“Her biri iki yapın.”
[Mao Zedung]
Kaypakkaya, parti içerisinde süren tartışmada, kendi
ekibine yönelik “hizipçilik” ve “bölücülük” suçlamalarına cevap verirken, bir
tür iktidar mücadelesinden bahsediyor ve bu mücadelenin özünde burjuvazi ile
proletarya arasında cereyan ettiğini söylüyor. O, temelde politik ayrışmanın
sınıfsal niteliğine vurgu yapıyor. Hesaplaşma bağlamında diğer tarafın
kariyerizminin karşısına sınıfsal bir set çekiyor. Mesleği verenlere ve meslek
sahibi olmakla övünenlere karşı, kolektife ait olmanın onurunu çıkartıyor:
“Bu
[mücadele], proletarya ile burjuvazi arasında bir iktidar mücadelesidir. Bu
hakkı burjuvaziye tanıyıp proletaryaya tanımayanlar, açık veya gizli halk
düşmanlarıdır.”[1]
Bugünse içerideki sınıflar mücadelesine dair bilinç,
dışarıdaki sınıflar mücadelesine dair algı üzerinden, tüm zeminini yitirmiş
görünüyor. Burjuva veya proleter demenin “gericilik” olduğu koşullarda,
“içerideki imtiyazsız, kaynaşmış kitle”, dışarının kemalizmine göre
biçimleniyor ve oradan kuruluyor. Herkesin ayrımsız, belirli bir hizaya çekilmesinin
zorunlu olduğu koşullarda, siyaset de sınıfsal olana yasak koyuyor. Böylelikle
siyaset, alttakilerin, ezilenlerin varoluşsal yönelimlerine kapatılıyor.
Devlete ve demokrasiye kilitlenmiş siyaset düzlendikçe, yukarıda da aşağıda da
ezilenlere dair çıkıntılar törpüleniyor. Sınıfsal ayrımların silikleşmesi, bu
düzlenmeyle alakalı. Düzlenmenin kendisi de eşitlikçi bir yerden karşılanıyor.
Esasında özgürlük adına eşitleyicilikle eşitlikçilik karıştırılıyor.
Bu silikleşmeye alternatif olarak sadece kişisel
şevki, coşkuyu ve “devrimci” yiğitliği çıkartanlar, özünde bu süreci
besliyorlar. Mesele, ayrışmama cüreti değil, zaten ayrışma, yaşanan momentlerin
teorik ve politik eylemle işaretlenmemesi, geçmişle bağ kurulmaması, geleceğe
uç çıkartılmamasıdır. Özgürlükçü olanlar, kadroları düzlemeye çalışıyorlar;
eşitlikçilerse ayrıştırıyorlar. Devlet içe ve araya sindikçe, bu tür
müdahaleler gerçekleşiyor. Kişisel duygular, ayrışmayı beslediği için
önemseniyor.
Ezilenlerin kolektif duygularını efendilerin çeşitli
araçlarla yönlendirme girişimlerini etkisizleştirecek bir kavgaya rastlanmıyor,
aksine, bu tür girişimler, çeşitli şekillerde, ezilenler adına siyaset
yürütenler tarafından da ortaya konuluyor. “Adına siyaset”, ezilenlerin
“sıfatına” odaklanıyor. Bu yanlış dilbilgisi, zihne kazınacak tek bir cümle
kuramıyor.
“Kaynaşmış kitle” ile “özgün biricik birey” düşman
kardeşler ve bu düşmanlığa aldanmamak gerekiyor. İkisi de ilk fırsatta hasmına
pençelerini gösteriyor. Bu pençe, devletle ve toplumun üst kesimiyle kurulduğu
varsayılan ilişkilere göre sivriliyor.
Ezilenlerin kaynaşmış kitle yapılması veya özgün
bireylere bölünmesi, tek bir güce hizmet ediyor. Kurulan cümlenin öznesi, her
daim efendilerdir. Kölelik ilişkileri, edebiyata ve dilbilgisine de yansır.
Hollanda krizi sonrası Avrupa’dan yazılar yazan solcuların dilinde bariz bir
ezilen düşmanlığı vardır. Hollanda’da yaşayan bir solcu, ancak Hollandalı bir
sömürge valisi gibi konuşabilmekte, “bu Türkler geldi, her şey kirlendi”
diyebilmektedir. Devlet ve burjuvazi, sadece bir tek yöntem üzerinden
örgütlenmez.
Devlet, kriz anlarında güçlenir, güçlenirken kendisine
daha fazla tırnak bulur, parçalamayı, ezmeyi, sindirmeyi sağlayacak gücü zemine
yayar, yukarı kaldırır ve kendisine örgütler. NATO, Pentagon, AB gibi güç odaklarına
göre yaşanan dönüşüm dinamikleri sürtüşmeler yaşasa da toplamda, Engels’in
ifadesiyle, tek tek kimsenin istemediği bir sonuca yol açar, dolayısıyla
tartışma, ilerleyen dönemde mevzi ve mevki elde etmekle alakalıdır.
Solun tartışması gereken, bu gerilimde kimin mevziine
göz diktiği, kimin mevkiine talip olduğudur. “Üstteki on binin güvenliği” ve
iktidarı adına, bu gözler ve bu talipler öne çıkacak, siyaseti onlar tayin
edecek, aşağının basıncını bunlar absorbe edecektir. Bölmek, parti olmak, bu
koşullarda mümkün değildir.
Bölmeden birlik; birleştirmeden bölmek imkânsızdır.
Devlete ve topluma dair algı ve bilgi belli bir kıvama getirilir. Toplumun
birliğini savunurken demokratlar, devletin birliğini savunanlara hizmet
ederler. Birbirlerinin şahdamarlarını asla kesmezler. Bu tür gerilimlerin
şiddetinin düşürülmesi adına her eylem ve her oluş, sınıf dışı bir alana
fırlatılır. “Devlete yokmuş gibi davranırsak, yok olur gider” diyenlerin yerini
“sınıfı yok varsayarsak, yok olur” diyenler alır. İki taka, birbirine asla
değmez. Karadeniz’in hırçın dalgalarında seyir, böylelikle güvence altına
alınır.
Devlet kendisini, gücünü Karadeniz’den, ideolojik
zeminini Batı sahillerinden kurar. Denize halk değil, vatandaş girebilir.
Vatandaş belgesini sadece postun sahibi verir. Vatan, kasaların sahipleridir.
Tapunun altında tek bir imza vardır. Başka bir seçenek mümkün değildir. Tüm
sol-sosyalist hareket o imzaya kuldur.
Toplumun birliğini savunanlar, doğal olarak
kitleselleşebileceklerini düşünürler. Bu toplum da özünde burjuva birey
ölçütüne tabi kılınır. Birey, sınıfın olmadığı, cennet diyarıdır. Sınırsızlık
ve sınıfsızlık imkânıdır. Devletin basıncı, burjuvazinin elmalı şekerleri,
kimilerini bu imkâna örgütler. Devletle ve burjuvayla kurulan politik ilişki
terse döner; sınırsızlık ve sınıfsızlık edebiyatı bu ilişkiyle meşrulaştırılır.
Burjuvadan sınırsızlık, devletten sınıfsızlık öğrenilir. Sınıfların
sınırladığını görenler burjuvazinin, sınırların sınıfsallığını görenler
devletin kucağına kaçarlar. Aradaki didişmenin ezilenlere bir hayrı
olmayacaktır.
Bu süreçte toplum, birey putu önünde diz
çöktürülecektir. Böylesi bir yaklaşım ise, üstteki on binin güvenliği ve
iktidarı bağlamında “sosyalizm”den rol çalan, “burjuva sosyalizmi” denilecek
bir eğilimi ortaya çıkartır. Azınlık, çok görünmek, toplumsal-tarihsel zeminini
teyit etmek, kitleleri kontrol altına almak adına, bu tür bir “sosyalizme” her
daim kapı aralar. O aralıktan da meslek sahipleri, yükselmek, kabul görmek
isteyenler geçerler. Dolayısıyla aşağıda, altta, dışta, karşıda olanlar,
hümanizm kurgusu üzerinden insanlık dışı varlıklar olarak kodlanmaya başlarlar.
Sol, bir tür sınıf atlama trampleni olarak görülür. Mesleklerin yaldızlandığı
yerde devlet güçlenir.
Bu tür bir sosyalizm, laikleştirilmiş kitlenin dinî tahakküme
tabi tutulmasında önemli bir araç olarak iş görür. Böylesi araçları bünyesinde
kullanmayı bilen ordunun zinde kuvvet, kolektif aksiyon olarak görülmesinin
sebebi buradadır. Küçük burjuva sızlanmaları ve hayıflanmaları örgütlemeyi
bilen ordu, devletin ruhunu, belkemiğini teşkil eder. Buradan yayılan
“sosyalizm” rayihasına pek aldanmamak gerekir. Bu rayiha, burjuvazinin zevk ve
haz dünyasına dairdir. Ezilenlerin bir gülden bile burjuvazi gibi koku alması
mümkün değildir.
Kitleleri hazır olan güce biat etmeme konusunda
eylemli bir “eğitim”le tanıştırmak zaruridir. Bu açıdan ayrımı, siyaseti meslek
edinmiş, meslekî ilerleyişinin aracı hâline getirmiş kesimlerin yukarıdan
çektiği çizgilere göre değil, aşağıdan çekmek lazımdır. Ezilen-sömürülen
kitlelerin aşağıdan, toprağı yaran sınır boylarında olmak şarttır. Orada
burjuva bireyin teolojik ve ideolojik çerçevesi paramparça olur.
O bireye yönelik tapınma biçimi, yoksula, mazluma,
işçiye kudret ve güç arayışını yasaklar. Çünkü bunlar, birey denilen temiz, saf,
pirüpak alana göre kirli görülürler. Yasaklama işini, tampon görevini,
koruyuculuk misyonunu orta sınıf üstlenir. Burjuvaziden ödünç alınan kudretli
olma imkânları karşısında bu sınıf, kudret ve güç arayışına mani olur. Çünkü
orta sınıf, “varlığını artan gelirlere borçludur”, görevi ise “[…] üstteki on
binin toplumsal güvenliğini ve gücünü artır”maktır.[2]
Gücün artırılması için yoksulun, mazlumun, işçinin
tehlikeli, tehdide sebep olan yönlerinin arındırılması gerekir. Bunlar, orta
sınıf siyasetine bu sebeple mahkûm edilirler. Orta sınıf siyasetinin niceliğini
yüceltmesi de burayla alakalıdır: o, kendi meşruiyetini niceliksel çoklukta
bulduğunu sanır, bir yandan da siyaseti çok olmaya indirger.
Sol siyaset, hükümetteki şahısların tekil
özelliklerine, varlığına odaklanırken, bilerek veya bilmeyerek, perde
gerisindeki dönüşüme aracılık veya hizmetkârlık eder. Ayrımların
silikleşmesinin gerekçesi buradadır. Çok olmak, nicelik, nitelik hilafına talep
edilir. Sayısal çokluk, niteliğin düşürülmesini zorunlu kılar. Ayrımların
silinmesi işlemi kitleselleşir, kitle, efendilerin oyunlarını görmeyecek bir
yere mahkûm olur. Sadece yükselmek ister, yükselme girişimini devrimci bir şey
zanneder, sınırları aşmak, sınıflardan kurtulmak, geceden sabaha yapılacak bir
iş değildir. Kitlelere bu aşmayı ve kurtuluşu vaat edenler, bunların hemen
gerçekleşeceğini söyleyenler, kitlelerin direncini kırarlar, birikimini tasfiye
ederler, geleceğe yönelik politik iradesini ortadan kaldırırlar.
Kitlelerdeki bu dönüşüm, yukarıdaki dönüşümle
alakalıdır, onun içindir. Devlet, ordu ve hükümet yapısındaki dönüşümü sol
siyasetteki değişim üzerinden okumak da mümkündür. Tersten bakıldığında,
soldaki değişiklikler, en azından sezgisel düzeyde tespit edildiğinde, devletin
kitleler ve sol açısından nasıl bir manzara istediğini anlamayı
kolaylaştırmaktadır.
Özne olma çağrıları, çoğu zaman bu manzarada
varolmanın günahını gizler. Ya komplocu bir yerden, “herkes ve her şey bana
karşı” denilir ve intihara sürüklenilir ya da oradaki güce biat edilir. Solun
çeşitli biçimleri, intihara ve biate dairdir.
Özne çağrıları, kendisini saf zannedenlere sıcak
gelir. Saflıksa, dolaylı olarak devlete ve burjuvaziye atfedilir. İki uç
birbirine bağlanır, çember kapanır. Kapanan çember, kendisini akrep
zannedenleri öldürür.
Eren Balkır
3 Haziran 2018
Dipnotlar:
[1] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yay., 1992, s. 316.
[2] Karl Marx, Artı-Değer Teorileri, İkinci
Kitap, Sol Yay., 1999, s.549.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder