Son
dönemde ev hizmetlisi olarak çalışmak için Güney Afrika’dan Kuveyt’e gidenler,
birçok dindarın manevi ve ahlâkî açıdan yaşadığı iflasa tanıklık ediyorlar.
Yıllar
önce Abdullah Esau isimli bir dostum alaycı bir ifadeyle şunu söylemişti: “En
azından bizim ev hizmetlilerimiz, ahiret günü ‘bize kimse sünneti öğretmedi’
diyemeyecek. Hepsini yerde uyumaya, yemek artıklarını yemeye mecbur ettik.”
Polis
beni ilkin lisede gözaltına aldı. Irk ayrımcısı rejimin ünlü güvenlik şubesi
amiri Spyker van Wyk, bana o günlerde öyle bir şey söylemişti ki o söz uzun
zaman aklımdan çıkmadı. Gençlik Eylemi isimli lise örgütünün parçası olduğumu
gayet iyi bilen amir bana neden uzun cübbeler giymediğimi sormuştu. Ben de o
noktada uzun cübbelerin polisin ilgisini neden çektiğini merak etmiştim.
Öte
yandan bunun iki seçenekten birine mahkûm olduğumuz bir hikâye olmadığına
inanıyorum. Allah ile samimi ve yoğun bir ilişki kurabilen, Allah’ın yarattığı
tüm insanları dert edinen, maneviyatı yüksek çok sayıda kişi tanıdım. Ayrıca
adalet, merhamet gibi insanî değerlere sıkı sıkıya bağlı olan ve politik
menfaatlerin kanlı sunağında canlarını feda etmiş birçok insan gördüm.
Dolayısıyla kanaatimce politik riyakârlıktan başka bir şey vaat etmeyen yol ile
maneviyatla ilgili hayaller satan yol arasında bir yol olmalı.
Burada
esasen daha temelli, köklü bir mesele var: din ve politika ya da vahiyle devrim
ayrıştırılıyor. Oysa politika, en geniş mânâda insanlık tarihinin seyrini ve o
seyre şekil veren güç ilişkilerini tayin etmektir. Fikirler, politik
sonuçlarına dair farkındalık ve bilinçten neşet etseler de asla politik bir
boşlukta biçimlenmezler. Bu, bilhassa İslam için geçerli olan bir tespittir. Bu
vasfıyla İslam, dini ve politikayı bünyesinde cem etmiştir, dolayısıyla ilk
Müslümanların verdikleri mücadelelerin teolojik sorunların derinlemesine ele
alınmasını zaruri kılması asla şaşılacak bir gelişme değildir. Kur’an,
Kurtuluş ve Çoğulculuk (Oxford: Oneworld, 1997) isimli çalışmamda
aktardığım üzere, ezilenlerin kurtuluş sürecinde teolojik kategorilere
başvurmaları mümkündür, ayrıca politika sadece güçlülerin oynadığı bir güç
oyunu değildir, o tüm insanî faaliyetlere açık olan, kapsayıcı bir kategoridir.
Bu mânâda politika, herkesin iştirak ettiği, güç temelli bir gerçekliktir.
Tarihin oluştuğu bu süreçte din ve hayat, maneviyat ve politika arasındaki
ayrımlar ortadan kalkar, tüm insana dair çaba ve gayretler onurlu ve hür hayatı
yaşamak için hasredilirler.
Din
olarak İslam bir hayat tarzıdır, nûsuklarsa dinin birer parçasıdır. Nûsuklar
önemlidir ama asla bütünü ifade etmezler, gene de birer parçadırlar. Eğer
ibadetimiz, hayatlarımıza ve insanların ızdıraplarına dokunmuyorsa o noktada
dinin karar alıcıların bu adil olmayan sosyo-ekonomik yapılar dâhilinde teşvik
edecekleri, güvenli birer parçası hâline gelirler. İslam dünyasında budünyayı
ötedünyadan ayrıştırma teşebbüslerinin tek bir gönül telini bile titretmesi
mümkün değildir.
Birçoğumuz,
Müslüman militanların bu bağlantıyı bir biçimde istismar ediyor oluşunu
nefretle karşılıyoruz. Oysa bu bağ, Ku’ran’da gayet sağlam bir biçimde
kurulmuştur. Örneğin Maun suresi, yoksulun karnını doyurmayıp yetimlere kötü
davrananları dini inkâr edenler olarak tarif etmek suretiyle dine dair ilginç
ve farklı bir anlayış sunmaktadır. Bu sureden de görüleceği üzere din, Tek
Tanrı’ya ibadet etmekten daha fazlasıdır, o aynı zamanda başkalarının çilesi
ile ibadet arasında bağ kurmaktır.
Bu
bağ Kur’an’da birçok kez karşımıza çıkar. Örneğin Kasas suresinde aktarıldığı
biçimiyle Hz. Musa Medyen’de sürgünde iken Şuayb ismindeki yaşlı bir adam O’nu
işe alır ve işe alma şartlarını aktardıktan sonra “Sana fazladan yük yüklemek
istemem. İnşallah beni sâlihlerden [erdemli kişilerden] biri olarak bulacaksın”
der. Aynı şekilde Beled suresinde Allah “iki yol”dan bahsetmekte, zor yola çok
az kişinin revan olduğunu söylemektedir: “O dik ve zor yol, köleleri azat etmek
veya şiddetli bir açlık gününde ailendeki bir yetimin ya da yerde sürünen
sefalet içerisindeki bir yoksulun karnını doyurmaktır.”
Birçok
“dindar”, asıl güçlüğü bu bağı kurmada, başkalarına hizmet etmede değil,
“politika” konusunda çektiklerini söyleyecektir. Benim buna cevabım şudur:
Yoksullukla yoksulluğu, zulmü besleyen sosyo-politik yapılar arasındaki bağı
göremeyen her türden dindarlık biçimi, o yapıların güçlenmesine katkı sunar,
dolayısıyla suça ortaklık ederler.
Bugün
yoksul olmak parasız olmaktan daha fazlasını ifade etmektedir. Karar alma
yetkisinden mahrum olmak da yoksulluktur. Bilgiye erişememek, toplumun
gerçeklerini bilememek, ötekileştirilmek, toplumun kıyısına savrulup atılmak da
yoksulluktur. Bu sebeple bizim Dominique Lapierre’nin Mutluluk Şehri romanında
Max isimli karakterin “Noel Baba’yı oynamak” diye tarif ettiği şeyin ötesine
geçip kapımızı çalan, TV ekranlarında bize bakıp duran veya kavşaklarda
arabamızın camlarını silmek isteyen çocuklara bir dilim ekmek vermek dışında
şeyler yapmamız gerekmektedir. 27 Ağustos 1990’da şehid edilen Latin Amerikalı
piskopos Dom Helder Camara’nın sözünü aktaracak olursak; yoksulların, açların
karnını doyurduğum zaman benim bir aziz olduğumu söylüyorlar ama yoksulların
neden yiyecekleri olmadığını, açların neden aç olduklarını sorduğum zaman da
komünist olduğumu söylüyorlar.” Dolayısıyla yoksulla, ezilenle dayanışma yolunu
seçtiğimizde bizim adaletsizliği ve zulmü var edip onları sürdüren yapılara
saldırmak zorunda olduğumuzu anlamamız gerekmektedir.
Neticede
mesele, devrim ve vahiy arasında tercihte bulunmak veya politika yapıp yapmamak
değildir, zira hepimiz zaten politika alanının içerisindeyiz. Mesele, bu
bağlamda dinin politik amaçlar doğrultusunda kullanılıp kullanılamayacağı da
değildir. Asıl mesele şudur: Hangi din kullanılacak, feodal ağanın dini mi
yoksa köylünün dini mi? Ve bu din hangi amaçlara ulaşmak için kullanılacak,
ümmet ve onun yegâne yurdu olan dünya için mi yoksa küçük bir sınıf adına
sermayenin çıkarı için mi?
Ferid Esack
[Kaynak:
On Being Muslim: Finding A Religious Path in the World Today, Oneworld
Publications, 2004, s. 91-93.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder