmeli. Sınıflar
mücadelesinin en keskin şekilde yaşandığı yerin küçük burjuvazi olduğu
görülmeli.
* * *
Veysi Sarısözen’in “Mustafa Suphi’nin bayrağı MLKP’ye
geçti” sözü en çok MLKP’ye zarar verir, çünkü Sarısözen’in siyaseti de geçmişi
de şaibelidir. 12 Eylül’de “goşistleri temizliyor” diye Kenan Evren’e alkış
tutan bu kişinin bugün bir örgüte işaret etmesinin bir anlamı yoktur. Ayrıca bu
tutum, söz konusu örgüt için zararlıdır, onun itibarına leke düşürür. Örgütünü
götürüp devlete, sendikasını CHP’ye teslim etmiş bir karganın kılavuzluğuna
güvenmemek gerek.
Öte yandan, Sarısözen’e Yeni Demokrasi’nin
cevap vermesinin de bir anlamı yok, çünkü Sarısözen, MLKP’nin “Maocu”
olmadığından bile habersiz, dolayısıyla, bu noktada Maoizm savunmasına girişmek
gereksiz.[2] Gün, etiket koruma kollama günü değil. Vakit Maoizmcilik yapmanın
değil, Mao’nun komünist devrimciliğini bugünde işletmenin vakti.
Suphi’nin bayrağında dinî ve milli itiraza dair
unsurlar da yazılı. MLKP ise tüm varlığıyla, Batı’da imal edilmiş mutlak yüce
birey ölçüsüne göre hareket eden, onun sınırsız-sınıfsız (metafizik ve
idealist) özgürlüğünü esas alan, tam da bu itirazlara karşı örgütlenmiş bir
yapı. Bu tür örgütler, “Müslüman işçiler birleşiniz”[3] diyen Suphi’ye de milli
kurtuluş hareketleri konusunda Bolşeviklerin siyasetine yoldaş olan dinamiğe
de, Bakû Kurultayı’na, 10 Eylül’ün arkasındaki fikre de karşılar.[4]
Dolayısıyla kimse, sahibi olmadığı bayrağı bir başkasının mülkiyetine
geçiremez; mesele, o bayrağa ait olmak, altında toplaşmaktır. O bayrak hiç Sarısözen’e
ait olmadı ki onu birilerine miras bırakmaya hakkı olsun. Ayrıca, asıl mesele,
bayrağı mülk edinmek değil, onun yürüyüşüne yoldaş ve ait olabilmek.
Temelde Veysi Sarısözen’in bugün neden söz konusu
örgütü işaret ettiği üzerinde durmak gerek. Bu noktada Selim Açan’ın unuttuğu
bir gerçeği hatırlamakta fayda var: “Başarılı” addettiği MLKP, süreç içerisinde
birçok kez dağılmış, bölünmüş, bu uğurda kurşun bile sıkılmıştır.[5] Bir de
Açan’a şu soruyu sormak gerekir: “HBDH devrimci mi değil, güç mü değil, birlik
mi değil? Ayrıca kimi nereye çağırıyorsunuz?” Herkes, Veysi Sarısözen’in
çağırdığı yere gelmek zorunda mı? Sarısözen’in goşistleri temizleme görevini
bıraktığı konusunda garantiyi size kim veriyor?
* * *
Yaşar Ayaşlı’nın yazısı[6] bugünün özeti gibidir.
Ayaşlı, işkencede teslimiyetten ve mültecilikten bahsediyor. Bugün sol
örgütlerin büyük bölümü, bu iki ideolojik-politik yönelimin egemenliği
altındadır. Avrupalılık ve örgütünü/yoldaşını satma, doğallaşmıştır. Bugünkü
örgütler, bu fikrî zemin üzerine inşa edilmişlerdir. Mültecilik ve teslimiyet,
olağanlaşmıştır.
CHP kuşatmasının Avrupa’dan alınan fonlarla, talimatlarla ve emirlerle yarılıp aşılması mümkün değildir. En eleştiriyormuş gibi
görünen, İzmir’in “CHP” caddesinde Noel Baba kılığına girip ajitasyon çeker.
Ayaşlı’nın Birikim eleştirisine sahip çıkan, gider İdris Küçükömer ile
Kaypakkaya’yı birleştirmeye çalışır (Bkz.: Teori ve Politika).
Sonuçta bugün yoksulluk, yolsuzluk, israf temelli
siyaset, CHP koridorlarında, doktrin merkezlerinde imal edilmiş bir tür seçim
siyasetidir. Bu noktada tüm sosyalist örgütler, öncülüğü değil, taşeronluğu
seçmişlerdir. Mesele, bu başlıklarda siyaset yürütmek değildir, CHP’nin
siyasetini onun giremeyeceği, girmeye yüzünün olmadığı yerlere taşımaktadır.
Sosyalist örgütlerin kendi gündemleri, yönelimleri, kendi taktik-stratejileri
yoktur. Teslimiyet ve mültecilik, taşeron sözleşmesinin ana maddeleridir.
* * *
Bu bağlamda, “Veysi’nin işaret ettiği yerde neden
toplanalım?” sorusu, acil ve günceldir. Bu tür bir fikir entristtir, başka
yapılara girer, oraları böler, bürolarını basar, mahallesini tarar, örgütleri
birbirine kırdırır, başka örgütleri tasfiye eder, yola taş koyar, halkı belli
bir sola, solu da belli bir sağ liberal çizgiye mahkûm etmeye çalışır vs. Bu
hat, reddedilmelidir.
Çünkü Veysi demek, Ufuk Uras demektir. ÖDP zamanında
Uras’a işaret eden, onu piyasaya sunan, Sarısözen’dir. Kimlerin kimlerle
ilişkili olduğu net değildir, bu bulanıklık, sosyalist harekete ciddi zarar
vermektedir.
Selim Açan, “çözüldün işkencede” dediğinde, “ne olmuş
yani!” diye cevap veren Oğuzhan Müftüoğlu, bugün hâlâ tüm Devyol’a hükmediyor
olmalıdır. Başkasına, başka siyasete izin verilemez. Yoksulun, işçinin,
ezilenin öfkeli bilincinin, bilinçli öfkesinin sosyalist örgütlerde ve
yönetimlerinde karşılık bulması mümkün değildir.
Çünkü Zizek’in bir çalışmasında dile getirdiği
biçimiyle, “polis teşkilâtı, işlevi rejim ve temsilcileri hakkında siyasi
fıkralar icat edip bunları tedavüle sokmak olan bir departmana sahiptir. Polis,
bu tür fıkraların tüm olumluluğuyla istikrar kazandırıcı bir işleve sahip
olduğunu bilmektedir.”[7] Aynı şekilde, Gezi’nin mizahî dili, polisin kitleye
kaçması için açtığı yol ile birlikte ele alınmalıdır. İstikrar, devlet ve
sermaye içindir.
Müftüoğlu ve türevleri, bu türden bir fıkra, yol ve
dildir. Onun bir şakası olarak Alper Taş, hem AKP’nin sona geldiğinden, hem
rejimi ve düzeni değiştirmekten söz etmekte, “halkımızın solu özlediğini”
söylemektedir.[8] Kibar Feyzo filmindeki repliği tekrarlarsak: ağalar
bizimle eğlenirler, orası açıktır! Çünkü daha dün, “bu halk, bizim istediğimiz
halk olana kadar gerekirse otuz yıl bekleriz” diyen Alper Taş gibilerin, 17
Ağustos, 19 Aralık, esnaf isyanı gibi momentlerde sergiledikleri sicil
ortadadır.
Taş’ın şefi Müftüoğlu, geçmişte olduğu gibi bugün de
“birlik de birlik!” derken belirli yönelimleri dağıtmak, imkânları ortadan
kaldırmak, CHP dışı arayışları gerisin geri oraya bağlamak için vardır.[9] O,
buna mecburdur. Başka türden yetmez ama evetçilere illaki kucak açacaktır.
Şimdi “yetmez ama evetçileri tarihin çöplüğüne ben yolladım” diyen örgüt şefi,
(yanlış hatırlamıyorsam) 2005’te DSİP’le birleşmeyi tartışmıştır. Bugünse
sadece, bir yanıyla, belirli odaklardan görev talebinde bulunmaktadır. Solu
birleştirme ve solun birliği, netameli konulardır. Bu hususlara her zaman ihtiyatlı
yaklaşmak gerekir.
Çünkü mevcut şeflerin kolektif, tarihsel, sınıfsal
mücadelelere yoldaş olmaları, kesinlikle mümkün değildir. Bu şefler, nedense
bugün, gözlerini gene sola, solun birliğine, elli yıldır “özneleşememiş solun
özneleşmesi”ne dikmişlerdir. Başka yerlere bakamamaktadırlar. Oysa solun
siyaseti, gene sol olamaz. Birlik edebiyatı, tasfiyeciliğin kılıfıdır.
Sonuçta şu bilinmelidir: sadece kendisini gören göz,
kör; sadece kendisinin görülmesini isteyen akıl, cahildir.
Eren Balkır
8 Ocak 2020
Dipnotlar:
[1] Hakkı Özdal, “Aydın Çubukçu Söyleşisi”, 6 Ocak 2020, Duvar.
[2] “Eski Tüfek Bir Revizyonist: Veysi Sarısözen!”, 14
Kasım-28 Kasım 2019, Yeni Demokrasi.
[3] Mustafa Suphi, “Müslüman İşçilere Hitap”, 27 Ocak
2016, İştirakî.
[4] Eren Balkır, “Dünyayı Sevenler Veli Değil”, 6 Ekim
2018, İştirakî.
[5] H. Selim Açan, “Devrimci Bir Güç Birliği
İhtiyacı”, 25 Aralık 2019, Umut.
[6] Yaşar Ayaşlı, “Mültecilik, İllegalite, Ricatçılık,
Kahramancılık” Birinci, İkinci ve Üçüncü Bölüm, 25 Aralık 2019, Sendika.
[7] Slavoj Zizek, Zizekten Nükteler, Encore,
Çev. Erkal Ünal, 2014, s. vii.
[8] “ÖDP Neden İsmini Değiştirdi?”, 30 Aralık 2019, OdaTV.
[9] Oğuzhan Müftüoğlu Söyleşisi, 29 Aralık 2019, Birgün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder