Kaliforniya’nın
San Luis Obispo kentinde bulunan Erkekler Kampı isimli hapishanede yirmi iki ay
kaldım. Polis memuru John Frey’in ölümü üzerinden açılan ilk davamda aldığım
cezanın neredeyse tamamını hücrede geçirdim. Davamla alakalı gazeteler ve
kitaplar dışında herhangi bir şeyi okumama izin yoktu. Hapishane idaresi, bu
kuralı sıkı bir şekilde uygulamasına karşın bazen arkadaşlar, gardiyanların
hücreyi gözaltında tutmadığı bir sırada, kapımın altından dergi atıyorlardı. Bu
dergilerden biri, Ebony dergisinin Mayıs 1970 tarihli nüshasıydı.
Dergide, Amerika’nın önemli kentlerinde siyahlar arasında tanık olunan
intiharlarla ilgili kıyaslamalı çalışma yapmış olan Dr. Herbert Hendin’in
kitabını özetleyen Lacy Banko imzalı bir makaleye yer verilmişti. Dr. Hendin’in
tespitine göre, yaşları 19 ilâ 35 arasında değişen siyah erkekler arasında
görülen intihar oranı, son 10-15 yıl içerisinde iki katına çıkmış ve aynı yaş
aralığındaki beyazlarda görülen intihar oranını geride bırakmış. Süreç
içerisinde, beni epey etkileyen bu makalenin ulaştığı sonuçlar üzerine epey
kafa yordum.
Ebony dergisinde
çıkan bu makale, akla Durkheim’ın klasikleşen İntihar çalışmasını
getiriyor. Bu kitabı Oakland Şehir Koleji’nde öğrenciyken okuma fırsatı
bulmuştum. Durkheim, her türden intiharın toplumsal koşullarla bir alakasının
bulunduğunu söylüyordu. Tespitine göre intiharın ana sebebi, kişinin tabiatı
değil, toplumsal ortamdaki güçlerdi. Başka bir ifadeyle, intiharın temel
sebebi, içsel faktörler değil dışsal faktörlerdi. Siyahların koşulları ve Dr.
Hendin’in çalışması üzerine düşünmeye başladım ve Durkheim’ın analizini
geliştirip onu ABD’de siyahların tecrübelerine tatbik ettim. Nihayetinde bu
çalışmanın sonucunda “devrimci intihar” kavramını ortaya attım.
Devrimci
intiharı anlamak için ilkin gerici intihar konusunda bir fikre sahip olmak
gerekiyor. Çünkü devrimci intiharla gerici intihar birbirinden çok farklı
şeyler. Dr. Hendin, gerici intiharı tarif etmiş: insan kendisini boğan,
kahreden toplumsal koşullara tepki olarak hayatını alıp bir tepki koyuyor
ortaya, böylelikle çaresizliği kabulleniyor. Genç siyah erkekler, çalışmaya
göre, insanlık onurunu ayaklar altına alan koşullara mahkûmlar, zulmün altında
inim inim inliyorlar, üstelik gururla ve özgürce yaşama haklarından mahrum
edilmişler.
Bu
noktada Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanında yer alan bir bölüm,
analoji kurma konusunda güzel bir imkân sunuyor. Oldukça fakir olan Marmeladof,
yoksulluğun bir kusur olmadığını söylüyor. Ona göre yoksulken insanın ruhu
doğal bir asalete kavuşuyor ki bu asaleti dilenci iken elde etmek asla mümkün
değil. İnsanlar yoksulu sopayla kovalarken, dilenciyi süpürgeyle kovalıyor.
Neden? Çünkü dilenci, kendisini küçük düşürmüş bir kişi olarak esasen onursuz
biri. Sonuçta kendisine zerre saygı duymayan dilenci, korku ve ümitsizlikle
canına kıyıyor. İşte buna “gerici intihar” deniliyor.
ABD’de
milyonlarca siyah, gerici intiharla bağlantılı olarak, daha acı ve daha küçük
düşürücü bir pratik dâhilinde manevi ölümü tecrübe etmiş. Bugün bu türden bir
ölüme Siyah toplumun her yerinde rastlamak mümkün. Ölenler, kanlarını içen her
türden zulme karşı koymayı, onunla mücadele etmeyi bir yol olarak
bellememişler. Bu, uzun zamandır yaygın bir tavır hâlini almış. Peki ama bu, ne
işe yaramış? “Bir insan, ABD gibi büyük bir gücün karşısına dikildiğinde
hayatta kalması mümkün değildir!” İşte buna inandıkları için birçok Siyah,
bedenen değilse bile ruhen ölmüş, hayatlarını çaresizliğe mahkûm etmiş. Ama öte
yandan da her Siyah, gelecekte hayatın bir şekilde değişeceğine dair umudu
yüreklerinde korumayı gene de biliyor.
Medyanın,
eğitim ve kültür kurumlarının destekleyip perçinlediği, ekonomik altyapıya
dayanan iktidar anlamında müesses nizama, yeryüzünün lanetlilerini sömürmeye
devam eden o güce saldırmadan hayırlı hiçbir değişim gerçekleşemez. Devrimci
intihar anlayışının özünü bu inanç meydana getirir. Dolayısıyla en doğrusu,
beni canıma kıymanın eşiğine getiren güçlere karşı koymak, onlara direnmektir.
Ölüm gibi bir ihtimal olsa da tahammülü imkânsız olan koşulları değiştirmek
gibi bir ihtimal de vardır. Bu ihtimal önemlidir, çünkü insan, kendi hayatında
tehlikelere ve sorunlara dair gerçek bir anlayışa sahip olmasa da umuda bel
bağlar. Siyah beyaz fark etmez, hepimiz aynı şekilde hastalanmaktayız ve bu
hastalık ölüme yazgılıdır. Peki ölmeden önce nasıl yaşamalıyız? Umutla ve
onurla… Eğer erken öleceksek, bu ölümün bir anlamı olacaktır ama gerici
intiharın asla olmayacaktır. Bu, insanın kendisine duyduğu saygının bir
bedelidir.
Devrimci
intihar, benim ve yoldaşlarımın ölümü arzuladığımız anlamına gelmez. Tam
aksine… Biz, umutla ve onurlu bir biçimde yaşama konusunda güçlü bir isteğe
sahibiz. Biliyoruz ki yaşamak, umutsuz ve onursuz asla mümkün değildir. Gerici
güçler bizi ezse bile, ölme riskini göğüsleyip onların üzerine yürümeliyiz.
Kapılarının önünden bizi kovacaklarsa bunu süpürgeyle değil sopayla yapmalılar.
Che
Guevara’nın dediği gibi: devrimci ölüm gerçektir, zaferse bir düş. Çünkü
devrimci, bıçak sırtında yaşar, asıl hayatta kalmak mucizevidir. Devrimci
İlmihal çalışmasında Birinci Enternasyonal’in en militan kanadı ile
ilgili söz söylerken Bakunin de aynı şeyi söyler. Bakunin’e göre, devrimcinin
alması gereken ilk ders şudur: Devrimci, ölüme yazgılıdır. Bunu idrak etmeden,
hayatın temel anlamını kavrayamaz.
Fidel
Castro ve az sayıdaki ekibi, Meksika’da Küba Devrimi için hazırlık çalışmaları
yürütmektedir. Yoldaşlarının çoğu, Bakunin’in bahsini ettiği kuraldan
bihaberdir. Gemiyle yola çıkmazdan birkaç saat önce Fidel, tek tek herkese
ölmeleri durumunda bu durumun ailelerine bildirilmesini kimlerin istediğini
sorar. İşte o noktada devrimin ciddiyeti idrak edilir. Artık verilen mücadele,
romantik bir faaliyet olmaktan çıkmıştır. Herkesin heyecanlı ve neşeli olduğu
gemide ölümle ilgili o ağır ve basit gerçek yüzlere çarpar ve herkes sessizliğe
gömülür.
Bu
ülkede ister siyah olsun ister beyaz, kendisine “devrimciyim” diyen birçok
kişi, bu gerçeği kabule hazır değil. Öte yandan Kara Panterler intihara meyilli
bir yapı olarak görülemez. Bizler, devrimin sonuçlarını kendi ömürlerimiz
dâhilinde romantize ediyor da değiliz. Birçok kişi, kendisini “devrimci” olarak
niteliyor ama bir yandan da devrimi tecrübe edip ihtiyar iken yataklarında
öleceklerine dair bir yanılsamaya kul oluyor. Bunun imkânı yok.
Bizim
devrimimizden kendimin sağ çıkacağımı asla düşünmüyorum, meseleyi ciddiye alan
birçok yoldaşım da muhtemelen bu gerçekçi yaklaşımı benimsiyor. Dolayısıyla
“hayatta devrim” tabirini başkalarının kullandığından farklı bir anlamla
kullanıyorum. Bence devrim bizim kendi hayatımız, ömrümüz dâhilinde gelişip
serpiliyorsa da ben devrimin nimetlerinden yararlanma beklentisi içerisinde
değilim. Öyle olsa bu, çelişkili bir tutum olurdu. Oysa gerçek, alabildiğine
acımasız.
Devrimin
zafere ulaşacağından hiç şüphem yok. Halklar başaracak, iktidarı alacak, üretim
araçlarını ele geçirecek, ırkçılığın, kapitalizmin, gerici toplumlar arası
ilişkilerin kökünü kazıyıp atacak, gerici intihar zeminini yitirecek. İnsanlar,
yeni bir dünyaya kavuşacaklar. Ama gene de devrimde kişiler hayatlarını
yitirmeyi göze almalılar. Bu gerçeği, bilhassa Amerika’da, sömürgeci toplumun
tüm kötülüklerinin yol açtığı tehlikelerle yaşamak zorunda olan siyahî
devrimcilerin kabul etmeleri gerekiyor. Nasıl yaşamamız gerektiğini göz önüne
alırsak, devrimci intihar anlayışını kabullenmek o kadar da güç olmayacaktır.
Bu noktada beyaz radikallerden farklıyız. Çünkü onlar, soykırımla karşı karşıya
değiller.
Acilen
ele alınması gereken asıl sorun, tüm dünyanın bekasıdır. Eğer dünya değişmezse
tüm insanlar, ciddi bir tehditle yüzleşecekler ve Amerikan imparatorluğunda
iktidarın açgözlülüğü, sömürüsü ve şiddetine maruz kalmaya devam edecekler. Bir
duvarda şöyle bir cümleye rastlamıştım: “ABD hem kendi varlığını hem de
insanlığın varlığını riske atıyor.” Eğer Amerikalılar yaşayacakları felâketleri
bilselerdi, kendilerini korumak için toplumu dönüştürürlerdi. Kara Panter
Partisi, bu ülkeyi günahlarının ağırlığı altında ezilmekten kurtaracak devrimin
öncüsüdür. Bizler, gerçek eşitliği tesis etme ve yaratıcı çalışma pratiği için
gerekli araçları oluşturmaya kararlıyız.
Bazıları,
bizim mücadelemizi Siyahlar arasında görülen intihar eğilimine ait bir işaret
olarak görüyor. Bilhassa akademisyenler ve araştırmacılar bizi bu bağlamda
alelacele suçluyorlar. Bu insanlar, aradaki farklılıkları algılayamıyorlar.
Köprüden atlamakla zulmün ordusunca devreye sokulan gücü ezmek için harekete
geçmek asla aynı şeyler değildir. Akademisyenler, bizim eylemlerimizi birer
intihar girişimi olarak gördüklerinde bu mantığı tutarlı bir biçimde sonuna
kadar savunmalı ve tarihteki tüm devrimci hareketleri aynı şekilde tarif
etmeliler. O hâlde geçmişte Amerika’da İngiltere’ye karşı savaşan
yerleşimciler, on sekizinci yüzyılı sonlarında mücadele eden Fransızlar,
1917’de Ruslar, Varşovalı Yahudiler, Kübalılar, Cezayir’deki Ulusal Kurtuluş
Cephesi savaşçıları, Kuzey Vietnamlılar, zorba ve zalim bir güce karşı mücadele
eden tüm insanlar, intihara meyillidirler. Ayrıca eğer Kara Panterler, siyahlar
arasındaki intihar eğilimine ait bir işaretse o vakit tüm Üçüncü Dünya intihara
meyillidir, çünkü Üçüncü Dünya, ABD’deki yönetici sınıfa karşı direnmekte, onu
alt etmek için uğraşmaktadır. Eğer bu âlimlerin niyeti analizi
derinleştirmekse, imparatorluğun gücünü kırmak için uğraşan dünyanın beşte
dördünün yapıp ettiklerini kabule yanaşmaya mecburdurlar. O durumda Üçüncü
Dünya’nın intihara meyilli olmaktan çıkıp cinayete meyilli olduğu
söylenecektir. Cinayet, yasadışı bir biçimde can almak demekse de Üçüncü Dünya
bu işi sadece kendisini savunmak için yapmaktadır. Böylesi bir durumda, ele
silâh aldığında, rüzgâr tersten eser mi? Bence eser: işte o zaman biz de ABD
hükümetinin “intihara meyilli” olduğunu söyleriz.
Buradaki
tanım üzerinden “devrimci intihar”ın artık basit bir olgu olduğunu iddia
edemeyiz. Terimi icat ederken iki bilinen kelimeyi alıp bilinmeyen bir terim
ortaya koyuyorum. Bu yeni ifadede “devrimci” kelimesi “intihar” kelimesini yeni
ve karmaşık bir duruma uygulanabilecek farklı boyut ve anlamlara sahip bir
fikre dönüştürmektedir.
Benim
hapishane tecrübem, devrimci intiharın pratikte ortaya konulmuş, iyi bir
örneğidir. Zira hapishane, dış dünyanın özeti niteliğindeki bir mikrokozmostur.
Hapishaneye adım attığım ilk andan itibaren işbirliğine asla yanaşmadım.
Sonuçta beni hücreye attılar. Aylar geçti, azmim ve direncim kırılmadı, bu
noktada hapishane yetkilileri benim bu tutumumu intihar olarak
değerlendirdiler. Bana kırılacağımı, bunalıma gireceğimi söylediler. Ama
irademi asla kıramadılar, durduğum yeri bir saniye bile terk etmedim. Böylece
daha da güçlendim.
Saldırılarına
teslim olup istediklerini yapsaydım, ruhumu öldürüp kendimi yaşayan bir ölüye
çevirmiş olurdum. Hapishane idaresiyle işbirliği yapmak bence gerici bir
intihardı. Hücre, fiziken ve zihnen yıkıcı olsa da adımlarımı riskleri idrak
ederek attım. Mevcut hâlin çilesini çekmem gerektiğini biliyordum. Direndim. Bu
direniş, onlara benim temsil ettikleri her şeyi redde tabi tuttuğumu
söylüyordu. Verdiğim mücadele sağlığıma zarar verse de hatta beni öldürse bile,
ben o mücadeleyi hapishane arkadaşlarımı bilinçlendirmenin bir yolu ve süre
giden devrime bir katkı olarak gördüm. Çünkü gerici intihara sebep olan
baskıları ancak direniş ortadan kaldırırdı.
Devrimci
intihar anlayışı, ne yenilgiyi kabul etmişliktir ne de kadercilik. Tam aksine
devrimci intihar umutla, yani değişimi koşullamak için gerekli kararlılıkla
gerçeği, yani bir devrimcinin ölümle yüzleşeceği güne hazır olması gerektiği
gerçeğini birleştirme konusunda belirli bir bilinç meydana getirir. Her şeyden
önce devrimci intihar, devrimcinin hayatı ve ölümü aynı bütünün parçası olarak
görmesini talep eder. Başkan Mao’nun da dediği gibi, “ölüm hepimizi gelip
bulacak, ama ölümün sahip olduğu anlam ve önem kişiye göre farklılık arz eder:
gericilik için ölmek tüyden hafiftir, devrim için ölmekse Doğu Dağı’ndan da
ağır.”
* * *
Ailem yok
İnsanlık ailesi tek mirasım.
Malım mülküm yok
Her şey benim.
Tek bir kişiyi sevmeyi bıraktım.
Herkesi sevmek bana kaldı.
Devrime teslim ettim hayatımı
Devrimci intiharla
Bildim ebedi olmayı.
Huey P. Newton
[Kaynak:
Revolutionary Suicide, Writers and Readers, 1995, s. 19-23.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder