Kolombiyalı
mafya lideri Pablo Escobar ile ilgili bir film çekiliyor. Film, Türkiye’de de
gösterime giriyor. Javier Bardem’in oynadığı Escobar, seyircinin ilgi ve
sevgisine mazhar oluyor. Hemen bu ilgi ve sevgiye neşter atmak gerekiyor. Bu
noktada Yeni Yaşam yazarı M. Ender Öndeş devreye giriyor.[1]
Öndeş
yazısında gençlere, “Escobar’da sevilecek bir yan yok, roman okuyun, gidin
Gabriel Garcia Marquez’i sevin veya FARC lideri Marulanda’ya hayran olun”
diyor.
Bu
Türk solundan gelip Kürt hareketine bordalayan isimler, her zaman daha
fazlasını verme ihtiyacı duyuyorlar. Yaranma psikolojisi, gerçeklikte karşılığı
bulunmayan bir mite, efsaneci bir dile bağlanıyor. Çünkü Öndeş, Marulanda
derken aslında Öcalan’ı kastediyor. Marquez’in karşılığı da muhtemelen Temo ve
Demirtaş olmalı!
Ortalığı
temizlemek, sakinleştirmek gibi bir işlevleri var bu tür yazarların. Escobar
ilgisinin ve sevgisinin neden kaynaklandığını çok iyi biliyorlar. Bir hendek
savaşında şehirde sıkışmış yüz kadar insan adına biri, Kürt hareketinin TV’sine
bağlanıyor ve ağlamaklı bir sesle, “yardım edin, hepimizi öldürecekler!” diye
bağırıyor, ama tam o sırada telefon bağlantısı kesiliveriyor. TV, kendi
insanına sansür uyguluyor.
Belki
de Escobar, o yüz kişiye yardım etmeyi bildiği, olmadı, hesabını sorabildiği
için seviliyor. Öndeş gibiler, bu ruh hâlini düzeltmek, ıslah etmek için
varlar. Tabandaki öfkeyi dindirmek için herkese topluca narkoz veriyorlar.
Yapılan, bir operasyon, ameliyat sonuçta.
Ölüm
orucu sürecinde bir örgütün üyesi, eylemlere katılmadığı için örgütünü
eleştiriyor ve “demek ki biz hapse girsek, bize selam bile vermeyecek” diyor o
örgütü için. Bu sahipsizlik hissi, tepedeki küçük burjuva şefleri zerre
ilgilendirmiyor.
Aynı
şekilde, bir tür Müslümanlık varsa, bu halka, ümmete sahip çıkmakla ilgiliydi.
Dergâhlar, tarikatlar, dernekler bunun içindi. Bugün AKP ile zenginleşen, orta
sınıflaşan kesimler, İslam’ı yoksuldan kurtarma gayreti içerisindeler. O
nedenle dinden uzaklaşma, dinin halktan uzaklaşması meselesini hiç dert
edinmiyorlar. Çünkü İslam’ın yoksullukla anılmasını hiç istemiyorlar. Kendi
bireylikleriyle yaşadıkları bir tür İslam var nasılsa, gerisi onları hiç
ilgilendirmiyor. Hayatın tozunun, kirinin değmediği bir İslam inşa ediyorlar.
Laiklik, AKP içine sığınan Müslüman kesimleri dirhem dirhem çürütüyor.
Aynı
laiklik müdahalesi, esasında sosyalist hareketi de vuruyor. Asıl görülmeyen bu.
Küçük burjuva bir rekabet ve mülkiyet anlayışı üzerinden İslamcı harekete
bakılıyor, perde gerisinde olan biten incelenmiyor. Aynı laiklik, sosyalist
hareketi halktan, hakikatten ve mücadeleden uzaklaştırıyor, onu bireyle tanrısı
arasında, özel alana hapsediyor. Bugün sol laikleşiyor, bireyle tanrısı (o
neyse artık!) arasındaki bir muhabbete indirgeniyor, bireysel olana doğru
kapatılıyor. İslam’ı özel alana kovduğunuzda, sosyalizme alan açılmış olmuyor.
Devlet, kendi sınıfsal ihtiyaçlarına uygun olarak hareket ediyor.
Kolombiya’daki
barış süreci de böylesi bir ihtiyacın ürünü. Muhtemelen Escobar tartışması da
çözüm süreciyle ilgili. Kolombiya, her kritik momentte bu türden bir barış
sürecine tanıklık etmiş. Son süreç, anlaşmayla ve bu uzlaşmaya direnenlerin tek
tek öldürülmesiyle birlikte gerçekleşme imkânı buldu. Buradaki çözüm sürecinin
Suriye ile alakası varsa Kolombiya’daki sürecin de Venezuela’yla, oraya
çekilmesi düşünülen operasyonla alakası var.
Ama
çözüm süreci hiçbir şeyi kesmiyor. Halk, özelde gençlik, yaşanan baskı ve zulme
karşı susmanın sancılarını yaşıyor. N’apsın, Escobar’ı severek bir mesaj
veriyor, ama o mesaj da Öndeş eliyle yapılan müdahaleyle dilsizleştiriliyor.
Öndeş gibilerin işi bu.
Benzer
bir dilsizleşme, sol sosyalist örgütler bağlamında da geçerli. Başörtülü bir
kadına polis tacizde bulunuyor, kimsenin, tek bir feministin bile, gıkı
çıkmıyor. Kimi “başörtülüymüş oh olsun”, kimi “malum örgüttenmiş oh olsun”
diyor.
Bir
örgüt üyesini polis gözaltına alıyor, hemen kişisel özellikler taranıyor,
Facebook sayfası inceleniyor, mağdur olarak takdim edilmesini sağlayacak
malzemeler toplanıyor. “Evet, tiyatrocuymuş o zaman gerici yobazlar tiyatroya
saldırıyor diyelim” deniliyor. Ya da okuduğu kitaplar, akademisyenliği vs.
gündeme getiriliyor.
En
fazla öne çıkartılan kutsal meslekse, gazetecilik. Gezi’den beri tüm örgütler,
militanlarını birer gazeteci ve muhabir yaptılar. Hiçbir bir militan, örgüt
üyesi, bir hareketin ve örgütün mensubu olarak savunulamıyor artık. Hareket de
örgüt de savunmasız. Örgüt ve hareket o noktada dilsizleşiyor, özne ve fail
olmaktan çıkıveriyor. Devletle birey karşı karşıya getirilerek, liberal
rüzgârla yelken şişirilmeye çalışılıyor. Sol sosyalist hareket, sosyal medyaya
örgütleniyor.
Çünkü
ortada örgüt ve hareket diye bir şey kalmadı. Bireye güzellemeler yapmak
dışında bir iş yapılmıyor. Gezi döneminin o afili örgütlerini bugün kimse,
sokakta dahi göremiyor. Dolayısıyla, topyekûn kolektif saldırıya topyekûn
kolektif bir karşı koyuş gerçekleştirilemiyor. Köylülüğü küçük gördüğü için
ambleminden orağı çıkartan, onca “yıldır köylüler işçileşsin de memleket
ilerlesin” diyen, AB’ye uyum sürecine ses çıkartmayan parti, köylülüğün
tasfiyesinden, tanzim satışlardan dem vuruyor bugün.[2] Gelin görün ki bu
dalaverenin kimseye faydası bulunmuyor.
Bu
topyekûn saldırı ortamında, en azından, “işimi geri istiyorum” değil, “işimizi
geri istiyoruz” demek gerekiyor. Bireysel, tekil, kişisel olan bir maraz veya
musibetten değil, bilinçli, kararlı, ezileni-sömürüleni hedef alan, bütünsel
bir saldırıdan söz edilmeli. Örgütler, sosyal medyada daha fazla “like” almak
için değil, ezilenin-sömürülenin daha fazla mevzi elde etmesi için
uğraşmalılar.
Escobar’a
yönelik tabandaki hayranlığın sebeplerini buralarda aramak lazım. Basit bir
mesele için ülkeyi yangın yerine çeviren, yoksulları gören, onların öfkesini
örgütlemesini bilen birinden bahsediyoruz sonuçta.
Brezilyalı
devrimci Carlos Marighella, farkı şu şekilde tespit ediyor:
“Şehir gerillası, adi
suçludan temelden farklıdır. Adi suçlu, kendi eylemlerinin ekmeğini yer,
sömürenle sömürülen arasında ayrım gözetmeksizin saldırır, bu sebeple, birçok
sıradan insan, onun eylemleri yüzünden mağdur olur. Oysa şehir gerillası,
politik bir hedefe uygun olarak hareket eder ve sadece devlete, patronlara ve
yabancı emperyalist güçlere saldırır.”[3]
Lenin
ise Sol Komünizm’de sol doktrinerizm konusunda şu uyarıyı yapıyor:
“Sol doktrinerizm,
ısrarla, belirli eski mücadele formlarını kayıtsız şartsız redde tabi tutuyor,
mücadelenin yeni içeriğinin tüm biçimleri üzerinden kendi yolunu açtığını,
komünistler olarak görevimizin tüm o biçimlere hâkim olmak, bir biçimi diğer
bir biçimle en hızlı şekilde tamamlamayı, birini diğerine ikame etmeyi,
taktiklerimizin bizim çabamızın ürünü olmayan veya bizim sınıfımızdan
kaynaklanmayan her türden değişime uyarlamayı öğrenmek olduğunu göremiyor.”[4]
Mücadelenin
tüm biçimlerini elbette görmek gerekiyor, ama devletin-sermayenin saldırısının
içeriği pek değişmiyor.
Escobar’ın
dizisinde onu canlandıran Wagner Moura, Şehir Gerillasının El Kitabı’nın
yazarı Carlos Marighella’nın hayatını sinemaya aktarıyor. Moura, film ile
ilgili basın toplantısında şu tespiti yapıyor:
“Brezilya devleti
ırkçıdır. Marighella solcuydu, devrimciydi ve siyahtı. Elli yıl önce bir
otomobilin içinde devlet tarafından katledildi. Marighella’dan elli yıl sonra
solcu, insan hakları savunucusu, aynı zamanda siyah olan bir kadın, bir
otomobil içinde, muhtemelen devletin istihbarat ajanları tarafından,
katledildi. Bu açıdan, devletin altmışlarda devrimcilere karşı uyguladığı
şiddetle bugün favelalarda siyahlara karşı uygulanan şiddet aynıdır. İkisi de
aynı, işkence yapıyorlar, öldürüyorlar. Sonuçta Brezilya’da polis, yurttaşları
değil, devleti korumak için eğitiliyor.”
Yani
asıl üzerinde durulması gereken, bu süreklilik. O saldırı varsa, ortada bir
öfke var demektir. Bugün birey, kimlik gibi başlıklarda asıl laikleştirilen
şey, bu öfkedir. Laikleşme meselesi, hem bu dünyanın ötesine uzanan iradenin
temizlenmesi, irade denilen şeyin buranın ihtiyaçlarına bağlanması hem de
geçmişin bugün karşısında hükümsüz kılınmasıdır. Tek bir militanının kılına
zarar geldiğinde o saldırıyı üzerine alıp, gerektiğinde, dünyayı ateşe vermeyen
örgüt, gariplerin örgütü olamaz!
Eren Balkır
18 Şubat 2019
Dipnotlar:
[1] M. Ender Öndeş, “Pablo Escobar: Evlat Olsa Sevilmez!”, Yeni Yaşam.
[2]
Kadir Sev, “Tarımda Kapitalistleşme Kök Salıyor”, 13 Şubat 2019, Sol.
[3]
Carlos Marighella, Minimanual of the Urban Guerilla, Haziran 1969, MIA.
[4] V. I. Lenin, “Left Wing” Communism: an Infantile Disorder, Nisan-Mayıs 1920, MIA.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder