Öncelikle
ideolojimizin temel unsurları üzerinde durmamız gerekiyor.
Anarşizm mi Sosyalizm mi? isimli çalışmasında
Yoldaş Stalin, anarşizmin küçük burjuva niteliği üzerinde duruyor ve bu
ideolojinin önce bireyin ardından da kitlelerin özgürleştirilmesi ilkesine
sırtını dayadığından söz ediyor. Buna karşılık biz Marksist Leninistlerse
bireyin özgürleşmesinden önce kitlelerin özgürleştirilmesi gerektiği tespitini
yapıyoruz. Örneğin Enternasyonal marşının Çin versiyonunda şu tarz bir dizeye
yer veriliyor: “Herkesin yararlandığı bir şey değilse özgürlük, basit bir
imtiyazdan ibarettir.”
Anarşizmin “önce
birey” olarak özetlenebilecek temel ilkesi, onun küçük burjuva niteliği ile alakalıdır.
Buna benzer bir düşünce akımının kimlik politikası üzerinden vücut bulduğunu
söylemek gerekiyor. Tıpkı anarşizm gibi kimlik politikası da ezilenler için
ilerici bir politika önerdiğini iddia ediyor. Tıpkı anarşizm gibi kimlik
politikası da işçileri burjuvazinin tayin ettiği hatta göre bölüyor.
Bu noktada
örnek olarak ayrılıkçı siyah hareketine bakabiliriz. Ayrılıkçı siyah hareketi,
tüm kimlik politikası akımları gibi, sadece kendi kitlesine sesleniyor. Bu
bağlamda söz konusu hareket, kendisine yönelik zulümlere dair söz etme hakkının
veya onu idrak etme becerisinin sadece emperyalist ülkelerdeki siyahlara ait
olduğunu iddia ediyor.
Fakat
ırkçılığın mağduru olmak, tek başına onları mağdur hâline getiren şey değil.
Marx’ın Kapital’in birinci cildinde
dile getirdiği biçimiyle:
“Beyaz
derinin harcadığı emek, siyah deriye damga vurulduğu sürece özgürleşemez.”
Tüm
işçiler, sermayenin tüm mağdurları, kendilerine lazım gelen teoriyi anlayıp
onun ardında birleşme, sınıf mücadelesini ve sınıf savaşını uygulamaya koyma
noktasında bilimsel sosyalizmin yardımına ihtiyaç duyarlar.
Ayrılıkçı
siyah hareket, proleterlerin çıkarlarını asla temsil etmez. Onun temsiliyeti,
esasen mevcut sömürü koşullarında iyi duruma gelmeyi umut eden azınlıkla alakalıdır.
Ayrıca ayrılıkçı siyahlar, sadece siyahların kendilerine yönelik zulümden
bahsedebileceğini söyler ve tüm beyaz çoğunluğun siyahları sömürüp ezdiği
iddiasında bulunur. Bu, işçi sınıfına karşı bir düşüncedir ve sınıfsal
analizden bihaberdir. İkilikçiliğin açmazına düşer ve kimlik politikası
akımıyla ortaklaşarak, siyah ve beyaz proleterleri karşı karşıya getirir.
Böylelikle
ırkçılık meselesi, siyahların üzerinde durduğu yegâne konu hâline gelir.
Irkçılığa ve zulme karşı mücadelenin tüm işçilerin ortak davası olduğu gerçeği
unutulur. Bu ikilikçi açmaz, kimlik politikasını savunan isimler arasında
yaygın olarak görülen bir husustur. Söz konusu yaklaşıma burjuva akademya güçlü
bir destek sunmaktadır, zira kimlik politikası, esasen burjuvazinin çıkarlarına
hizmet eder ve eşitsizlik tartışması içinden çıkılmaz, çözümsüz bir yere mahkûm
edilir. Bunun nedeni tartışmanın mevcut sistemin sınırlarına mahkûm edilmiş
olmasıdır. Bu sistemde eşitsizlik meselesi asla çözüme kavuşturulamaz.
Yoldaşlar
bu meselenin neden bugün gündeme geldiğini sorabilirler. Ayrılıkçı siyah
hareketi uzun zamandır faaldi. Partimizi kuran isimler Sosyalist İşçi Partisi
içinde siyah seksiyonu oluşturulması meselesine ve işçi sınıfı hareketi
bünyesinde ayrılıkçı siyah hareketi konusuna dair tartışmalar yürütmüşlerdi.
Harpal Brar, yetmişlerde, seksenlerde ve doksanlarda harekete tesir eden
ayrılıkçı siyah hareketine karşı kaleme aldığı Burjuva Milliyetçiliği mi Proleter Enternasyonalizmi mi? isimli
çalışmasında doğru tespitlerde bulunmuştu.
Aynı
şekilde, aramızdan ayrılmış olan Yoldaş Iris Cremer da 1972 tarihli “Feminizm:
Gerici Bir İdeoloji” başlığını taşıyan konuşmasında şunları söylemişti:
“Kapitalizm koşullarda
kadınlara yönelik baskıların asıl sebebi, tüm toplumsal üretim araçlarının
azınlıktaki kapitalist sınıfın mülkiyetinde ve kontrolünde bulunmasıdır.
Öte yandan muhtelif
feminist teoriler ise şunları söylemektedir:
1.
Düşmanımız erkeklerdir.
2.
Kadınların biyolojik işlevi kadının düşmanıdır.
3. Kadının
düşmanı ailedir.
4. Kadının düşmanı
patriarkal toplumdur.
Bu teoriler, asıl
düşmanın kapitalist sınıf değil de erkek olduğunu söylediği için kadınları asla
özgürleştiremezler. Daha da kötüsü bu teoriler, kadınların gerçek düşmanının
zarar görmemesini, hatta o düşmanın mevcut konumunun pekişmesini sağlarlar.
Feministlerin
taleplerini benimseyen kadınlar, hareketin gerçek bir devrimci kadın hareketi
içerisinde esas itici güç hâline gelmesi gereken işçi sınıfı mensubu kadınlara
yabancılaşmasına neden olurlar, ayrıca kadınları erkeklerin karşısında
konumlandırırlar, böylelikle kadın ve erkeklerin büyük çoğunluğuna zulmeden
hâkim sınıfa karşı mücadelede o kadın ve erkekleri birleştirmezler” [Marxism and the Emancipation of Women
–Marksizm ve Kadınların Özgürleşmesi, 9. Bölüm]
Ayrılıkçı
siyah hareketinde gördüğümüz hususların benzerlerine feminizmde de tanık
oluyoruz. Feminizm de ilerici olduğunu ilân ettiği bayrak altında bir araya
getirdiği işçi bölüğünü, ikilikçi tarzı dâhilinde, başka bir işçi bölüğünün
karşısına çıkartıyor. İşçi sınıfını bölüyor. Bu taktik bugün de işçileri bölmek
amacıyla hâlen daha kullanılıyor.
Feminizm,
sınıfı bölen bir dinamik olarak karşımıza başka adlarla çıkıyor. Bu akım
akademide kökleşiyor. Farklıymış gibi görünse de benzer meselelerle
yüzleşmemize sebep oluyor.
Kimlik
politikasının Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası Britanya’da işçi hareketinin
dibe vurduğu bir dönemde hâkim düşünce hâline gelmesi, uzun süredir devam eden
ekonomik kriz esnasında kafasını yeniden çıkartması asla tesadüf değil. Bu
zeminde burjuva akademisi, sınıf sömürüsünü zulüm listesinden çıkartmış olan
bir ideolojiyi dayattı. Bizim âlim akademisyenlerimiz biraz şaka yapalım
demişlerse, o vakit sömürü meselesini listenin en son maddesine yazdılar, hatta
sömürü, işçiciliği kimlik olarak ele alan yaklaşıma has olan ikilikçi tutuma
doğru kapatıldı.
Bu ideoloji,
bir zamanlar bilimsel sosyalizme ve sınıf mücadelesine ev sahipliği yapan
yuvaya yerleşti. Akademinin onay ve destek vermesiyle kimlik politikası, ortak
yönlere sahip bulunduğu Yeni Sol veya Troçkizmin geçmişte devlet desteğiyle
yürüttüğü faaliyetler dâhilinde hareketimizin başına benzer belâları açtı.
Fakat
öncellerinden farklı olarak kimlik politikasının sınıf mücadelesine
inanıyormuş, destek veriyormuş gibi görünmesine gerek yok. Buna karşın yeni bir
üniversiteli “radikaller” kuşağı yarattı ve bu kuşak, ilericiymiş gibi satılan
bir ideolojiye sahipti. Bu ideoloji ise işçi sınıfının alt katmanlarına yabancı
ve alabildiğine şoven bir tutum içerisindeydi.
Giderek
daralan sol mahfillerde tumturaklı laflar edip duran entelektüellere Troçkistler,
revizyonistler ve sınıf mücadelesine sırtlarını döneli uzun zaman olmuş olan
“sol” sosyal demokratlar kucak açıyorlar. Her şeyin ötesinde burjuvazi,
işçileri bölmek ve yollarından saptırmak için, söylemde işçi sınıfına düşman
olan, devrimci politikanın estetiği ile tıka basa dolmuş ama öte yandan sınıfsal
içerikten de tümüyle mahrum bir ideolojiden daha iyi bir şey bulamazdı.
Ne yazık ki
kimlik politikasının getirip kucağımıza bıraktığı şey tam da bu. Burjuva
akademisinde geliştirilmiş toplum analiziyle ilgili çerçevenin ilerici
estetikle bütünleştirilmesi, hareketimizin önündeki en büyük engeldir. Birçok
öğrencinin bu türden burjuva önyargılarıyla bize gelecek olması anlaşılır bir
durumdur ama aynı şekilde kimlik politikası denilen çürüğü, küfü içimizden
söküp atmamız da anlayışla karşılanmalıdır “Kesişimselcilik” gibi türevleri
bulunan kimlik politikasının diyalektik ve tarihsel materyalizmle
kıyaslanabilecek bir yanı bulunmamaktadır. Tüm hâlleriyle kimlik politikası,
diyalektikten, materyalizmden, tarih anlayışından dolayısıyla bilimsel
yöntemden mahrumdur.
Kongremizde
bir yoldaş, LGBT bireylerin kapitalizm koşullarında özel ve köklü bir zulme
maruz kaldıklarına dair rakamları aktardı. Bu rakamlara göre evsizlerin büyük
bir bölümü LGBT idi.
Lâkin bu
çalışmaya ait parametreler aktarılmadı. Yoldaşımız rakamların kaynağını
vermedi, bu gençlerin bilhassa LGBT olduğu için evsiz olduklarına dair herhangi
bir delil ortaya koymadı. İstatistiğin ne tür bir sonuca götürdüğüyle ilgili
bir tartışma yürütmedi, onun evsiz olma hâline karşı LGBT bireylerini koruma
altına alacak özel yasalar talebinde bulunup bulunmadığı açık değildi. Oysa bir
mesele varsa tüm evsiz insanlar için geçerliydi. Ev, iş, eğitim ve sağlık
hizmeti tüm emekçiler için bir hak olmalı ve bu hak tüm proletaryanın müşterek
çıkarıyla ilgili.
Bu küçük
örneğin de ortaya koyduğu biçimiyle, tüm çıplaklığıyla proletaryayı
ilgilendiren bir meselenin kimlik politikasının yol açtığı sis içerisinde idrak
edilmesi pek mümkün değil. Engellilere yönelik ayrımcılık için de aynı durum
geçerli. Marksistler açısından engellilerin hakları ve onuru işçi sınıfını
ilgilendiren, proleter bir meseledir. Elbette burada derdimiz, engellilerin
maddi koşullarını geliştirmeye, kamu sağlığına ve kamusal alanlara daha fazla
erişim imkânına kavuşmaya, gelişkin iletişim şartlarını elde edip anlamlı bir
iş edinmeye dönük mücadelelerini yerin dibine sokmak değil.
Gelgelelim
onlara meselenin sınıfsal olduğuna işaret etmekten gayrı bir yardımımız olamaz.
Bir proleterin doğuştan veya sonradan engelli olarak yaşaması ve o berbat
koşulların yol açtığı risklerle yüzleşmeden varolması mümkün değil. Buna
karşılık bir burjuva aileye mensup kişi, çocuk felci sonucu engelli hâline
gelse bile, Roosevelt’in ABD’de yaptığı gibi, dört kez başkan olabilir.
Bu zeminde
bizim “kesişimselci” muhaliflerimizse ikilikçi yaklaşım dâhilinde, bizlerin tüm
bedensel ve zihinsel engelli olmayan kişilerin fiziksel veya zihinsel engelli
olan kişilere zulmettiklerine herkesi inandırmaya çalışıyor. Bu sahte çözüm,
işçileri birbirlerine düşürüyor ve kapitalistlerin bu kavgadan yara bere
almadan kurtulmasını sağlıyor.
Buradan
LGBT ideolojisi denilen meseleye geçelim. Bu meselenin parti içinde ve
dışındaki yoldaşlarımızın kafasını bir hayli karıştırdığını görmek gerek. “LGBT
ideolojisi” terimini kimlik politikası ideolojisini onaylayıp bunu LGBT
bireylere yaymak için uğraşanları ve maddi çıkarlarını en geniş anlamda işçi
sınıfından ayıranları tanımlamak için kullanıyoruz.
Bizim
görüşümüze göre Britanya’da LGBT bireyler, burjuva devletin zulmüne karşı
çıktığı ölçüde (kitleler arasında oluşan çelişki anlamında) bir tür önyargının
çilesini çekmektedirler. Oysa kimlik politikası tüccarları, bu meseleyi bir tür
ikilikçi yaklaşım üzerinden ele alıyorlar. Bunların iddiasına göre lezbiyenler,
geyler ve biseksüeller “heteroseksüellerin zulmünden”, transseksüeller de
doğuştan gelen cinsiyetine bağlı kişilerden kurtarılmalıdır.
Bu düşüncenin
kimseye faydası olamaz ve LGBT işçilere işçi sınıfının geri kalan kısmıyla
birleşme görevini aşılamaktan fersah fersah uzaktır.
Bu örnekler,
kimlik politikasının herkesi yanlışa sevk eden safsatalarını, onun bölücü
niteliğini ve burjuva niteliğini yalın bir biçimde ortaya koymaktadır. Bir tür
yardım cemiyeti gibi çalışan bu yapıların temel kusuru, sınıf mücadelesi
penceresinden bakıp toplumsal ve ekonomik hayatı sınıf mücadelesi penceresinden
bakıp analiz etme fikrine karşı çıkıyor olmalarıdır.
Kapitalist
toplumdaki ana çelişkiyi ifade eden sınıfsal sömürüyü ana bağlam olarak
görmeyen, bu sebeple diğer tüm çelişkileri söz konusu bağlam dâhilinde ele
alamayan kimlik politikası, meselelere gerçek hiçbir çözüm sunamaz ve
birleşmesi gerekenleri ayırır. Dolayısıyla kimlik politikası, esasen
Marksizm-Leninizmle tam bir çatışma içerisindedir.
Kendisini
Marksist-Leninist olarak tanımlayan birçok isim, Marksizm-Leninizmle kesişimselciliği
cem etmeye çalışıyor (kesişimselcilik, burjuva akademisinin bugünlerde destek
verdiği, kimlik politikasının yeni adı). Bu yoldaşların büyük bir kısmı, esasında
öznel planda kendi kimliklerine yatırım yapıyorlar. Bunların çoğu, kimlik
politikasına üniversitelerde veya başka yerlerde maruz kalıyorlar, sonrasında
da orada kaptıkları liberalizmi Marksizm-Leninizme taşıyorlar.
Dolayısıyla
bu kişiler, kendi kimliklerini sınıf mücadelesine (o temel çelişkiye) tabi
kılma fikrini itici buluyorlar. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, söz konusu
çelişkiler denk görünmediği için sonraki süreçte kafa karışıklığı yaşanıyor.
Kimlik
politikası, gayrı bilimsel bir tutum dâhilinde, olağanlaşmış dil bağlamında,
toplumdaki her çelişkiye “zulüm” etiketi vuruyor, oysa Marksizm-Leninizm zulüm
gibi bir terimi bilimsel içeriği ile birlikte kullanıyor. Buna karşılık yeni
Marksist-Leninist olmuş kişiler, zulümden değil önyargıdan muzdarip olduğunu
düşünüyorlar. Kişisel ve öznel deneyimlerinin küçük görülmesi sebebiyle
rahatsızlık duyuyorlar.
Tüm işçi
sınıfının ortaklaştığı taleplere sahip olmayı düşüklük olarak görenler, kendi
özel mücadelelerinden daha önemli hiçbir şeyin bulunmadığını düşünmeye
başlıyorlar. Bu yoldaşlar, kendi kişisel önyargılarının kendilerini bugüne has
bir bundculuğa götürmelerine izin veriyorlar. Bu noktada bir elleriyle
Marksizme diğer elleriyle liberalizme tutunuyorlar.
Bizim
bu yoldaşlara mesajımız gayet açıktır: Emperyalist ülkelerde burjuva devlet ve
burjuva toplum, kapitalizm koşullarına tabi ekonomik ve toplumsal hayat
dâhilinde verilmesi mümkün olan kişisel özgürlükleri ve serbestiyeti en geniş
mânâda bireye verebilmiştir. Ama bilinmelidir ki bu serbestiyet ve özgürlükler,
dünyadaki emekçi kitlelerin sırtına basarak, onların çektiği çileler ve dertler
karşılığında verilmiştir. Kitlelerin kolektif kurtuluşu, bireyin gerçek
kurtuluşunun önkoşuludur. Dolayısıyla bugün bizim için asıl mesele, tüm
katmanlara ve kesimlere mensup proleter kitleleri işçi sınıfının müşterek
çıkarı bağlamında, sosyalizm bayrağı, proleter enternasyonalizm sancağı altında
bir araya getirmektir.
Red Youth
20 Haziran 2019
20 Haziran 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder