Pages

04 Mayıs 2018

İslam: Direniş ve Devrim


İslam konusunda önde gelen uzmanlardan biri olan John Esposito’ya göre, İran Devrimi esnasında Şiilik, yerelde sahip olduğu kökleri sayesinde etkili ve güçlü olduğunu ortaya koymuştur. Şiilik, süreç içerisinde müşterek tarihsel kimlikler, inançlar ve değerler konusunda politik-dinî liderlik için bir hedef belirlemeyi bilmiştir. Ayrıca Şiilik, ideolojik bir yapı meydana getirmiş, bu yapı aracılığıyla hem ezilenler hem de ezenler için meşruiyet ve anlam kaynağı hâline gelmiştir. Bu düzlemde Humeyni, Mutahari, Talegani ve Beheşti gibi din adamları, din adamı olmayan, seküler isimlerle işbirliğine girip reformist veya devrimci ideolojiler meydana getirebilmişlerdir.[1]

Önemli bir İranlı gözlemci olarak Sadık Zibakelam’a göre[2] Müslüman liderler, Şah’ın yapamayacağı şeyleri talep etme noktasında halkın diliyle konuşabilmişlerdir. Halkın talepleri, beklentileri, toplumsal umutları ve politik arzuları İslam aracılığıyla maddileşme imkânı bulmuştur. Despotizme bağlı güçler eliyle ihmal edilen, ezilen ve sömürülen halk, hoşnutsuzluklarını din yoluyla dile getirebilmiştir.[3] Zibakelam’a göre 1979 devrimi, İslam konusunda uzman olan Müslüman mütefekkirlerin öncülüğünde elde edilmiş bir zaferdir. Onun iddiasıyla, bu kişilerin İslam’a başvuru tarzları, kitlesel bir devrimin gerçekleşmesine imkân sağlamıştır. Aralarında Fedailerin[4] ve Tude’nin[5] de bulunduğu birçok Marksist örgüte göre ise bilhassa devrimi önceleyen yıllar boyunca, örgütlenme ve ajitasyon faaliyetlerinin büyük bir kısmını Marksistler üstlenmişlerdir. Marksistler, genelde devrim esnasında Müslüman din adamlarının halkı aldattıklarını, devrimi çaldıklarını ve ona “İslam” etiketi vurduklarını iddia etmektedirler.[6]

Devrim esnasında örgütlenen kimlerdi, Marksistlerin Müslüman olmalarını sağlayan veya onları bir ideoloji olarak İslam’a başvurmaya iten ana sebepler nelerdi? Genel kanaate göre, Marksistlerin Müslümanlaştığı sürecin hikâyesi, bu ideolojik dönüşümün pürüzsüz, hatta gayet doğalmış gibi görülmesini sağlayacak ölçüde hiçbir çaba sarfedilmeden gerçekleşmesini sağladı. İslam, Marksistlerce öyle doğal ve kesintisiz bir biçimde kullanıldı ki kimse bu süreci inceleme gereği bile duymadı. Her iki ideoloji açısından bu uyumlulaşma süreci çelişkili ve tuhafmış gibi görünse de ilgili süreç konusunda tek bir makale veya kitap kaleme alınmadı.

Birçok araştırmacının da iddia ettiği biçimiyle, 1979 devrimine yol açan ana unsur İslam’dı. Bu iddianın sadece Müslümanlarca dile getirilmediğini söylemek gerek. Solcu ve Marksist araştırmacılar da aynı sonuca ulaşıyorlar. İran toprağının derinlerine kök salmış bir olgu olarak İslam, sadece devrimin sonuçlarını değil ayrıca onun yürüdüğü yolu da tayin etti. Skocpol’un ifadesiyle:

“İran’da bu ülkeye has bir devrim yapıldı. Kimse bunu söylemez ama bu devrimi İran sahnesinde faal olan devrimci partiler yapmadı. Devrimin altında ne Müslüman gerillaların ne Marksist gerillaların ne de komünist Tude’nin ne de seküler-liberal Milli Cephe’nin imzası var. O, Şah’a yönelik halk direnişinin birer merkezi hâline gelmiş, kentlerde varolan, komünal yaşam alanlarında toplumsal açıdan yerleşik olan kültürel ve örgütsel formlar aracılığıyla gerçekleşti. […] Böylesi bir amaca, toplumsal krizin orta yerinde kitlelere bir gecede yapılan yaratıcı bir devrimci propaganda asla hizmet edemezdi. Belirli bir plana sahip devrimci bir hareket, ancak uzun süredir ülkede var olan belirli bir dünya görüşüyle ve bir dizi toplumsal pratikle varolabilirdi. İran’da tüm toplumsal sektörler, Humeyni’nin peşinden gidip, Şiiliğin dillendirdiği yönergeler uyarınca birleşip kaynaştılar. Şah’ın mollalardan kopması sonrası siyaset sahasındaki ana çekim merkezi, önce sağlam bir politik muhalefete ardından da devrime doğru kaydı.”[7]

Bu açıdan bakıldığında Skocpol’un görüşüyle 1979 devrimi esnasında yaşananlar arasında belirli bir tutarlılığın olduğu görülmekte. Radikalizm, şehadet ve velâyet-i fakih gibi Şiiliğe has yöntemleri ve vizyonu süreç içerisinde Marksist örgütler bile kabul ettiler.

Bazı Marksist örgütler, din ve dinî politik seçeneklerle aralarında mevcut olan, uzlaşılması mümkün olmayan farklılıkları kasten bir kenara koyarlar ve toplumsal-politik devrimle ilgili analizlerini nispeten yumuşatırlar. İslam dinine uyma meselesi bilhassa Marksistler için bir tuhaflıktır, zira İslam ideolojisi, devlet ve devletin işlettiği kurumlarla kendisi arasına bir ayrım çizgisi çekmemektedir. Skocpol’un kanaatine göre, devrimi yapan tam da bu ideolojidir:

“Devrimleri devrimciler veya kitle hareketleri yapmazlar. […] Fakat eğer eski nizamı alaşağı etmeyi amaçlayan, kitle tabanı olan bir toplumsal hareketin bilinçli bir plan uyarınca yaptığı bir devrim varsa o, Şah’a karşı gerçekleştirilmiş olan İran Devrimi’dir.”[8]

Skocpol’a göre, ideolojiler kendilerini, devrimci liderlerin belirli sonuçlara yol açmak adına hareket ettiklerinde uydukları pratik stratejiler aracılığıyla ortaya koyarlar. İran’da İslam ideolojisi, devrimci liderler için bir tür kılavuz işlevi görmüştür.

İran’da İslam’ın ve İslam kültürünün sahip olduğu güçlü kökler, İran kültürüne aşina olanların zaten bildiği bir gerçekliktir. İslam ahlâkının politik ve toplumsal hareketler bünyesinde oynadığı rol ve sahip olduğu önem, İran’daki örgütler kadar bireyler nezdinde de çok büyüktür. İslam ahlâkı, aynı zamanda İslam dışı veya seküler örgütlerde de gözlemlenir. Örneğin Marksist örgütler içerisinde kadın-erkek ilişkileri ataerkil yaşam tarzına dair bir göstergedir. Ülkeye has kültürün ayakta kalmayı bilmiş olan nüfuzuna ek olarak bu ataerkillik de İslam ideolojisinden kaynaklanmaktadır.[9]

Forrest Colburn açısından hâkim olan paradigma, entelektüel kültürdür: Bu kültür, İran devriminde tanık olduğumuz kolektif niyetleri ve davranışı ifade edip biçimlendiren İslamî değerleri, beklentileri, sözleri, görselleri ve örtük kuralları içerir. Diğer yazarlar gibi Colburn de bir inanç sistemi olarak İslam’ın ve birer örgütçü olarak Müslümanların kitlelere öncülük etme noktasında daha hazırlıklı olduğuna inanır:

“Marksizm-Leninizm’in başarısız olduğu noktada İslam’ın devrimci bir güç olarak elde ettiği başarı, birkaç farklı unsur üzerinden izah edilebilir. İran’da din adamları, Şah’a karşı halk muhalefetini harekete geçirme noktasında Marksistlere kıyasla daha etkili ve daha geniş bir örgütsel tabana sahiplerdi. Ayrıca İslam, Marksizm-Leninizm’in ancak arzulamakla yetineceği, bir yankıya ve meşruiyete sahipti. Son olarak, İslam’ın sahip olduğu ahlâkî üstünlük, ilk başlarda seküler örgütlerin yüzleştikleri baskıya karşı din adamlarını korudu.”[10]

İslam’ın ahlâkî otoritesi, Şah’ın düşmanlarını algılama tarzıyla ilgili herhangi bir farklılığa yol açmadı. Şah, Marksistlerle işbirliğine giden Müslümanların rejimi yıkma amacıyla fesada ortak olduğunu düşünüyordu. 1979 devrimi öncesi politik hareketliliği “kızıl-kara fesadı” olarak niteleyen Şah, komünistlerin Müslümanların içine sızdığından, Marksist-Müslümanların varolduğundan ve daha birçok farklı bileşimlerin açığa çıktığından bahsediyordu.[11]

Bu isimlerdeki ölçülü niyetlerden bağımsız olarak Müslümanlar ve Marksistlerin teori ve pratikte yakınlaştığı gün gibi ortadaydı. Şubat 1979 devriminden yaklaşık bir yıl önce devlet destekli İttilaat gazetesinde bir makale yayınlandı. 25 Aralık 1977 günü yayınlanan bu makalenin yazarı, Humeyni’yi ihanetle ve kadınların kurtuluşu ile ilerlemeye karşı direnmekle suçluyordu: “Kızıl ve kara gericiler, Humeyni’yi İran devrimine[12] (yani Şah’ın “Beyaz Devrim”ine) karşı mücadele eden en uygun kişi olarak görüyorlar.” Devamında bu suçlayıcı yazı dâhilinde Humeyni’nin “kızıl ve kara güçlerin hazırladığı sömürgeci planın ana figürü olduğundan” söz ediliyordu.[13] Ortadoğu’da İslamî hareketlerin öncülük ettikleri fesattan dem vuran makale, bu örgütlerin Sovyetler’in başını çektiği komünistlerle koordineli hareket ettiklerini söylüyordu.

Şah’ın iki politik hareketi ilişkilendirmeye dönük çabaları hiç son bulmadı. Bu mesele, Başbakan Cemşid Amuzegar devrilip yerine Cafer Şerif İmami getirildikten sonra bile[14] kamuoyunun gündeminde tutuldu.[15] Mecliste yapılan özel bir oturumda Şerif İmami de aynı fesattan söz etmekteydi. Görünüşe göre İmami, Marksistleri suçlu, Müslümanları da birer kurban olarak görüyordu.

“Ona göre, devletle şiddet üzerinden mücadele etmek, İran halkının başvuracağı bir yol değildi. Eğer halk, iyi Müslümanlardan oluşuyorsa ve devletle mücadele etmeyecekse, o vakit bu işten başkaları sorumlu olmalıydı. Eldeki belgelerin de ortaya koyduğu biçimiyle, Marksistlerdi şiddetin ana sebebi. Mevcut koşullarda hedeflerine ancak din yoluyla ulaşabileceklerini düşünmüşlerdi. Bu nedenle dindar halkın içine sızdılar. Halkın dinî ortamlarda attıkları sloganlar, komünistlerin direktiflerinin birer delili gibiydiler. Gözlemlediğimiz kadarıyla sloganlar tümüyle Marksistti.”[16].

Marksistler, Müslümanlarla kurdukları işbirliklerini ancak politika bağlamında rasyonalize edebiliyorlardı. Marksistler ve Müslümanları harekete geçiren dürtüler, işbirliğinin kapsamı ve samimi yoldaşlığı içeren bağ, uzun süre incelenmemiş bir toplumsal olgu. Birçok Müslüman’a göre, Marksistlerle işbirliği kurma ve/veya onların yönlendirmesine tabi olma, pek hoş görülebilecek ve kesinlikle onur kırıcı bir fikirdi. İranlı sosyal bilimci İmadeddin Baği’nin kanaatine göre, Marksistler pratikte “Müslümanları kibirli bir yaklaşımla yönlendirme” derdindeydiler:

“Marksistler, dünyada süren anti-emperyalist mücadelede yegâne öncünün kendileri olduklarını düşünüyorlar. Onlar, zulme ve emperyalizme karşı yürütülen her türden mücadeleyi tekellerine alıyorlar. Marksistler, her türden dindar veya Marksist olmayan gücün burjuva, küçük burjuva veya feodal olduğunu düşünüyorlar. Onların kanaatine göre, dindar grupların halka anti-emperyalist mücadeleler dâhilinde öncülük etmeleri asla mümkün değil, Müslümanlar, esaslı bir emperyalizm anlayışından mahrum olduklarından, hikâyenin sonunda emperyalizmle uzlaşırlar.”[17]

Baği’nin ifadesi bir gerçeğe işaret ediyor. Yukarıdaki değerlendirme, ister İran’la ilgili olsun ister olmasın, doğru bir şeyden bahsediyor. Buna karşılık diğer tarafa geçme konusunda İranlı Marksistlerin daha fazla öne çıktığını söylemek lazım. Bu farklılaşma sayesinde Baği’nin sözünü ettiği, Marksistlerin direniş hareketleri üzerindeki tekel de kırılmış oldu. Ayrıca bu sayede İslam inancının uygulanabilirliği belirli bir meşruiyete kavuştu. Baği’nin sözünü ettiği, Marksistlerde gördüğü entelektüel kibir zamanla yerini, hüsnüzana bıraktı. Sonrasında bu düşünsel yönelim, Marksistlerin bağlamı tayin eden İslam’ın içine girmelerine neden olacak bir tür tuzağa dönüştü.

Abdurrahim Cevadzade

[Kaynak: Marxists into Muslims: The Iranian Irony, Florida International University, 2007, Doktora Tezi.]

Dipnotlar:
[1] John Esposito. 1990. The Iranian Revolution: Its Global Impact. Gainsville: University Press of Florida. s. 40.

[2] Sadegh Zibakalam. 1999. Moghaddame-yee Bar Enghelab-e Eslami (İslam Devrimi’ne Giriş). Tahran: Rozaneh Publications.

[3] A.g.e.

[4] 1970 yılında kurulan Fedailer İran’daki en önemli Marksist gerilla örgütlerinden biriydi. Örgüt, Şah’a karşı silâhlı mücadele yürütülmesi fikrini savunmaktaydı.

[5] Tude, ülkedeki en önemli Marksist politik örgüt. 1941’de eski İran Komünist Partisi üyeleri tarafından kuruldu. Fedailer’den farklı olarak bu örgüt silâhlı mücadeleyi şiddetle eleştirmekteydi.

[6] Kar, Fedailer (Azınlık) Yayın Organı, Sayı. 166, Nisan 1983.

[7] Skocpol, Theda. Social Revolutions in the Modern World. New York: Cambridge Univ. Press, 1994. s.250.

[8] Skocpol, s. 241.

[9] Yayına Hz.: Farah Azari, 1983. Women of Iran: The Conflict with Fundamentalist Islam. Londra: Ithaca Press.

[10] Forrest Colburn. 1994. The Vogue of Revolution in Poor Countries. Princeton, NJ: Princeton University Press. s. 31.

[11] Ervand Abrahamian. 1988. Iran Between Two Revolutions. Princeton: Princeton University Press, s. 575, 607-611.

[12] Kızıl Marksistleri, kara da Müslümanları temsil etmekteydi. Bu renk kodlamasına esas olarak Şah hükümeti başvurmaktaydı.

[13] Emaddeddin Baghi. 1991. A Survey of Iran’s Revolution (“barressi-e enghelab-e Iran”). Tahran: Saraee, s. 226.

[14] 1976’da Şah tarafından belirli bir reforma yönelik tedbir dâhilinde, başbakan olarak atandı ve yerine Abbas Huveyda getirildi. Hükümeti 13 yıl işbaşında kaldı.

[15] Cemşid Amuzegar yerine başbakan yapıldı. 27 Ağustos 1978’de bakanlar kurulu üyelerini Şah’a takdim etti. Hükümeti 6 Kasım 1978’de devrildi.

[16] Baghi, s. 247.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder