Pages

04 Haziran 2018

İki Taka


Her biri iki yapın.
[Mao Zedung]

Kaypakkaya, parti içerisinde süren tartışmada, kendi ekibine yönelik “hizipçilik” ve “bölücülük” suçlamalarına cevap verirken, bir tür iktidar mücadelesinden bahsediyor ve bu mücadelenin özünde burjuvazi ile proletarya arasında cereyan ettiğini söylüyor. O, temelde politik ayrışmanın sınıfsal niteliğine vurgu yapıyor. Hesaplaşma bağlamında diğer tarafın kariyerizminin karşısına sınıfsal bir set çekiyor. Mesleği verenlere ve meslek sahibi olmakla övünenlere karşı, kolektife ait olmanın onurunu çıkartıyor:

“Bu [mücadele], proletarya ile burjuvazi arasında bir iktidar mücadelesidir. Bu hakkı burjuvaziye tanıyıp proletaryaya tanımayanlar, açık veya gizli halk düşmanlarıdır.”[1]

Bugünse içerideki sınıflar mücadelesine dair bilinç, dışarıdaki sınıflar mücadelesine dair algı üzerinden, tüm zeminini yitirmiş görünüyor. Burjuva veya proleter demenin “gericilik” olduğu koşullarda, “içerideki imtiyazsız, kaynaşmış kitle”, dışarının kemalizmine göre biçimleniyor ve oradan kuruluyor. Herkesin ayrımsız, belirli bir hizaya çekilmesinin zorunlu olduğu koşullarda, siyaset de sınıfsal olana yasak koyuyor. Böylelikle siyaset, alttakilerin, ezilenlerin varoluşsal yönelimlerine kapatılıyor. Devlete ve demokrasiye kilitlenmiş siyaset düzlendikçe, yukarıda da aşağıda da ezilenlere dair çıkıntılar törpüleniyor. Sınıfsal ayrımların silikleşmesi, bu düzlenmeyle alakalı. Düzlenmenin kendisi de eşitlikçi bir yerden karşılanıyor. Esasında özgürlük adına eşitleyicilikle eşitlikçilik karıştırılıyor.

Bu silikleşmeye alternatif olarak sadece kişisel şevki, coşkuyu ve “devrimci” yiğitliği çıkartanlar, özünde bu süreci besliyorlar. Mesele, ayrışmama cüreti değil, zaten ayrışma, yaşanan momentlerin teorik ve politik eylemle işaretlenmemesi, geçmişle bağ kurulmaması, geleceğe uç çıkartılmamasıdır. Özgürlükçü olanlar, kadroları düzlemeye çalışıyorlar; eşitlikçilerse ayrıştırıyorlar. Devlet içe ve araya sindikçe, bu tür müdahaleler gerçekleşiyor. Kişisel duygular, ayrışmayı beslediği için önemseniyor.

Ezilenlerin kolektif duygularını efendilerin çeşitli araçlarla yönlendirme girişimlerini etkisizleştirecek bir kavgaya rastlanmıyor, aksine, bu tür girişimler, çeşitli şekillerde, ezilenler adına siyaset yürütenler tarafından da ortaya konuluyor. “Adına siyaset”, ezilenlerin “sıfatına” odaklanıyor. Bu yanlış dilbilgisi, zihne kazınacak tek bir cümle kuramıyor.

“Kaynaşmış kitle” ile “özgün biricik birey” düşman kardeşler ve bu düşmanlığa aldanmamak gerekiyor. İkisi de ilk fırsatta hasmına pençelerini gösteriyor. Bu pençe, devletle ve toplumun üst kesimiyle kurulduğu varsayılan ilişkilere göre sivriliyor.

Ezilenlerin kaynaşmış kitle yapılması veya özgün bireylere bölünmesi, tek bir güce hizmet ediyor. Kurulan cümlenin öznesi, her daim efendilerdir. Kölelik ilişkileri, edebiyata ve dilbilgisine de yansır. Hollanda krizi sonrası Avrupa’dan yazılar yazan solcuların dilinde bariz bir ezilen düşmanlığı vardır. Hollanda’da yaşayan bir solcu, ancak Hollandalı bir sömürge valisi gibi konuşabilmekte, “bu Türkler geldi, her şey kirlendi” diyebilmektedir. Devlet ve burjuvazi, sadece bir tek yöntem üzerinden örgütlenmez.

Devlet, kriz anlarında güçlenir, güçlenirken kendisine daha fazla tırnak bulur, parçalamayı, ezmeyi, sindirmeyi sağlayacak gücü zemine yayar, yukarı kaldırır ve kendisine örgütler. NATO, Pentagon, AB gibi güç odaklarına göre yaşanan dönüşüm dinamikleri sürtüşmeler yaşasa da toplamda, Engels’in ifadesiyle, tek tek kimsenin istemediği bir sonuca yol açar, dolayısıyla tartışma, ilerleyen dönemde mevzi ve mevki elde etmekle alakalıdır.

Solun tartışması gereken, bu gerilimde kimin mevziine göz diktiği, kimin mevkiine talip olduğudur. “Üstteki on binin güvenliği” ve iktidarı adına, bu gözler ve bu talipler öne çıkacak, siyaseti onlar tayin edecek, aşağının basıncını bunlar absorbe edecektir. Bölmek, parti olmak, bu koşullarda mümkün değildir.

Bölmeden birlik; birleştirmeden bölmek imkânsızdır. Devlete ve topluma dair algı ve bilgi belli bir kıvama getirilir. Toplumun birliğini savunurken demokratlar, devletin birliğini savunanlara hizmet ederler. Birbirlerinin şahdamarlarını asla kesmezler. Bu tür gerilimlerin şiddetinin düşürülmesi adına her eylem ve her oluş, sınıf dışı bir alana fırlatılır. “Devlete yokmuş gibi davranırsak, yok olur gider” diyenlerin yerini “sınıfı yok varsayarsak, yok olur” diyenler alır. İki taka, birbirine asla değmez. Karadeniz’in hırçın dalgalarında seyir, böylelikle güvence altına alınır.

Devlet kendisini, gücünü Karadeniz’den, ideolojik zeminini Batı sahillerinden kurar. Denize halk değil, vatandaş girebilir. Vatandaş belgesini sadece postun sahibi verir. Vatan, kasaların sahipleridir. Tapunun altında tek bir imza vardır. Başka bir seçenek mümkün değildir. Tüm sol-sosyalist hareket o imzaya kuldur.

Toplumun birliğini savunanlar, doğal olarak kitleselleşebileceklerini düşünürler. Bu toplum da özünde burjuva birey ölçütüne tabi kılınır. Birey, sınıfın olmadığı, cennet diyarıdır. Sınırsızlık ve sınıfsızlık imkânıdır. Devletin basıncı, burjuvazinin elmalı şekerleri, kimilerini bu imkâna örgütler. Devletle ve burjuvayla kurulan politik ilişki terse döner; sınırsızlık ve sınıfsızlık edebiyatı bu ilişkiyle meşrulaştırılır. Burjuvadan sınırsızlık, devletten sınıfsızlık öğrenilir. Sınıfların sınırladığını görenler burjuvazinin, sınırların sınıfsallığını görenler devletin kucağına kaçarlar. Aradaki didişmenin ezilenlere bir hayrı olmayacaktır.

Bu süreçte toplum, birey putu önünde diz çöktürülecektir. Böylesi bir yaklaşım ise, üstteki on binin güvenliği ve iktidarı bağlamında “sosyalizm”den rol çalan, “burjuva sosyalizmi” denilecek bir eğilimi ortaya çıkartır. Azınlık, çok görünmek, toplumsal-tarihsel zeminini teyit etmek, kitleleri kontrol altına almak adına, bu tür bir “sosyalizme” her daim kapı aralar. O aralıktan da meslek sahipleri, yükselmek, kabul görmek isteyenler geçerler. Dolayısıyla aşağıda, altta, dışta, karşıda olanlar, hümanizm kurgusu üzerinden insanlık dışı varlıklar olarak kodlanmaya başlarlar. Sol, bir tür sınıf atlama trampleni olarak görülür. Mesleklerin yaldızlandığı yerde devlet güçlenir.

Bu tür bir sosyalizm, laikleştirilmiş kitlenin dinî tahakküme tabi tutulmasında önemli bir araç olarak iş görür. Böylesi araçları bünyesinde kullanmayı bilen ordunun zinde kuvvet, kolektif aksiyon olarak görülmesinin sebebi buradadır. Küçük burjuva sızlanmaları ve hayıflanmaları örgütlemeyi bilen ordu, devletin ruhunu, belkemiğini teşkil eder. Buradan yayılan “sosyalizm” rayihasına pek aldanmamak gerekir. Bu rayiha, burjuvazinin zevk ve haz dünyasına dairdir. Ezilenlerin bir gülden bile burjuvazi gibi koku alması mümkün değildir.

Kitleleri hazır olan güce biat etmeme konusunda eylemli bir “eğitim”le tanıştırmak zaruridir. Bu açıdan ayrımı, siyaseti meslek edinmiş, meslekî ilerleyişinin aracı hâline getirmiş kesimlerin yukarıdan çektiği çizgilere göre değil, aşağıdan çekmek lazımdır. Ezilen-sömürülen kitlelerin aşağıdan, toprağı yaran sınır boylarında olmak şarttır. Orada burjuva bireyin teolojik ve ideolojik çerçevesi paramparça olur.

O bireye yönelik tapınma biçimi, yoksula, mazluma, işçiye kudret ve güç arayışını yasaklar. Çünkü bunlar, birey denilen temiz, saf, pirüpak alana göre kirli görülürler. Yasaklama işini, tampon görevini, koruyuculuk misyonunu orta sınıf üstlenir. Burjuvaziden ödünç alınan kudretli olma imkânları karşısında bu sınıf, kudret ve güç arayışına mani olur. Çünkü orta sınıf, “varlığını artan gelirlere borçludur”, görevi ise “[…] üstteki on binin toplumsal güvenliğini ve gücünü artır”maktır.[2]

Gücün artırılması için yoksulun, mazlumun, işçinin tehlikeli, tehdide sebep olan yönlerinin arındırılması gerekir. Bunlar, orta sınıf siyasetine bu sebeple mahkûm edilirler. Orta sınıf siyasetinin niceliğini yüceltmesi de burayla alakalıdır: o, kendi meşruiyetini niceliksel çoklukta bulduğunu sanır, bir yandan da siyaseti çok olmaya indirger.

Sol siyaset, hükümetteki şahısların tekil özelliklerine, varlığına odaklanırken, bilerek veya bilmeyerek, perde gerisindeki dönüşüme aracılık veya hizmetkârlık eder. Ayrımların silikleşmesinin gerekçesi buradadır. Çok olmak, nicelik, nitelik hilafına talep edilir. Sayısal çokluk, niteliğin düşürülmesini zorunlu kılar. Ayrımların silinmesi işlemi kitleselleşir, kitle, efendilerin oyunlarını görmeyecek bir yere mahkûm olur. Sadece yükselmek ister, yükselme girişimini devrimci bir şey zanneder, sınırları aşmak, sınıflardan kurtulmak, geceden sabaha yapılacak bir iş değildir. Kitlelere bu aşmayı ve kurtuluşu vaat edenler, bunların hemen gerçekleşeceğini söyleyenler, kitlelerin direncini kırarlar, birikimini tasfiye ederler, geleceğe yönelik politik iradesini ortadan kaldırırlar.

Kitlelerdeki bu dönüşüm, yukarıdaki dönüşümle alakalıdır, onun içindir. Devlet, ordu ve hükümet yapısındaki dönüşümü sol siyasetteki değişim üzerinden okumak da mümkündür. Tersten bakıldığında, soldaki değişiklikler, en azından sezgisel düzeyde tespit edildiğinde, devletin kitleler ve sol açısından nasıl bir manzara istediğini anlamayı kolaylaştırmaktadır.

Özne olma çağrıları, çoğu zaman bu manzarada varolmanın günahını gizler. Ya komplocu bir yerden, “herkes ve her şey bana karşı” denilir ve intihara sürüklenilir ya da oradaki güce biat edilir. Solun çeşitli biçimleri, intihara ve biate dairdir.

Özne çağrıları, kendisini saf zannedenlere sıcak gelir. Saflıksa, dolaylı olarak devlete ve burjuvaziye atfedilir. İki uç birbirine bağlanır, çember kapanır. Kapanan çember, kendisini akrep zannedenleri öldürür.

Eren Balkır
3 Haziran 2018

Dipnotlar:
[1] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yay., 1992, s. 316.

[2] Karl Marx, Artı-Değer Teorileri, İkinci Kitap, Sol Yay., 1999, s.549.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder