Mart
1871’de, burjuva hükümetinin ve ordusunun Versay’a sığındığı günlerde
Komünarlar Paris’in kontrolünü ele geçirdiler ve hızla yeni bir tür demokrasi,
halkın idare ettiği bir halk hükümeti için kurumsal yapılar icat etmek adına
yola koyuldular: bu noktada herkese oy hakkı ve ücretsiz eğitim verilmeye
başlandı, daimî ordu lağv edildi, temsilcilere işçi ücretlerine denk ücretler
verildi.
Bunların
içerisinde belki de en önemli adımsa, tüm siyasetçilerin herhangi bir vakitte
geri çağrılabilmesini, görevden alınabilmesini içeren bir fermanın
çıkartılmasıydı. Komünarlar, herkesin tüm politik karar alma süreçlerine
katılmalarını ve kendilerini temsil etmelerini mümkün kılacak araçları
oluşturmaya çalıştılar.
O
dönemde Londra’da bulunan Karl Marx, Komünarların cesaretini hayranlıkla anıyor
ve onların kurumsal düzeyde getirdikleri yeniliklerin gücünü ve demokrasiyi
yeniden icat etme becerisini övüyordu. Fakat o aynı zamanda, tümüyle iyi
niyetle, Komünarların iki hayatî hata yaptığını da söylemekteydi.
İlk
hata, Komün’ün merkezî komitesinin kısa süre içerisinde dağıtılması ve karar
alma iradesinin halka teslim edilmesiydi. Bu noktada Marx, Komünarların
demokrasiye bağlılıkları noktasında fazla dogmatik, inançlarının esiri olduğu
düşüncesindeydi.
İkinci
hata ise Üçüncü Cumhuriyet’e bağlı olan ve Versay’a çekilen askerlerin peşine
düşülmemesi, Mart ayında askerî açıdan avantajlı olmasına rağmen Komünarların
şiddete başvurmayı öngörmeyen eylemlilik sürecine ve barışa bağlı kalarak,
yanlış yola yönelmeleriydi. Marx’a göre, Komünarlar düşmanlarının yanında melek
kalıyorlardı.
Başlarında
lider olmaması, Mayıs’ta, o tarihî zaferden sadece iki ay sonra yaşayacakları
yenilgiye katkı sundu. Komün yok edildi ve meleklere has vasıfların dayattığı
kısıtlamalardan azade olan muzaffer burjuvazi, binlerce Komünarı idam etti veya
sürgüne gönderdi.
Peki
ama ya Komünarlar bu hataları yapmamış olsaydı, hadi diyelim hayatta kalmayı
bildiler, herkese ilham veren o projelerinin demokratik özünü inkâr etmiş
olmayacaklar mıydı? Birçoklarına göre asıl mesele, çözülmesi gereken Gordiyon
düğümü işte buydu.[1]
Paris
Komünü’nün zaferi ve yenilgisinin üzerinden yaklaşık yüz elli yıl geçmiş ve
ilerici, devrimci bir politik örgütün yüzleştiği açmazları tartışırken hâlâ
liderlik meselesini redde tabi tutan ama bir yandan da merkezî, hiyerarşik
yapılara ricat edenlere yönelik sürekli yinelenen ithamlara şahit oluyoruz.
Bu
açmazı aşmaya dönük çabalar, büyük ölçüde öncellerimizin taktiksel açıdan fazla
gerçekçi olmaları veya stratejik düzlemde yüzleşilen belirsizlik sebebiyle
engelleniyor. “Öncellerimiz” derken, dünya genelinde Komün sonrası devrimlere
politik ve teorik düzlemde rehberlik edenler, birinci, ikinci ve üçüncü
enternasyonallere mensup komünistler, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya
dağlarındaki gerilla liderleri, Çin ve Batı Bengal’daki Maoistler, ABD’deki
siyahî milliyetçiler ve başka güçler kastediliyor.
Gelenek,
bir dizi farklı hâli dâhilinde, ikili bir konum alıyor: devrimin stratejik
hedefi, efendiler veya merkez komiteleri olmaksızın kendimizi yönetebileceğimiz
bir toplum inşa edebilmek, fakat gerçekçi bir bakış açısı üzerinden vaktin
doğru olmadığını kabul etmek zorundayız.
Günümüzdeki
kurtuluş hareketleri geleceğe dair bir hedef olarak demokrasiye bağlılar ama
mevcut koşullarda bu bağlılık pek geçerli değil. Ama öte yandan da
bakıldığında, gerçek bir demokrasi için içsel veya dışsal koşullardan mahrumuz.
Paris kapılarında Prusyalıların ve burjuvazinin varlığını sürdüren iktidarı
(veya Sibirya’dan gelip Polonya’ya giren beyaz ordular, CIA, COINTELPRO
öncülüğünde hareket eden karşı-devrimci güçler, ölüm mangaları ve başka sayısız
güç) her türden demokratik deneyi yok edecektir. Dahası, asıl engel, insanların
henüz kendilerini yönetmeye hazır olmamalarıdır. Sonuçta her devrim zamana
muhtaçtır.
Bu
ikili konuma herkesin paylaştığı bir kanaat vurur damgasını. Yaklaşık yüz elli
yıl önce birçok komünisti tedirgin eden de bu konumdur. O komünistler, gerçek
demokrasiye dönük ütopik arzuyu paylaştılar ama aynı zamanda o demokrasiye
kadar geçen sürenin uzayacağından da korktular ve “düşlerimizin gerçekleşeceği
o mistik olayı beklersek boşuna beklemiş olacağız” diye düşündüler.
Sonuçta
bugün de bizi asıl ilgilendiren, Marx’a ve Enternasyonal liderlerine
Pierre-Joseph Proudhon’un, Giuseppe Mazzini’nin veya Mikhail Bakunin’in
yönlendirdiği eleştiriler değil, Hollandalı, İsviçreli, İspanyalı ve İtalyan
anarko-komünistlerle mutualistlerin eleştirileri. Bu isimler,
Enternasyonal’deki örgütsel merkezciliği ve yöntemleri o dönemde mevcut olan
iktidar ve politika anlayışının bir tekrarı olarak görüp itiraz ettiler.[2] Bu
devrimciler, Hobbes türünden insanların devrimci örgütler içerisinde
gizlenebileceklerini, egemen bir otoriteye dair önermelerin politik
tahayyülleri zehirleyebileceğini öngördüler.
Başlı
başına politik bir açmazı ifade eden liderlik ve demokrasi arasındaki ilişki,
liberaller kadar sosyalistlerin ve devrimcilerin de başına bela olmuş bir
mesele. Söz konusu ilişki, en yalın ifadesini temsiliyet teorisi ve pratiğinde
buluyor.
Teoriye
göre, her türden meşru iktidar temsilî ilişkilere dayanmalı, dolayısıyla,
halkın iradesiyle oluşmuş somut bir temele dayanmalı. Fakat bu türden afili
sözlerin ötesinde asıl sorulması gereken soru şu: temsilcilerin eylemleri ile
temsil edilenlerin iradesi arasında nasıl bir ilişki vardır? En genel ifadeyle,
bu soruya birbiriyle çelişen iki cevap vermek mümkün: bir noktada iktidarın
halk tabanına dayanması gerektiğinden ve bunun mümkün olduğundan, temsiliyet
aracılığıyla da halkın iradesinin iktidar katında kendi ifadesine
kavuşacağından söz edilebilir ama aynı zamanda egemen bir otoritenin, hatta
halk egemenliğinin tabanın iradesinden ayrı ve ona karşı korunan bir temsiliyet
mekanizması aracılığıyla işlemesi gerektiği de iddia edilebilir.
Burada
tüm temsiliyet biçimlerinin farklı ölçüler dâhilinde birleşmesiyle alakalı bir
numara söz konusudur. Görünüşte çelişkili iki husus bir araya gelmektedir.
Sonuçta temsiliyet meselesi, hem birleştirir hem böler.
Jacques
Rancière’e göre “temsilî demokrasi”, ifade olarak laf kalabalığıymış gibi
görünebilir fakat o, her şeyden önce, bir tür “oksimorondur.”[3] Kapitalist
toplumların tarihinde ve modern tarihte iktidar ve rıza meselesini, merkezîliği
ve özerkliği bir araya getirme ihtimalinin bir yanılsamadan ibaret olduğu
görülmüştür. Modernite bize, sosyalist ve liberal isimler bağlamında, iktidarın
belirli bir egemenliğe sahip birliğinin zaruret olduğunu ama aynı zamanda
iktidarın birliğinin iki taraf arasındaki ilişki olduğunu ortaya koyan bir
miras bırakmıştır.
Komünarlar,
temsiliyet iddialarının yalandan ibaret olduğunu net bir biçimde görmüşlerdi.
Onlar, yönetici sınıfa mensup olup, başkalarını temsil edip onların çıkarları
için çalışacağı vaadinde bulunan kimi üyeleri dört veya altı yıllığına seçmekle
yetinmediler. Bazılarının Komünarların ulaştığı düzeye gelmeleri ve
temsiliyetin yalan olduğunu görmeleriyse yıllar aldı.
Tarihte
yaşanmış trajik bir hikâyeyi öğrenmek isteyen varsa, Kruşçev ve Brejnev
dönemlerinde “proletarya diktatörlüğü”nden “tüm halkın devleti”ne geçiş
sürecini bizzat tecrübe etmiş kişilere neler yaşadıklarını sorabilir. Görünen o
ki bugün bu algı herkesçe paylaşılmaktadır. Maalesef, liderlerin bizim
arzularımızı temsil etmedikleri görüldüğünde istifa mekanizması devreye
girmektedir. Her şeyden önce otoriter bir idareyle yüzleşmemek, en hayırlı şey
olarak görülmektedir. Pratikte ise modern temsiliyet paradigması, gerçek bir
demokratik seçeneği oluşturmadan, kendi sonuna doğru yaklaşmaktadır.
Michael Hardt
Antonio Negri
[Kaynak:
Assembly, Oxford University Press, 2017, s. 3-6.]
Dipnotlar:
[1] Karl Marx’ın Komünarların yaptığı iki hatayla ilgili değerlendirmesi için
bkz.: The Civil War in France, International, 1998, s. 50–51; ve “Letter
to Kugelmann,” 12 Nisan 1871, The Civil War in France içinde, s. 86.
Lenin’in Komünarların hataları ile ilgili yorumu için bkz.: The Civil War in
France, s. 91–95. Paris Komünü konusunda Çinlilerin yaptığı yorumlar ve
1967’de kurulan Şangay Komünü konusunda Kültür Devrimi esnasında bir ilham
kaynağı olarak kullanılmasına ilişkin değerlendirmeler için bkz.: Hongsheng
Jiang, La commune de Shanghai et la commune de Paris, La fabrique, 2014.
[2]
Bkz. Yayına Hz.: Marcello Musto, Workers Unite!, Bloomsbury, 2014;
ve Kristin Ross, Communal Luxury, Verso, 2015.
[3]
Jacques Rancière, Hatred of Democracy, çev. Steve Corcoran, Verso, 2014,
s. 53.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder