Zıpır
bir hayal gücü vardır bende. Daha on bir yaşımda bile değildim, ama bir şekilde
İran İslam Cumhuriyeti’ni tahayyül ederdim zihnimde. Uzun süre önce politik
faaliyet içerisinde olmuş aile üyelerinin anlattıkları hikâyelerde, Birleşik
Devletler’de geçen mülteci hayatında görülen aykırılıklara dair bir açıklama
bulurdum. Bizimkilerin geçmişteki faaliyetleri romantik ve sade idi.
Ailem
ABD’deydi, çünkü ABD hükümetinin destek verdiği bir diktatöre karşı
çıkmışlardı. Aile fertlerinin gördükleri baskılara dair hikâyeleri dinlerken,
kendimi İran’daki bir politik tutsak olarak hayal eder, sevmediğim yemekleri
yemek zorunda kaldığımı düşünür, Los Angeles’taki o loş evde ninemin içirdiği
çorbadan kalan kısmın bebekliğimden beri ziyaret etmediğim bir ülkede yeni yeni
gelişen politik bir örgütün hayatta kalmasını güvence altına alabileceğine dair
tuhaf fikirlerle boğuşurdum. Dünya, sanki hem sevda hem de dehşet ile
anlamlandırılmış bir yerdi.
Ülkesini
terk etmek zorunda kalmış Marksist bir ailenin çocuğuydum. Bu da benim,
başkalarının duymaya hazır olmadıkları gerçeklere vakıf olduğum anlamına
geliyordu. Bizdeki solcu hayal gücünü esas olarak tanımlayan şey, İslam
Cumhuriyeti’nde yaşanmakta olan hayata yönelik muhalefetti. Uzak ama sabit hali
ile İran, kendi varlığıyla, bizim göç sürecinin o azgın dalgalarında yolculuk
etmemizi mümkün kılıyordu. ABD’ye geldiğimizde, Reagan’ın başkanlığı etrafında
oluşan uzlaşma havası, altmışların ve yetmişlerin muhalif ruh hâlinin yerini
almıştı. Bu dönemde örgütlü faaliyet, bir vaat olarak yerini neoliberal
politikalara bırakmıştı. Bu hiç aşina olmadığımız, bizi de pek hoş karşılamayan
ortamda, hepimiz hayal gücümüze bir tür cankurtaran sandalı gibi sarıldık ve
bir yandan geçmişe ait hatıraları çağırdık, bir yandan da gelmekte olan şeyi
yönetmek için kendimizce bir yön belirledik.
Elimizden
gelenin en iyisini yapmamıza rağmen sağladığımız denge, kısa süreli olduğunu
ispatladı. Bazı anlarda geçmiş, hayatımız dâhilinde, beklenmedik bir biçimde
karşımıza çıkıp paniğe, hatta oradan da öfkeye yol açıyordu.
Bir
gün halamın telefonla konuştuktan sonra gözyaşlarına boğulduğunu hatırlıyorum.
Kuzeni idam edilmişti. Bir akşam da panjuru aralayıp dışarıyı seyrederken, bir
aile dostumuz evimizin önündeki kaldırımda kendisine vuruyor, bizimkiler onu
sakinleştirmeye çalışıyordu. Sinir krizi geçirdiğini söylediler. Zamanla
ezgiler değişti. Hatta amcalarım ve halalarım, her zaman başvurdukları küfür
içeren ahenkli sözleri kullanmaz oldular. Seksenlerde ve doksanların başında bu
türden kriz hâlleri olağanlaştı ve birer rutine dönüştü.
İslam
hakkında konuşurken, muhabbet birden sarpa sarıyordu. Eğer ortamda biri,
politik bağlamda İslam’a dair olumlu, beğeni içeren sözler ederse, bilhassa 11
Eylül 2001’den sonra, solcuların sohbetlerinde sert tepkilerle karşılaşıyordu.
Anti-emperyalist bir duruşa sahip olanlar, İslamcı hareketler içerisinde
Amerika’nın Afganistan ve Irak’taki girişimlerine yönelik belirli bir direnişin
olduğunu görüyorlardı. Aile toplantılarında çoğunluk, genellikle karşı tarafta
hizalanırdı. Bunlar, doksanları İran’ın iç siyasetindeki iniş çıkışları KCET
isimli televizyon kanalında sabahları yayınlanan haber bültenlerinden ve yeni
gelen göçmenlerden dinleyerek geçiren, uzun zamandır sürgünde olan insanlardı.
Benim
yaşıma yakın gençlerse kişisel ve meslekî düzeyde hayal kırıklığı ile geçen
yılların ürünüydüler. Bu gençler, İslamcı hareketlere yönelik en ufak bir
beğeniyi küçümseyerek karşılıyorlardı. Onlar, “radikal İslam”ın yaptıklarına
ilk elden tanıklık etmiş kişilerdi. Bu gençlere göre İslam, siyasetle
harmanlandığında makul olmaktan çıkıyordu. “1979’da da olan buydu. Size
söylediğimiz gibi” diyorlardı.
Peki
önceki neslin sol siyaseti, bugün nasıl liberal uzlaşmanın parçası hâline
geldi? Bu uzlaşma, imparatorluğa yönelik eleştirilerimizi kapı dışarı eden
Müslüman karşıtı tavırla nasıl kaynaştı? “Terörle Mücadele” olarak adlandırılan
genel siyasetin tanımladığı bir çağda İran solu nerede durur? Müslümanların
çoğunluğu teşkil ettikleri ulus-devletlerden gelen göçmenler ve mülteciler
arasında sol ne durumda?
Mevcut
politik iklimde İranlı göçmenler, ne yaptığını bilen birer yerli muhbire
dönüşüyorlar. Tarihsel açıdan yaralı olan insanların İran’daki siyaseti ülke
dışından eleştirel olarak değerlendirme çabaları, insan haklarını kolektif
politik direnişin tezahürlerine göre tanımlama çabalarıyla iç içe geçti. Burada
tercihleri, sadece İslamcılık değerlendirmeleri belirlemiyor. Ama İslam’dan ne
zaman bahsedilse bu tutum belirginleşiyor. Genelde İslam’ın gerici olduğu
söylenerek, İslamcı hareketlerin politik iktidarı istemelerinin meşru
olmadığından dem vuruluyor.
Üstelik
bu türden iddialar, “ben onları tanıyorum” cümlesine dayandırılıyor ve duygusal
bir zeminde savunuluyor. 1979 devrimi sonrasında yapılan tarihsel hataların
çilesini çekmiş, bugünlerde sürgünde yaşayan eski kuşakla, devrim sonrası
İran’ında muhtelif toplumsal hareketler konusunda benzer umutlara veya
umutsuzluklara duçar olan gençler aynı yerde duruyorlar. Benim ailem de
geçmişin hatalarını pişmanlıkla anıyor ve onlar üzerinden bir şeyler yapma
çabası içine girmiyor. Gençlerse toplumsal değişimin somut birer örneği: onlar,
ortak liberal ideale dayanak teşkil eden “politika dışı” ve “ideoloji dışı”
yaklaşımın somut tezahürleri hâline geliyorlar.
Bu
ideal dâhilinde onur ve adalet mücadeleleri anlamını yitiriyor, tartışılmıyor,
çürütülmüyor, tümden susturuluyor. Mantıktaki kör noktalar yüzünden insanlar,
İran’daki devrimden sonra birilerinin neden ABD hükümetine karşı İslam bayrağı
altında harekete geçtiklerini anlamayı reddediyorlar. Amerikan hükümeti,
herhalde bundan daha fazlasını istemezdi.
Sol
Liberal Melankoli
Sol
liberalizm, politik bir tavır. Sol söylemi, enerjiyi, taktikleri ve duyguları
liberal ideallerin hizmetine koşuyor. Liberalizmi sol siyasetin aşırılıklarını
törpüleyen, eksiklerini gideren bir şey olarak gören liberal soldan farklı
olarak sol liberalizm, radikal fikirleri statükoyu hâkim kılmak için devreye
sokuyor. Ortadoğulu göçmenler arasında sol liberalizm, özel bir politik mesele
olarak çıkıyor karşımıza.[1] Bu bağlamda politika, Avrupa ve ABD’deki Müslüman
karşıtı hissiyatla yan yana gelebiliyor. Bilhassa İranlı göçmenlerde sol
liberalizm, (hayal kırıklığına uğramış yaşlı solcu kuşağa mensup) dünün
devrimcileriyle (yeni göç etmiş aktivistlerle sanatçılardan oluşan genç kuşağa
mensup) bugünün reformistleri arasındaki kesişim noktası olarak iş görüyor.
Tüm
devrimler gibi 1979 devriminin de kendi “kaybedenler”i var. Politik aktörler
olarak bu insanlar iktidarı alamamış, devletin kendisini pekiştirdiği sürecin
şiddetinden payına düşeni almış. Dünün devrimcileri, kendilerini kaybeden
olarak görüyorlar. Buna karşılık reformcu gençlerse bu kaybetmişlik üzerinden
kendilerini haklı çıkartıyorlar.[2] Genç reformistler, geçmişin hatalarından ve
kusurlarından bahsederek, bugünde devrimci politikaya sırt çeviriyor oluşlarına
gerekli kılıfı örüyorlar. Kayıp fikri, sol liberalizmin ateşine odun taşıyor.
Peki bu ateşi bizi bir araya getiren o kayıp fikrinden bahsederek nasıl
söndürebiliriz? Eğer sol liberalizm, İranlı göçmenler arasında hâkim olan ana
eğilim ise ve bizi bir araya getiren o kayıp fikri ise o vakit geçmişe dair
hayal kırıklıklarını kabullenmek, mevcut politik uzlaşmanın oluşmasını sağlayan
mayın tarlalarından uzak durmamızda bize katkı sunabilir.
Kaybın
yol açtığı politik tehlikeleri teorik bir zemine kavuşturmaya çalışan Wendy
Brown, sol melankoliyi bugünü geçmiş lehine inkâr etmek olarak tarif ediyor.
Sol melankolideki çelişkili nitelik, esasen eskiden dünyayı değiştirmeyi vaat
etmiş olan idealler için duyulan, artık yerini yurdunu yitirmiş aşırı sevgiden
kaynaklanıyor. Geçmişe ait ideallere öyle şiddetli ve öyle bir tutkuyla
tutunuyoruz ki bu bağlanma, bizi bugüne karşı körleştiriyor. Wendy Brown, sol
melankoli kavramını temelde Sol, Sosyalizm, Marx veya Hareket gibi
terimlerin işaret ettikleri vaatlere bağlı kalanların kimlik politikasına ve
postyapısalcılığa yönelik tepkilerini izah ederken kullanıyor.[3] Neoliberalizm
ve postfordizm kökleştikçe Avrupa ve Amerika solu, yüzünü gelenekçiliğe dönüyor
ve pratikte politik-ekonomik değişimin tüm biçimlerini Thatcher ve Reagan ile
ilişkilendiriyor. Otuzların Yeni Mutabakat siyasetinin sunduğu vaatleri diri
tutup temel hakları ne pahasına olursa olsun koruyan solun kayıtsız ve
değişmeyen çözüm önerileri, onun mevcut dünyayla ilgili yeni seçenekler
üzerinde kafa yormasına mani oluyor. Sol melankoli, bazı solcuların solun
birliği idealinden uzaklaştığını, dolayısıyla idealin silinip gittiğini
düşünüyor, ama idealin bizatihi kendisinin uygulanamaz olduğunu ve onun
yarattığı hayal kırıklığını hiç aklına getirmiyor.[4]
Brown’ın
tezi, İranlı göçmenler bağlamında revize edilmeye ihtiyaç duyuyor. Sol
melankoli ile sol liberal melankoli farklı şeyler. Aradaki farkı, en iyi İranlı
göçmenlerin önemli bölümünün ikamet ettiği Güney Kaliforniya’da
görebiliyoruz.[5] Aktivist olan az sayıda İranlı, katıldıkları toplantılarda
reforma benzeyen herhangi bir şeyden dolaylı olarak söz edilse ortalığı
karıştırıyor. Liberal demokrasi ve insan hakları üzerine kurulu dili
benimsediklerinden, yetmişlerin anti-emperyalist diline sahip çıkanlara
saldırıyor.[6] Reform ve ilerici dönüşüm iddiasında olmalarına karşın düşünce,
bir yanıyla geçmiş eliyle köstekleniyor. Tartışan iki grup, esasen benzer
özelliklere sahip. Büyük olan taraf, Marksizmin ticarete ve kapitalizme yönelik
eleştirisini kapı dışarı etti. Hamid Nefisi’nin yıllar önce “kimlik krizi”
dediği şey, bu insanların politikadan uzaklaşıp kültür alanına yönelmelerine
neden oldu.[7] Bu türden kopuş pratiklerine geçmişin reflekslerine bağlanan
pratikler eşlik etti. Temelde sol liberal melankoli, geçmiş pratiklerin sürekli
uygulanması aracılığıyla geçmişin ilkelerine yönelik reddiye olarak
temellendirildi. Brown’ın ifadesiyle sol melankolide insan bugünü, geçmişe ait
sol birlik idealini benimseyerek inkâr ediyor. Sol liberal melankolide ise solun
birliği iddiası yeni fikirler karşılığında unutuluyor, geriye ise gelecekte
genel bir değişime yol açabilecek ütopya temelli bir vaadin uygulanmasına karşı
çıkan yaklaşım kalıyor. Geçmişte yüceltilen Marksist devrim hedefi, insan
hakları mücadelesine bırakıyor yerini.[8] Yeni ütopya temelli ideal geçmişe
yansıtılıyor, böylece sol melankoli, solun birliğine galebe çalıyor. Sol
liberal melankoliğin zihninde mesele, seküler liberalizmin uygulanamaması veya
onun hayal kırıklığına sebep olması değil; mesele, seküler liberalizmin 1979
devriminde kaybedilmiş olması. En kötüsü de eski sol politikanın en kaba
biçiminin sol liberal göçmenin insan hakları mücadelesini biçimlendiriyor
olması: bu insanlar, ütopya temelli bir dünya hayal edip duruyorlar ve o dünyaya
ulaşmak için gerekli her aracın devreye sokulması gerektiğini söylüyorlar.
Bu
demokratların ideolojisini ayrıksı kılan liberalizmin, devrimci politikayla
doğrudan çatışmanın bir sonucu olduğunu unutmamak gerek. Avrupalı ve Amerikalı
solculardan farklı olarak bu insanlar, hâlihazırda varolan bir devrimin
vaatlerini ve hayal kırıklıklarını bizzat tecrübe etmişler. Bunların
kaybettikleri ideal, asla mecazî bir şey değil. O ideal, artık toprak olmuş
dostların fizikî yokluğu ile alakalı. Bu koşullarda ideolojik olanı kim
itibarsızlaştırıyorsa, esasen geçmişteki varlığını da itibarsızlaştırıyordur.
Bugün artık politik fazlalık olarak algılanan şeyin ardından devrimci faaliyet
ve devrimci düşünce, ideoloji olmayanı esas alan ve nispeten daha makbul
görülen liberal ideoloji lehine çöpe atılıyor.
Dolayısıyla
sol liberal melankolinin istemeden de olsa yol açtığı sonuçlar gerçekten çok
ağır. Eskinin devrimci öğrencileri, bugünün sol liberalleri, geçmişte Batılı
güçlere bağımlı olması sebebiyle Pehlevi devletine karşı mücadele ederken
hayatlarını risk atıyor, bu uğurda cesaretle mücadele ediyorlardı. Ama
sonrasında aynı insanlar, sürgün hayatı yaşarken meydan okudukları liberal
demokratik rejimlerin sağladıkları korumaya muhtaç hâle geldiler. Eskinin
devrimci öğrencileri, bugünün sol liberalleri, yetmişli yılları
Etiyopyalılarla, Vietnamlılarla, Şilililerle ve Amerikalı Siyahlarla dayanışma
eylemlerinde geçirdiler. Ama bugün, geçmişin ütopyasına örtük olarak bağlıymış
gibi görünen sol liberalizmin geçmişi açıktan inkâr eden tavrı, Pehlevi
devletinin besleyip büyüttüğü milliyetçi efsaneye benziyor.
Pratikte
İran’ın milli kimliğinin beslendiği birçok millete ait kökü inkâr eden söz
konusu efsane, modern İranlıları antik çağlara atıfta bulunan ari sözcüğüne
başvuruyor.[9] Ama bu bağ, dolaylı kuruluyor. Irk konusunda tartışmalı
dilbilimsel köklere başvuran Pehlevi milliyetçileri, ari sözcüğüyle
bugünün Avrupa kaynaklı “Aryan” kimliği üzerinden bağ kuruyorlar ki bu kimlik,
esasen beyazlığı ırksal üstünlük göstergesi olarak değerlendiriyor. Buradan da
İran, “aşağılık” Arapların meydana getirdikleri denizin orta yerinde varolmaya
çalışan Avrupalılar olarak İranlıların yaşadığı bir ada şeklinde resmediliyor
ki bu ada da ariyayi kelimesiyle betimleniyor.[10]
Ariyayi anlayışı
sürgünde can buldu, bunun sebebiyse Arap karşıtı yönlerinin, 1979 devriminin
ortaya çıkarttığı sonuçlara cevap olarak oluşan tepkiselci siyasette gerekli
gıdayı kolayca bulması. Sürgündeki şah yanlısı kişilerin büyük bir kısmı,
imtiyazlarının devrim yüzünden yitirildiğini, o imtiyazların ise esasen onurlu
bir şey olan beyaz olma ayrıcalığı aracılığıyla elde edildiğini düşünüyor.[11]
Sol liberal göçmenlere göre, muhalefetin ortak hedefi, benzeri söylem
alanlarına yönelmeye neden oluyor.[12] Yaşlılar gençlere, “Hizbullah üyelerine
benziyorsunuz” diyerek sakallarını kesmelerini söylüyor. Amcalar, okulda Arapça
dersi alan üniversite öğrencileriyle dalga geçiyorlar, bu yaklaşımlarını da
Arapların medeniyete hiçbir katkıları olmadığını söyleyerek gerekçelendiriyorlar.
Bu eski solcular, İran’ın seküler günlerine içe huzur veren bir sevgiyle
bağlılar.[13] Bu solcular, insan haklarından bahsederken gönül telleri
titriyor, Kral Kiros’un yazdırdığı Kiros Silindiri ile günümüzdeki haklar
söylemi arasında mitolojik bağlar kuruyorlar.[14] Bu solcular, kozmopolit
olanı, Avrupalı olması hâlinde sevebiliyorlar.
Bu
solcular, bir uçurumun kenarına gelip dayanmışlar ve tüm tercihleriyle birlikte
sallanıyorlar. Sol liberal melankoli, Müslüman karşıtı söyleme dönüşüyor ve
sosyal adalet mücadelesini Amerikan ordusunun hizmetine koşuyor.
Bir
vakitler kendi ürettiği ürünleri satan biriyle sohbet etmiştim. Bu kişi, işi
gereği tüm Avrupa’yı dolaşıyordu. Yanında beş ayrı dilde basılmış beş adet
Kur’an vardı ve her birinde de insan hakları ilkeleriyle çeliştiğini düşündüğü
ayetleri işaretlemişti. İran’da dindar bir işçi ailesinde büyümüş olan bu adam,
devrimden önce öğrenci iken Marksist olmuş. Dostlarının ve ailesinin hapse
atıldığını, idam edildiğini görmüş. Bugünlerde Avrupa’da sürgün hayatı yaşıyor
ve sosyal demokrasi ile laikliğin faziletlerini savunuyor.
Aynı
laikliğin savaşa uzanan süreci hızlandırdığı koşullarda, bir kişinin
yabancılara yönelik öfkesini ve hüsranını paylaşması gibi masum bir adım,
geçmişin travmalarını sürekli ortaya serme girişimi dâhilinde geçici güç
ilişkilerini inkâr etmek gibi basit bir eylem, farkında olmadan, Avrupa ve
Amerika’nın ırkçı bir yaklaşımla karşıya attığı Müslüman’a yönelik şiddete
gerekçe sunmak gibi bir işlev görüyor.
İranlı
Göçmenlerdeki Liberal Politikanın Kusurları
1979’da
politik bir muhalife kimse “karşı-devrimci” demezdi, kullanılan en kötü tabir,
“liberal”di. Devrimden hemen sonra Şubat-Kasım 1979 arası dönemde ülkeyi geçici
hükümet yönetti. Hükümet, ağırlıklı olarak Özgürlüğü ve İnsan Haklarını Savunma
Derneği üyelerinden oluşuyordu. Dernek, 1977’nin sonlarında Carter yönetiminin
yeni benimsediği insan hakları gündemine cevap olarak yapılan politik
açılımlardan istifade etmek amacıyla kurulmuştu. Geçici hükümette başbakan
olarak görev alan Mehdi Bezirgan, 1905 tarihli İran anayasasının dayandığı
demokratik vaatleri yerine getirmek amacıyla liberal fikirlerle İslamcı
siyaseti cem eden, Milli Cephe’nin içinden çıkmış İran Özgürlük Hareketi’nin
kurucu üyesiydi.
Geçici
hükümet ve onun hazırladığı, içerik olarak liberal olan ilk anayasa taslağı,
devrimci sol örgütlerce ağır bir dille eleştirildi. Bu düşünceler, İran-Irak
Savaşı’na dek muhafaza edildiler. Devam eden devrimci faaliyeti savunan
örgütlere yönelik desteğin giderek artması karşısında, önce Devrim Şurası,
ardından İslamî Cumhuriyet Partisi, anti-emperyalist bir konum aldı. Plan ve
Bütçe Bürosu’nun ilk yöneticilerinden olan ve teknokratik uzmanlık temelli
uygulamalarla politik kanaatleri ayırmaya çalışan İzzetullah Sahabi, genç
Hizbullahların ülkenin petrol üretimine bağımlılığına son vermek amacıyla
halkın savaşa desteğini artırma çabalarına mani olduğunu söylüyordu. Devrimci
sol örgütlerin devletin kendisini konsolide etme girişimlerine itiraz
edeceklerinden korkularak popülist akıl, teknokrat uzmanlığa galebe çaldı.[15]
Yaklaşık
yirmi yıl sonra devrim, kendisini konsolide edip savaş sona erdiğinde ve
solcular, dünya siyasetinde ihmal edilebilecek bir güç hâline geldiğinde
Sahabi’nin savunduğu pozisyon yeniden güçlendi. Bu süreci en fazla genç
Hizbullahlar hızlandırdılar. ABD’deki 11 Eylül saldırısı, İran’ın iç
siyasetinde önemli bir kalkışmanın yaşandığı bir dönemde gerçekleşti. 1997’de
Muhammed Hatemi’nin beklenmedik bir biçimde cumhurbaşkanı seçilmesi, ardından
reformist adayların 1999’da meclis seçimlerinde zafer kazanmaları, hizipler
arasında bir dizi politik çatışmayı tetikledi.[16] Artık reformist olarak
adlandırılanlar, seksenlerde kamuya hâkim olan ve ekonomi alanında solcu
milliyetçi çizgiyi savunan kişilerdi esasında. Humeyni’nin hizipler arasındaki
farklılıkları yönetme becerisi sayesinde bu solcu milliyetçiler, muhafazakâr
kesimle iç içe yaşamayı bildiler. Bu solcular, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle
sahneden indiler. Humeyni’nin 1989’da vefat etmesi, devlet desteklerinin yoğun
olduğu İran-Irak Savaşı sürecinin (1980-1988) sona ermesi ve savaş sonrası
süreçte ülkenin inşası noktasında serbest piyasa ekonomisi temelli
politikalardan istifade edilmesi, hep birlikte Müslüman sol çizginin ideolojik,
coğrafi ve ekonomik nüfuzunu kırdı.
Reformist
hareket, dünün solcu örgütlerini devletin onayından geçmiş politik rekabet
alanına yeniden soktu. Yeni gelişmeler, gelecekte kitlelerin harekete geçmesi
için gerekli örnekleri teşkil etti. Refah devletinin imkânları ile üst
kademelere yükselmiş olan insanlar, devleti eleştirmeye başladılar.[17]
Yetmişlerden sonra küresel adalet dilini tanımlamaya başlayan neoliberalizmin
mantığına uygun olarak reformistler, toplumsal değişim yerine insan hakları ve
demokrasiyi talep ettiler. Eskiden politik aktörler liberalizmden imtina
ederlerken, süreç içerisinde liberalizm, direnişin ideolojisi hâline geldi.
Devlet teşvikleri fikri, hukuk düzeni ile ilgili haklara yönelik vurgu lehine
çöpe atıldı. Kadın hakları, işçi hakları, ifade ve örgütlenme özgürlüğü hakkı,
her şeyin ötesinde insan hakları gibi haklar üzerine inşa edilmiş bu dil, yeni
ajandaya hâkim oldu ve politik alana sivil toplumda değişimlere yol açarak
müdahale etme meselesine odaklandı.
İran’da
reformist hareketin elde ettiği bu kısa süreli başarı, ilhamını İranlı
göçmenler arasında oluşan yeni umut-umutsuzluk döngüsünden alıyordu.
Yurtdışında rejimi eleştiren insanların taşıdıkları karşı-devrim yapma
hayalleri suya düşünce, dil ve fikir de değişti. Artık sistem içinde çalışma
fikri, kalıcı değişim için gerekli yol olarak görülmeye başlandı. Gelgelelim
Hatemi’nin yüzleştiği sınırlar ve başarısızlıklar hayal kırıklığını beraberinde
getirdi. Özellikle 2001’de Hatemi’nin yeniden seçilmesi ile bu hissiyat yeniden
güçlendi. Birçok göçmen, müesses nizama karşı çıkma görevinde liderliği
Hatemi’nin elinden geri almak gerektiğini söylemeye başladı. Hatta bazıları,
Hatemi’yi rejimin yardakçısı ilân etti ve onun devletin temel yapısını koruyup
öte yandan da liberalleri teskin etmekle görevli olduğunu söyledi. Bu hayal
kırıklığı, reform hareketine öncülük eden bireylere itiraz etmeye
odaklandığından, hareketin dayandığı ideolojik ilkelerin kök salmasını sağladı.
Liberalizm vaadi varlığını korudu.
Bu
vaat araç olarak görüldüğünde, önemli politik imkânlar barındırabilir. İran’da
ve yurtdışında bireyler, sanat, kamu siyaseti, tarihsel hafızanın korunması,
sosyal hizmetlerin verilmesi, teknolojik yenilikler ve teoloji gibi siyaset
dışı toplumsal eylem tarzlarına ilişkin çelişkili yaklaşımlar arasında gidip
geliyorlar. Bu alanlar, ihtilafı esas alan siyasete ihtiyaç duymazlar, politik
yönden zengin yorumlar ve toplumsal dönüşüm için fırsatlar yaratırlar.
Ama
liberal vaat bir amaç hâline gelirse, kusurları açığa çıkar. Bu kusurlar,
bilhassa sol liberal göçmenler için geçerlidir. Bu insanlarda sol liberal
melankoli, bir araç olarak sol siyasetle bağını kopartıyor. Ütopyacı ideal için
fedakârlıkta bulunma anlayışını muhafaza ediyor, ama teoride ütopyacılığı,
pratikte solcu projeyi çöpe atıyor. Bu liberal çizginin amacı ve hedefi,
bizatihi siyaset dışı olmak.
Bu
noktada ideolojiyle ilgili tartışmalara bakılabilir. Sol liberal göçmenler,
ideolojik tartışmalar üzerinde durulmasını istemiyorlar. Bu insanlarda
pişmanlık, dışa dönük eleştirinin zemini olarak iş görüyor, yani geçmişteki
kaybedilen şeyin belirsizliğine takılıp kalmak yerine sol melankolik, onu ikame
eden bir nesne alıyor eline. Göçmen olup akademide görev alan kişiler, süreli
solun devrimi neden kaybettiğini anlamaya çalışıyorlar. Bu aydınlar, solun
ideolojik planda politik hasımlarının gerisinde kaldığını söylüyorlar ve İslamî
ideolojinin neden karşılık bulduğu meselesine odaklanıyorlar. Buradan da İslam
karşısında Marksizmin İran’da 1979 öncesinde kitleleri kendisine çekmesi
gerçeğini görmezden geliyorlar, hatta bu durumu alaya alıyorlar. Bu kendini
inkâr etme hâli, esasen devrimci halk kitlelerindeki politik akla yönelik
kapsamlı itirazı örtbas ediyor. Kitleleri çağırmaya dönük her türden pratik, o
kitleleri peşine takacak karizmatik bir lidere ihtiyaç duyuyor. Esasen sol
liberal akademisyenler ve âlimler, Ortadoğu’da halkın ancak din ile harekete
geçirilebildiği anlayışını besliyorlar ve kendi belirledikleri tarzda, kendi
başlarına hareket edemediklerini söyleyenlere destek çıkıyorlar.[18] Bu anlayış
iyice abartılarak, tüm ideolojiler redde tabi tutuluyor. Göçmenler, ideolojinin
birlikte demokratik bir ülkede yaşama vaadiyle çeliştiğini söylüyorlar.
Günümüzdeki politik sorunlara ideolojik cevaplar veremeyeceğimizi iddia
ediyorlar. “İdeolojik hareketlerin yaptıklarını ilk elden tecrübe ettik zaten. Her
şey gene 1979 gibi olacak” diyorlar.
Bu
anlamda sol liberalizm, esasen statükoya sıkı sıkıya bağlı bir ideoloji.
Geçmişe sürekli tepki geliştirme becerisi sayesinde liberalizm, bizim belirli
politik imkânların hükmünü yitirdiklerine inanmamızı sağlıyor. Daha da
önemlisi, geçmişe sürekli bağlı kalması sayesinde liberalizm, Batı’nın
Ortadoğu’ya yönelik askerî müdahalesinin dayattığı koşullara uygun bir
toplumsal dönüşümden bahsediyor. Zaten bu müdahaleler de insanî yardım,
demokrasinin güçlendirilmesi, bireysel insan hakları adına yapılıyor, ama
şiddeti temel almayan belirli istekler üzerinden yapılan müdahaleler, çelişkili
bir biçimde daha fazla şiddete, ölüme ve yıkıma yol açıyor. Geçmişe bağlılığa
ve geçmişe yönelik tepkiye son vermek istiyorsak sürgünde yaşayan insanların bu
statükoya itiraz edip onu altüst edecek yeni seslere ihtiyaç duydukları açık
biçimde görülüyor.
Areş Davari
[Kaynak:
With Stones in Our Hands: Writings on Muslims, Racism, and Empire, Yayına
Hz.: Sohail Daulatzai & Junaid Rana, University of Minnesota Press, 2018,
s. 122-135.]
Dipnotlar:
[1] Sürgün, mülteci veya sığınmacı yerine “göçmen” kelimesini kasten kullandım.
Burada amacım, bugün Kuzey Amerika’da ve Avrupa’da yaşayan Ortadoğulu, bilhassa
İranlı göçmen topluluklarını tanımlamak. Bu kelime tercihi, Edward Said’in Reflections
on Exile and Other Essays (“Sürgün Üzerine Düşünceler ve Diğer Makaleler”
-Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 2000) isimli çalışmasında
kelimeler arasındaki ayrımla ilgili tartışmasını esas almaktadır (s. 181).
Said’e göre sürgün, ülkeden kovulmuş, oraya bir daha geri dönemeyecek olandır;
bu terim, bir tür yalnızlık ve maneviyat içerir. Mülteci ise bu duygudan
mahrumdur. O, yirminci yüzyıl devletinin bir ürünüdür (mağdurudur). Sürgün ve
mültecinin aksine sığınmacı, yabancı bir ülkede yaşamayı seçendir. Göçmen ise
hem sürgündeki hem de sığınmacıdaki anlama sahiptir. Bu anlamda İranlı solcular
ve şah yanlıları sürgündedirler. Ayrıca göçmen, ekonomik gerekçelerle
gerçekleşen göçteki gönüllülüğü de içerir. Ayrıca güçsüzken güçlü olmayı,
sürgünde iken orada bir ülke inşa etme fikrini kapsar. Bu anlamda göçmen, bazı
İranlı gruplar içerisinde Müslüman karşıtı düşmanlıkla ortaklaşır.
[2]
Hamid Nefisi’ye göre, sürgündeki solcu İranlılar arasında “üç ayrı kayıp
anlayışı”na rastlanmaktadır. Bkz. The Making of Exile Cultures: Iranian
Television in Los Angeles (Minneapolis: University of Minnesota Press,
1993), s. 12–15.
[3]
Wendy Brown, “Resisting Left Melancholia,” Loss içinde, yayına
hazırlayanlar: David L. Eng ve David Kazanjian (Berkeley: University of
California Press, 2003), s. 460.
[4]
Wendy Brown’ın formülü, Sigmund Freud ve Walter Benjamin’in formülünden
yararlanıyor ve o formülü geliştiriyor. Bkz. Freud, “Mourning and Melancholia,”
General Psychological Theory: Papers on Metapsychology içinde, s. 161–78
(New York: Simon and Schuster, 1991); Benjamin, “Left-Wing Melancholy,” Walter
Benjamin: Selected Writings içinde, cilt. 2, bölüm 2, çev. Rodney
Livingstone, yayına hz. Michael W. Jennings, Howard Eiland ve Gary Smith, s.
423–27 (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1999). Psikoanaliz
düzleminde ifade edecek olursak, bir ideale sevdalı olan birey, o idealin
yokluğunda narsistik bir kimlik geliştiriyor ve bu kimlik, o idealin ikamesi
olarak iş görüyor. Ama bu ikame edilen kimlik saldırıya uğruyor, ayaklar altına
alınıyor ve bir nefret nesnesi olarak takdim ediliyor. Sonuçta birey, bir
yandan ideale ait imgeyi geçmişteki hâliyle muhafaza ederken, bir yandan da onu
değiştiriyor veya siliyor, böylelikle de hayal kırıklığından kurtuluyor. Freud,
bu türden dinamikleri sevgilinin sevdiğini toprağa verdiği durum bağlamında
değerlendiriyor. Kaybın yasını tutmak ve kabullenmek yerine seven kişi, kendini
küçük düşürmek suretiyle sevdiği kişiye bağlanıyor. Seven kişi, kendi egosunu
sevdiği kişiyle tanımlıyor, kendisini hırpalamak suretiyle çekip giden sevgili
karşısında duyduğu hayal kırıklığını dile dökmüş oluyor, bir yandan da kusursuz
bir varlık olarak sevgili imajına sarılıyor. Wendy Brown, sol melankoli
konusunda Benjamin’in izinden gidiyor, Freud’un tarif ettiği dinamik üzerinden,
solun öteki üyelerinin ikame nefret nesnesi hâline geldiği durumu tartışıyor.
[5]
Benim gözlemlerim, 2009-10’da Güney Kaliforniya’da yapılan toplantılara
dayanıyor. Bu toplantılarda yapılan sohbetlerin ana konusu, İran’da 2009’da
yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasında gelişen toplumsal hareketti.
[6]
Bu pratiğin bozucu kimi örnekleri için 2000’deki Berlin Konferansı’na
bakılabilir. Burada önde gelen İranlı reformistlerin çalışması göçmen solcular
eliyle sekteye uğratıldı, bu da İran’daki reform hareketinde bazı önemli
yanlışların yapılmasına neden oldu. Aynı şekilde, doksanlarda Kadınların
Uluslararası Bilim Vakfı toplantılarına da bakılabilir. Bkz. Halleh Ghorashi ve
Kees Boersma, “The ‘Iranian Diaspora’ and the New Media: From Political Action
to Humanitarian Help,” Development and Change Yıl 40, Sayı. 4 (2009): s.
677, 681–82. Burada tüm sol muhalif grupların Berlin Konferansı’na karşı
çıkmadıklarını belirtmek gerek. Bkz. Ziba Mir-Hosseini ve Richard Tapper, Islam
and Democracy in Iran: Eshkevari and the Quest for Reform (Londra: I. B.
Tauris, 2006), s. 38. “Diaspora içindeki diaspora” olarak konferansa destek
veren, geçmişe bağlı kaldıkları için dışlanan, sonuçta da yanlış anlaşılan
göçmen solcular konusunda bkz. Pardis Shafafi, “Long Distance Activism: Looking
beyond Teaching Old Dogmatics New Tricks,” Identity and Exile: The Iranian
Diaspora between Solidarity and Difference içinde, yayına hz. Resa
Mohabbat-Kar, s. 80–90 (Berlin: Heinrich Böll Foundation, 2015). Sol melankoli
ile sol liberal melankoli arasında yaptığım ayrım, Şafafi’nin “eski
dogmatikler”le onları modası geçmiş katılıkla suçlayarak İran diasporasındaki
birlik yoksunluğunu ideolojik farklılıklara bağlayan yorumcular arasında
yaptığı ayrıma benzer.
[7]
Naficy, Making of Exile Cultures, s. 53–54. Goraşi ve Boersma bu
gelişmeyi sürgün kimliğinden diaspora kimliğine geçiş, İslam Cumhuriyeti’ne
karşı kararlı duruşu esas alan politik eylemden İran’daki muhtelif ayrımlar
üzerinden biçimlenen insanî yardım ve yardımlaşma siyasetine doğru yaşanan bir
değişim olarak takdim etmektedir. Bkz. “‘Iranian Diaspora’ and New Media,” s.
667–91.
[8]
Avrupalı ve Amerikalı aktivistlerin “son ütopya” olarak bireysel insan
haklarına yüzlerini dönmeleri ile ilgili bir tartışma için bkz. Samuel Moyn, The
Last Utopia: Human Rights in History (Cambridge, Mass.: Belknap Press of
Harvard University Press, 2010).
[9]
Bu birçok millete ait köklerden beslenme meselesine ilişkin tartışmalar
konusunda bkz. Hamid Dabashi, Iran: A People Interrupted (New York: New
Press, 2007) ve Dabashi, Iran without Borders: Towards a Critique of the
Postcolonial Nation (Londra: Verso, 2016). Maddi koşullara, özellikle
toprağa ve coğrafyaya vurgu yapan ve ilgili tartışmaları besleyen bir
değerlendirme için bkz. Firoozeh Kashani-Sabet, Frontier Fictions: Shaping
the Iranian Nation, 1804–1946 (Princeton, N.J.: Princeton University Press,
1999).
[10]
Reza Zia-Ebrahimi, “Self-Orientalization and Dislocation: The Uses and Abuses
of the ‘Aryan’ Discourse in Iran,” Iranian Studies Yıl 44, Sayı. 4
(2011): s. 445–72. Ülkenin coğrafi konumunu beğenmeyen milliyetçiliğin sağcı
solcu tüm kesimleri kesen hâkim bir ideoloji hâline gelişi ile ilgili bir
tartışma için bkz. Reza Zia-Ebrahimi, The Emergence of Iranian Nationalism:
Race and the Politics of Dislocation (New York: Columbia University, 2016).
Aryan efsanesini savunan Amerika’daki İranlılarla alternatif sağcı kesimler
arasında son dönemde kurulan işbirliği örneklerine dair sağlam bir eleştiri
için bkz. Amy Tahani-Bidmeshki, M. Shadee Malaklou, Nasrin Rahimieh ve Parisa
Vaziri, “An Open Letter to Iranian/American Academics and Scholars in the
United States,” Medium, 14 Eylül 2017.
[11]
Seksenlerde ve doksanlarda şah yanlısı göçmenlerin kültürel üretiminde Müslüman
karşıtı söyleme dair bir tartışma için bkz. Naficy, Making of Exile Cultures,
s. 83. Amerika’daki İranlıların kamusal alanda kendilerini beyaz olarak
tanımlamalarına ilişkin bir çalışma için bkz. Nilou Mostofi, “Who We Are: The
Perplexity of Iranian-American Identity,” Sociological Quarterly Yıl 44,
Sayı. 4 (2003): s. 693–97. Birçok İranlı göçmen, 11 Eylül sonrası bu onurlu
beyaz oluşlarıyla çelişen şeyler yaşadı. Nida Makbule, bu durumu “beyazlığın
sınırları” olarak adlandırıyor. Devlet herkesi beyaz oldukları için kabullendi
ama 11 Eylül sonrasında ayrımcılıktan kimse muaf tutulmadı. Irkçılık tüm
nesilleri dikine kesti. Yaşlı nesil beyaz olmak isterken genç İranlılar
Amerika’da bu beyaz etiketine karşı çıktılar, hatta değişime de itiraz ettiler.
Yaşlılar, beyaz olmadıklarını çocuklarında görmeye başladılar. Bkz. Maghbouleh,
The Limits of Whiteness: Iranian Americans and the Everyday Politics of Race
(Stanford, Calif.: Stanford University Press, 2017).
[12]
Muhtemelen bu yönelim, İran’ın modern tarihine has bir durum. Afşin Maraşi’nin
değerlendirmesine göre milliyetçi seçkinlerin alt sınıflarla ittifak
kurabildikleri kurtuluş hareketlerinden farklı olarak 1979 devrimi halkçı bir
madun hareketi. Bu, on dokuzuncu yüzyıldaki yarı sömürge koşullarının bir ürünü
ve milliyetçilik söylemi üzerinde tekel kuran “vekil sömürge devlet”
aracılığıyla yirminci yüzyılda kendisini ortaya koyuyor. Sonuçta milliyetçi
aydınlar, İran devrimci hareketinde öncü hâline gelemiyorlar. Bkz. Marashi,
“Paradigms of Iranian Nationalism: History, Theory, and Historiography,” Rethinking
Iranian Nationalism and Modernity içinde, yayına hz. Kamran Scot Aghaie ve
Afshin Marashi (Austin: University of Texas Press, 2014), s. 18–19. Bu bağlamda
bana kalırsa, 1979 devriminin İslamcı sonuçlarına yönelik itiraz, geçmişte bir
yandan milliyetçi kurtuluş bir yandan da Pehlevi ailesine ait milliyetçi
efsaneyi yayanlar adına hareket eden aktivistler arasında daha önce kurulmayan
paralelliklerin kurulmasına imkân veriyor.
[13]
Naficy, Making of Exile Cultures, s. 15–16, 132–33. Bu bağlamda modern
İran’ın en ünlü yazarı Sadık Hidayet, yazılarında din karşıtı, bilhassa
Müslüman ve Arap karşıtı duygulara yer veriyor. Bu durumu en iyi şekilde
örnekleyen “Af Dilemek” isimli hikâyesinde Şiilerin kutsal kenti Kerbela’yı
ziyarete giden bir grup hacının başından geçenleri anlatır. Hikâyeye göre hac
sayesinde değişme gereği duymayan günahkârlar, suçlarını dönüşmeden veya hesap
vermeden kabullenmektedirler. Kerbela yolculuğu, cehennemin koridorlarında
dolaşmak gibidir; şehirdeki Araplar kirli ve hırpanidirler, ayrıca boğazlarının
derinliklerinden gelen, kulakları tırmalayan bir Arapça konuşmaktadırlar. Bkz.
Sâdiq Hidâyat, “Talab-i. Âmûrzish” [Af Dilemek], Sih Qatrih Khūn [Üç
Damla Kan] içinde, s. 73–86 (Stockholm: Arash, 1988). İngilizce çevirisi için
bkz. Sadeq Hedâyat, “Seeking Absolution,” çev. Minoo Southgate, Modern
Persian Short Stories içinde, yayına hz. Minoo Southgate, s. 3–12
(Washington, D.C.: Three Continents Press, 1980). Hikâyenin oryantalist
toplumsal gerçekçilikten İslam dinine ve kültürüne yönelik genel suçlamalara
doğru seyreden yolculuğu konusunda bkz. Michael Beard, Hedayat’s Blind Owl
as a Western Novel (Princeton, N.J.: Princeton University Press, 1990), s.
24.
[14]
Kiros Silindiri antik çağa ait bir eserdir. Bu metin, birçok İranlı
tarafından ilk insan hakları beyannamesi olarak tarif edilir. Bu yaklaşım, 1789
veya 1948 tarihli beyannameler arasındaki farklılıkları görmezden gelir ve
silindirle söz konusu beyannameler arasındaki tarihsel ve hukukî
farklılıklardan asla bahsetmez. Bu türden iddialarla ilgili bir eleştiri için
bkz. Zia-Ebrahimi, Emergence of Iranian Nationalism, s. 73–74. Los
Angeles’taki İranlı göçmenlerin Kiros Silindiri’ni edinme biçimleri konusunda
bkz. Arash Saedinia, “O, Cyrus,” 2014, Vimeo.
[15]
Bkz. Bahman Amûî, Iqtisād-i Siyâsî-yi Jumhûrî-yi Islâmî [“İslam Cumhuriyetinin
Politik Ekonomisi”] (Tahran: Gâm-i Naw, 1382/2003–4), s. 40. Bu gelişmeler,
İranlı göçmen akademisyenleri ve âlimleri devrimin tarihini anlatırken tarihin
İslamcılar tarafından çalındığı tezini geliştirmelerini sağladı. İki örnek için
bkz. Janet Afary ve Kevin B. Anderson, Foucault and the Iranian Revolution:
Gender and the Seductions of Islamism (Şikago: University of Chicago Press,
2005) ve Said Amir Arjomand, After Khomeini: Iran under His Successors (Oxford:
Oxford University Press, 2009). Said Emir Ercümend, devrim sonrasında işbaşında
olan devletin konsolidasyonunu, Humeyni’nin liberal devlete karşı solcu
kurguları İran’ın teokratik aşamaya geçiş sürecine dâhil etmesini sağlayan
“demagojik manipülasyon” üzerinden gerçekleşen bir tür “darbe” olarak
niteliyor. Bu argümanları çürüten, devrime ve devrim sonrası devlete dair
değerlendirmeler konusunda bkz. Ervand Abrahamian, Khomeinism: Essays on the
Islamic Republic (Berkeley: University of California Press, 1993); Behrooz
Ghamari-Tabrizi, Foucault in Iran: Islamic Revolution after the
Enlightenment (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2016); Behrooz
Ghamari-Tabrizi, Islam and Dissent in Postrevolutionary Iran: Abdolkarim
Soroush, Religious Politics, and Democratic Reform (Londra: I. B. Tauris,
2008); ve Kevan Harris, A Social Revolution: Politics and the Welfare State
in Iran (Oakland: University of California Press, 2017).
[16]
Devrim sonrasında örgütlerin siyasetlerine dair detaylı bir değerlendirme için
bkz. Mehdi Moslem, Factional Politics in Post-Khomeini Iran (Siraküza,
N.Y.: Syracuse University Press, 2002).
[17]
Bkz. Kevan Harris, “A Martyrs’ Welfare State and Its Contradictions,” Middle
East Authoritarianism: Governance, Contestation, and Regime Resilience in Syria
and Iran, yayına hz. Steven Heydemann and Reinoud Leenders, s. 61–80
(Stanford, Calif.: Stanford University Press, 2013).
[18]
İran devriminde ideolojinin ve meşruiyetin rolü konusunda yığınla çalışma
kaleme alındı. Gelgelelim bunların hiçbirisi, benim sol liberalizm dediğim
şeyden bahsetmiyor, sadece İranlı akademisyenler (ki bunların çoğu göçmendir)
arasında belirgin olan, tarihyazımı alanında görülen ortak eğilim aktarılıyor.
Bu eğilimi yansıtan bazı örnekler için bkz. Said Amir Arjomand, The Turban
for the Crown: The Islamic Revolution in Iran (Oxford: Oxford University
Press, 1988); Peter Chelkowski ve Hamid Dabashi, Staging a Revolution: The
Art of Persuasion in the Islamic Republic of Iran (New York: New York
University Press, 1999); Hamid Dabashi, Theology of Discontent: The
Ideological Foundation of the Islamic Revolution in Iran (New Brunswick,
N.J.: Transaction, 2006); Ghamari-Tabrizi, Islam and Dissent; ve Theda
Skocpol, “Rentier State and Shi’a Islam in the Iranian Revolution,” Theory
and Society Sayı 11 (1982): s. 265–83. İslamî ideolojinin veya herhangi bir
ideolojinin devrim analizlerindeki merkezî rolüne ilişkin tartışmalar konusunda
bkz. Harris, A Social Revolution; Charles Kurzman, The Unthinkable
Revolution in Iran (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 2004); ve
Misagh Parsa, “Ideology and Political Action in the Iranian Revolution,” Comparative
Studies of South Asia, Africa, and the Middle East Yıl 31, Sayı. 1
(2011): s. 53–68. 1979 devriminin kültürel tarihini ideolojilerin kitleleri
kuşatması veya doğrudan reddedilmesi düzleminde inceleyen bir çalışma için bkz.
Arash Davari, “Indeterminate Governmentality: Neoliberal Politics in Revolutionary
Iran, 1968–1979,” Doktora Tezi, Kaliforniya Üniversitesi, Los Angeles, 2016.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder