Pages

21 Nisan 2019

Aptal ve Deli


Geçen akşam Jordan Peterson ve Slavoj Žižek, Toronto’daki Sony Centre’da bir münazara gerçekleştirdi. Münazaranın başlığı “Mutluluk: Marksizmle Kapitalizm Karşı Karşıya” idi. Münazara, her bir katılımcının yarım saat sunum yapmasına, ardından birbirlerine on dakikalık kısa cevaplar vermesine imkân verecek şekilde programlanmıştı. Sohbet, seyircilerden gelen birkaç soru ile sona erdi.

Yaklaşık üç saat süren etkinliğin gerçekleştiği salonda boş koltuk yoktu. “Yüzyılın en hararetli tartışması”na tanıklık etmeyi umanlar, dostane ve samimi bir fikir alışverişiyle karşılaştılar. Akşam boyunca iki konuşmacı da birbirlerinin fikirlerine ne çok katıldıklarını, birbirlerine ne denli hayran olduklarını dile getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Bilhassa Peterson, Žižek’in karizmatik performansından ve “karmaşık argümanlar”ından etkilendiğinden dem vururken, Žižek ise Peterson’ın politik doğruculuk eleştirisi, ayrıca argümanlarını sert ve kavgacı bir üslupla dile getirişi üzerinde durdu.

Söylemeden geçmeyelim. Žižek, tabii ki Peterson kadar nefret edilecek bir isim değil. Gelgelelim münazara, bizim solcu aydınımızın Marksistlerin epey uzağına düşmüş olduğunu, ayrıca özgürlük ve adalet adına söz söyleyecek gerçek bir Marksist politikaya neden muhtaç olduğumuzu ortaya koydu.

Peterson’ın Marx’a Dair Görüşleri

Peterson, otuz dakikalık giriş konuşmasının neredeyse tamamında Komünist Manifesto’ya saldırdı. Münazaraya hazırlıklı gelmiş olan Peterson, Manifesto ve Marksist ideoloji ile ilgili on önermesini aktardı. İlk önce Marx ve Engels’in varoluşa dair asli meseleleri sınıflar mücadelesine indirgemesinin yanlış olduğunu söyledi. İddiasına göre Marx ve Engels, hiyerarşinin biyolojiyle sıkı sıkıya bağlantılı bir olgu olduğunu görememişti. Peterson, konuşmasında ayrıca “proletarya diktatörlüğü”nün burjuva diktatörlüğünden daha iyi olup olmadığını da sorguladı.

Birçok isim gibi Peterson da Marx’ı kimlikçi bir düşünür olarak takdim etti ve onun iyi ama ezilen işçi sınıfını kötü kapitalist sınıfın karşısına yerleştirdiğini söyledi. Devamında ise toplumun komünizmde nasıl örgütleneceği meselesi üzerinde durdu ve yürürlükte olan toplumsal sistemden bağımsız olarak, iktidarın her daim az sayıda insanın elinde toplaşacağını söyledi.

Peterson, ayrıca Marx’ı ekonomi zemininde eleştirmeye kalktı. İlk başta Marx’ın kapitalizmin maddi bolluk ürettiğine dair sözlerini aktaran Peterson, ticari zekâsı ve liderlik becerisi sayesinde kapitalistlerin topluma ekonomik değer kattığını, sistemin yoksulluğu ortadan kaldırıp yoksullara yardım etmek için çok şey yaptığını iddia etti. Her ne kadar kapitalizmin zengini daha fazla zengin yaptığını kabul etse de Peterson, bir yandan da kapitalizmin yoksulları da zenginleştirdiğini söyledi. Giriş konuşması, kâr peşinde koşmanın kapitalistleri ahlâken disipline ettiğine, böylelikle onların işçilerine kötü davranmadıklarına, kâr güdüsüyle hareket eden bir patronun işini ve işletmesini kaybetme korkusuyla işçilerini asla sömürmeyeceğine dair sözleriyle sona erdi. Peterson, argümanını şu cümleyle destekledi: “Aslolarak başka insanları sömürmek suretiyle otoriter bir konuma yükselemezsiniz.”

Peterson’ın Marksizmin temel ilkelerine dair sunumu, en hafif tabirle, komik ve kabalaştırılmış cümlelerle dolu bir sunumdu. Dinleyende “bu adam Marksizmin ana metinlerini hiç okumamış” hissi uyanıyordu.

Örneğin insanların doğaları gereği hiyerarşiye ve sömürüye açık olduğuna dair yorumlarını ele alalım: Marx ve Engels, tüm tarihin sınıflar mücadelesi tarihi olduğunu söylerken tüm yazılı tarihi kastediyordu. Zira insanlar, milyonlarca yıl sınıfsız yaşamışlardı. Küçük bir azınlığın çoğunluğun ürettiği artık emeği temellük ettiği sınıflı toplum yakın bir tarihte oluşmuştu ve nispeten yeni bir olguydu, ayrıca Marx ve Engels’e göre insanların doğayla kurdukları ilişkilerin merkezinde gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimi duruyordu.

Tuhaf bir şekilde Peterson konuşmasında daha da ileri giderek, Marx’ın yazılarında “doğa” diye bir kategorinin bulunmadığını söyledi ki bu, tümüyle yanlış bir tespitti. Daha Kapital’in ilk bölümünde Marx, emeğin insanlarla doğa arasındaki temel ilişki, belirli bir emek formunun “ebedi doğanın dayattığı bir gereklilik olduğunu, onsuz insan ve doğa arasında maddi herhangi bir değiş tokuşun gerçekleşmeyeceğini, dolayısıyla hayatın olamayacağını” söylemekteydi. Anlaşılan Peterson, bu cümleleri idrak etmesini sağlayacak olan Birinci Cilt’in sonunu bile getirememişti.

Peterson, hiyerarşi ile ilgili iddialarında sürekli hiyerarşi ile sınıflı toplumu ilişkilendirdi. Ama konuşmasında bir sınıfın başka bir sınıfı sömürmesiyle ilgili imtiyazının neden insanî varoluş için gerekli olduğunu ortaya koymadı. Oysa Marx, sınıflı toplumun aşılması meselesinden bahsettiğinde aklında insanların politik örgütlerin gerekli oluşuna bir son vereceğine dair bir fikir bulunmamaktaydı. Marx’a göre politik “devlet”, sınıflı topluma ait bir organ olarak özel bir anlama sahipti. Sınıflı toplumun aşılması noktasında insanlar, hâlen daha yapıya ve örgüte muhtaç olacaklar, mücadele ve tartışma yoluyla müşterek hususları ölçüp biçme, tartışma ve izini sürme gereği duyacaklardı. Norman Geras’ın sık sık dillendirilen yedi tip iftiraya karşı Marx’ı savunmayı amaç edinmiş olan makalesinde dile getirdiği biçimiyle, “komünizmde kamusal iktidar formları, demokrasi ve seçim ilkelerine dayalı olacaklar”dı.

Peterson’ın insan doğasını esasen günahkâr gördüğü, onu ilk günahla eşanlamlı kabul ettiği açık. Dolayısıyla o, ezilenlerin mevcut durumlarını aşmaya dönük gayretlerinin kaçınılmaz olarak şiddet ve ızdırap yüklü olacağını düşünüyor. Oysa bu, insanların daha fazla şiddete yol açacak korkusu duymadan, mevcut koşullarını kolektif olarak iyileştirmelerine veya adalet arayışı içine girmelerine mani olacak bir yaklaşım.

Ayrıca Peterson yanılıyor, çünkü Marx, işçi sınıfı mücadelesini hiç de kimlikçi bir tarzda ele almıyor: sömürülen proleterler olarak kendi mevcut kimliklerini ortadan kaldırmak, işçilerin çıkarına. Marx’a göre, sosyalist mücadele dayanışma ve fedakârlık gibi idealizme ait kimi unsurları içerse bile proletarya elbette bir melek değil; yüzlerce yıl sınıfsal sömürüye maruz kalmış olmak insanları (Peterson’ın tabiriyle) “iyi birer insan” olarak hareket etmekten alıkoyuyor. Sınıfsal uzlaşmazlığın yol açtığı bu türden meseleleri Peterson’ın sığ ahlakçılığına ait zaviyeden ele alamayız, onları Marx’ın bahsini ettiği yapıyla alakalı ifadeler ışığında değerlendirmek gerekiyor.

Diğer bir mesele de kapitalistlerin değer ürettiği ile ilgili tespiti. Peterson, bu noktada Marx’ın değeri gerekli emek zamanı olarak gördüğünü hiç mi hiç anlamıyor. Burjuvazi, işçileri sömürmeden yani karşılığını ödemediği emekten istifade etmeksizin değer üretemez. Dolayısıyla sömürü, kapitalistlerin ahlakî bir ayıbı veya kusuru değil, kapitalistle işçi arasındaki yapısal ilişkiye mündemiç olan bir olgudur. Peterson’ın kapitalistleri uygarlığın temel kaideleri hâline getirmeye dönük gayreti milattan önce 503’te Roma konsülü olan Menenius Agrippa’nın ayrılmak isteyen pleblere anlattığı ünlü “Mide ve Azaları” masalına benziyor. Masalda vücuttaki organlar mideyi tembel bulup ona karşı isyan ediyorlar, mide çalışmayınca vücudun durduğunu gören organlar mideyle bir anlaşmaya varıyorlar.

Masalı bırakıp biz devam edelim. Buraya kadar aktardıklarımızdan Peterson’ın Marx’ın gerçekte söyledikleri konusunda epey cahil olduğu net bir şekilde anlaşılmıştır umarız. Kendisi zeki bir avuç sağcı eleştirmen gibi Marx’ın düşüncelerini kabul etmiyor ya da seyircinin anlaması için meseleleri basitleştiriyor değil, basbayağı tartışmaya girmeye yetecek bilgiden bile yoksun.

Bugün küresel kapitalizm bağlamında tüketim, ölüm oranları gibi başlıklarda atalarımıza göre daha iyi durumda olmamız, kimi ilerlemelerin yaşanmış olması, insanları kitleler hâlinde sömürüye ve yabancılaşmaya mahkûm etmenin bahanesi olamaz. Peterson, dogmatik bir yaklaşımla, bu nispi ilerlemelerin serbest piyasa sayesinde gerçekleştiğini, asla işçi sınıfının sömürüye karşı verdiği mücadele, kamusal sağlıkla ilgili müdahaleler gibi başka gerçeklerden kaynaklanmadığını söylüyor. Oysa iklim değişikliğindeki hızlanma da dâhil tüm toplumsal sorunların ardındaki temel faktörlerden birisi de kâr güdüsü olduğunu söylemeye bile gerek yok.

Mutluluğa Karşı Birlik

Peterson, klasik bir Marksistle tartışma içine girdiğini, münazaranın önemli bir kısmının Marksizm merkezli ilerlediğini söylüyorken, Žižek farklı bir gündemle çıkıyor sahneye. Otuz dakikalık giriş konuşmasında Žižek, Marx’tan hiç bahsetmiyor, sadece “politik doğrucu” akademisyenlerin kendisini ve Peterson’ı nasıl marjinalleştirdiğinden bahsediyor:

“Resmi akademisyen cemaati Peterson’ı ve beni marjinalleştirdi, bunlar burada bizim yeni muhafazakârlara karşı sol liberal çizgiyi savunacağımızı varsayıyorlar. Gerçekten de öyle mi peki? Bana esas olarak sol liberaller saldırmıştır. LGBT ideolojisine yönelik eleştirim konusunda yönelttikleri itirazları anımsamak kâfi.”

Peterson’ın ve kendisinin ortak bir düşmana sahip olduğunu tespit ettikten sonra Žižek, konuşmasına farklı konu başlıklarını tartışarak devam etti. Bu başlıklardan biri de Çin’deki ekonomik mucizeydi. Bu mucize, esasen serbest piyasa demokrasisinin değil, otoriter kapitalizmin eseriydi. Žižek konuşmasında bir de Bernie Sanders’ı radikal bir isim olarak takdim edip şeytanlaştırdı ve onun “demode bir ahlakçı” olduğunu söyledi, ayrıca solun hatası konusunda “beyaz liberal çokkültürcülüğün” suçlanması gerektiğinden bahsetti.

Žižek, ayrıca göç krizinin “kapitalizmin özünde varolan çelişkiler”den kaynaklandığını söyledi, fakat etkinliğin ilerleyen bölümlerinde açık sınır politikasına karşı laflar sarf etti. Žižek, haklı olarak, mültecilere yönelik popülist nefretin akıl dışı olduğunu söyledi. Ancak tuhaf bir biçimde, “mültecilerle ilgili raporların doğru” olduğunu da iddia etti. Muhtemelen Žižek, konuşmasında yabancı düşmanı olarak eleştirilmesine sebep olan, “şiddete meyyal” mültecilerle ilgili önceki açıklamalarından bahsediyordu.

Bu arada hakkını teslim edelim: Žižek, herkesi kapsayan sağlık ve eğitim politikasına destek verdiğini, bu politikanın bireylerin yaratıcı potansiyellerine açığa çıkartmasına imkân sağladığını ifade etti. Ayrıca Žižek, iklim değişikliğinin birilerinin uydurduğu bir yalan değil, belirli bir biçim altında somutlaşacak uluslararası işbirliği üzerinden mücadele edilmesi gereken, insanlığa yönelik fiilî bir tehdit olduğunu kabul eden tespitler dile getirdi.

Gelgelelim tüm münazara boyunca Žižek, birkaç kez kendisinin kötümser olduğunu söyledi. Žižek, mevcut solu hınç ve mağduriyet edebiyatı ile yüklü bir bataklık olarak tarifledi. Marx’taki özgür ve şeffaf toplumsal ilişkileri savunan o iyimser görüşe bağlı olmadığını ifade etti. Marx’taki bu görüşe karşılık Žižek ve Peterson, insanların rasyonel olmadıkları, doğaları gereği kendilerini ve hayatlarını baltalama, sabote etme eğiliminde oldukları iddiasında bulundu.

Üretim güçlerini kapitalizmin boyunduruğundan kurtarmayla ilgili Marksist hedef, Žižek’in üzerinde durduğu bir mesele değil. Onun varoluşçu tespitiyle modernite, “özgürlük denilen asli yükü taşıma ihtiyacı”nı ifade ediyor. Eski tip otorite olmaksızın bizler kendi yüklerimizden sorumluyuz, metalaşmış ve hazcılaşmış bir dünyaya karşı anlam mücadelesi vermeye mahkûmuz. “Bizim zevk verecek bir hayatta kalma pratiği için mücadele etmenin ötesine geçip anlamlı bir davaya kavuşmamız gerekiyor.” Gelgelelim zevke ve hazcılığa karşı önerilen bu türden bir varoluşsal çilecilik, Marx’ın insanî ihtiyaçların evrensel ölçekte giderilmesiyle ilgili projesine ters. Ishay Landa’nın da tespit ettiği biçimiyle mesele, tek başına tüketimciliğe değil, büyük çoğunluğa dayatılan kemer sıkma politikaları temelli kapitalizm koşullarına karşı koymak.

Peterson ve Žižek, konuşmaları boyunca sık sık çıkış noktalarının Yahudi-Hristiyan gelenek (veya “Batı” geleneği) olduğunu söyledi, oysa bu, Hegel ve Marx’ın rasyonalist geleneği değil, Kierkegaard, Nietzsche ve Heidegger’in varoluşçu geleneği. Žižek, konuşmasında felsefi kahraman olarak Marx’ın karşısına Hegel’i çıkarttığını söyledi fakat burada esasen diyalektik bir çözümlemeye maruz bırakılmamış bir Hegelcilik söz konusu. Yani Hegel’deki çelişkiler, çözülmesi mümkün olmayan karşıtlıklara dönüştürülüyor.

Žižek ve Peterson’a göre, yabancılaşma kendi kendine olan, oluşan bir şey. Her iki isim de insanlık hâlinin doğası gereği trajik olduğunu düşünüyor. İster biyoloji, ister psikoanaliz isterse metafizik açıdan ele alalım, insanlığın durumu trajediden ibaret. Temelde hepimiz, hangi politik ve ekonomik rejim olursa olsun, hata yapmaya ve hayal kırıklıklarına mahkûmuz, bunlar alnımıza yazılmış bir kere.

Münazara ilerledikçe Peterson, Žižek’i Marksizm konusunda köşeye sıkıştırmaya çalıştı, ondan Marx ile ilgili konumunu netleştirmesini isteyip durdu. Buna cevaben Žižek, “komünizm” sözcüğünü kışkırtma amacıyla benimsediğini, gerçekte kendisini komünist olarak tanımlamadığını söyledi. Žižek, konuşmasında bir yandan da kendi kendisini sınırlayan, düzenlemelere, mevzuata tabi bir kapitalizme ihtiyaç duyulduğundan dem vurdu. Konuşmasının hiçbir yerinde işçi sınıfının kendi kendisini kurtarmasından bahsetmedi, sadece “insanları özgür olmaya zorlayacak bir efendi”nin gerekli olduğu üzerinde durdu. Žižek, sahneye teknokrat bir liberal olarak çıkmıştı, zira ona göre kitleler kendilerini asla özgür kılamazlardı. İllaki onlara rehberlik edecek bir efendiye ihtiyaç vardı. Peterson’sa bu tür fikirlerle derdi olan, onlarla çatışacak biri değildi. Bilâkis kendisi de kapitalizmin sorunları olduğunu kabul ediyor, dizginlenmemiş piyasalar fikrini asla desteklemediğini söylüyordu. Konuşmasında Winston Churchill’i “kapitalizm muhtemelen en kötü sistemdir lâkin diğer tüm sistemlerden de hâlâ daha iyidir” sözünü alıntıladı.

Etkinliğin sonuna doğru Peterson, Žižek’i son bir kez daha zorladı. Ona kendisini Marksizmle hâlen daha ilişkilendirip ilişkilendirmediğini sordu. Buna cevap olarak Žižek, kimsenin anlamadığı bir yaklaşım dâhilinde, Marx’ın On Sekizinci Brumaire ve Kapital’de geliştirdiği ince ve derinlikli politik-ekonomik analizlerine sırayla atıfta bulundu. Ama bundan gayrı bir kapsamlı bir savunma içine de girmedi.

İki Hasım Kol Kola

Her ne kadar Peterson, Žižek’teki karizmadan büyülenmiş görünse de onu asıl etkileyen, Žižek’in Marx ve Engels’in temel argümanlarını olumlamayı reddetmesi idi. Žižek solcular laflar sıralasa da Peterson’la birlikte, sınıflı toplumun, toplumsal hiyerarşinin varlığını onayladı, ayrıca çekilen çilelerin kader olduğunu söyledi. Onlara göre bizler, kapitalizmin yol açtığı ızdırapla tek tek bireyler olarak ya da ruhsuz düzenlemeler aracılığıyla başa çıkabilir, asla bu sistemi aşmayı umut bile edemeyiz.

Peterson, konuşmasının bir yerinde Žižek’in iddialarının Marksizmle alakası olmadığını daha çok “Zizekizm” gibi bir yönelimin ürünü olduklarını söyledi. Oysa söylenenlerde hiç özgün bir yan yok: mevzubahis olan Zizekizm veya Petersonizm değil, burjuva kötümserliğin eski metafiziği. Bu münazaranın iki katılımcısından da kapitalizme alternatif olacak bir öneri işitmedik. Hatta onların gerçek bir sistemsel alternatife inanmadıklarını ve böylesi bir alternatifi istemediklerini gördük.

Esasen Žižek ile Peterson arasında, John Locke’un aptal ve deli arasında tespit ettiği fark kadar fark var: aptal, kendi önermelerinden yola çıkarak belirli sonuçlara ulaşamazken; deli, görevine sadakat gereği, kötü önermelerden çıkarımda bulunuyor. Buradaki ayrımda Žižek aptalı temsil ediyor, zira ondaki solcu sözler Peterson’ın insanî varoluşla ilgili trajik görüşüyle paylaştığı felsefi önermelerle asla uyuşmuyor. Deliyi temsil eden Peterson ise bu trajik önermeleri alıp oradan, önermelerdeki mantık gereği, sosyalizm karşıtlığına ulaşıyor.

Kim bilir? Belki de bunca ortak yöne sahip olan bu iki insan arasında ileride güzel bir dostluk başlar?

Sam Miller
Harrison Fluss
20 Nisan 2019
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder