Harlem’deki
Magic Johnson Sinemaları, çocuklarımla hafta sonları sıkça gittiğimiz bir yer.
Burası, ikamet ettiğim Columbia Üniversitesi kampüsüne en yakın sinema. O,
Tahran’dan Mexico City’ye, yaşadığım ve âşık olduğum tüm şehirleri tanımlayan
bir tarihi, derinlerden bir yerden anımsatan bir mekân.
Sadece
bu sinema salonu değil, mahallenin kendisi de benim için önemli. Tarihî Apollo
Sineması’nın civarını hem sevgiyle hem de hüzünle anarım hep. Burayı sevmemin
sebebi, mekânın bana kendimi evimde hissettirmesi, ayrıca bizim çocuklar da
devlet okulundan arkadaşlarıyla oraya giderler. Beni hüzünlendirmesinin sebebi
ise ona baktıkça Malcolm X ve James Baldwin’in Harlem’inin Martin Luther King
Bulvarı’ndaki Clinton-Obama eliyle başlatılmış o şatafatlı soylulaştırma
çalışmalarının üzerindeki ince cilânın altında artık görünmüyor oluşu.
Orada
Peter Rabbit’i mi (2018) yoksa Kara Panter (2018) filmini mi
izliyorsunuz, bir önemi yok. Mekânda her daim bir uğultu var ve bu uğultu
yüzünden filmden önce ve sonra Afrikalı-Amerikalıların kültürel tarihinin
merkezi olan Harlem’in tüm hikâyesi, birden ailelerin rutin bir faaliyet olarak
gezindikleri bir mekânın dünyevî sıradanlığına teslim oluveriyor.
Klişelerin
İnsana Bir Şeyler Sunması Mümkün mü?
Şu
Kara Panter filmini Harlem’de izlemelisiniz. ABD’de Afrikalı-Amerikalıların
hayatının merkezinde olan başka bir kent de olabilir tabii. Çünkü o, siyahların
kurtuluşu ile ilgili bir Amerikan filmi. Yapımcısı Marvel, dağıtımcısı Disney.
Filmi izlemek için elinizdeki içecek ve patlamış mısırla koltuğunuza oturduğunuzda
işte bu paradoks, tüm riskleri ve vaatleri ile soluduğunuz havaya siniveriyor.
ABD’deki
kurumsal ırkçılığın o hiç kesintiye dahi uğramamış olan seyrini bilmeyenler, bu
filmin neden bu kadar önemli olduğunu merak edebilirler. Amerikalı seyirciler,
bilhassa Afrikalı-Amerikalılar arasında bu filmin yarattığı çelişkili
düşüncelerin ve duyguların iki temel ve birbiriyle çatışan olgudan
kaynaklandığını belirtmek gerek: filmin yapımcılığını bir şirket üstlenmiş ve
film, siyahların kurtuluşu meselesinde izleyenlerin bir tür arınma [katarsis]
yaşamasını vaat etmekte. Kara Panter, sundukları ve sunmadıkları ile hem
gayet tatmin edici hem de sıkıntılı bir film.
Kara
Panter, sadece bir Amerikan filmi değil, o, esasında Hollywood
klişelerini mebzul miktarda kullanan bir çalışma. Asıl vaadi de bir Hollywood
klişesiyle ilişkili: Afrika’nın bir yerlerinde fildişi arayıp bulmak için
Avrupalı avcıların ağızlarından salya aka aka saldırdıkları Tarzan filmleri
kadar eski bir zamanda, enerji kaynakları açısından zengin olan bir sahada
“Wakanda” isminde ileri bir uygarlıktan bahsediliyor filmde.
Ama
Kara Panter’de bir değil, iki Tarzan var: ilki, CIA ajanı Everett K Ross
(Martin Freeman). Bu adamın amacı, Afrikalıları kendilerinden kurtarmak.
Kapanış jeneriğini görecek kadar oturacak sabra ve basirete sahipseniz, ikinci
Tarzan’ı da bir şekilde görüyorsunuz: Kaptan Amerika filmindeki baş
karakterin en iyi dostu olan (Sebastian Stan’in canlandırdığı) Bucky Barnes’ı
bir Wakanda köyünde, çadırından çıkıp kadın süper kahraman (Shuri) T'Challa
(Chadwick Boseman) ile, Kara Panter’in genç dahi kız kardeşiyle bir araya
gelirken görüyoruz. Muhtemelen kadın, bu filmin James Bond’unun damı rolünde!
Filmde
bir yandan da El Dorado filmine atıfta bulunuluyor ve bir başka
Hollywood klişesi anımsatılıyor: birden zenginleşmek derdinde olan
karakterlerin rol aldığı Indiana Jones filmlerinin merkezinde duran bir
adamın, şehrin, krallığın hatta imparatorluğun adı illâki El Dorado [İspanyolca:
Altın] oluyor.
T'Challa/Kara
Panter’in New York’ta geçen sahneleri, nihayetinde John Landis’in Coming to
America (1988) isimli romantik komedisinde gördüğümüz Zamunda prensi Prens
Akim Joffer’a (Eddie Murphy) göndermede bulunuyorlar. Hollywood’un sinemaya
dair söz dağarcığı çok sınırlı olduğundan, düzenli olarak belirli sözcükleri
kullanıyor. Onun işi bu: geviş getirmek! İşe de yarıyor sonuçta. Karşılığını
alıyor. Rahatsız olmasını gerektirecek bir durum yok yani.
Gerçek
Olan Neşedir
Salondaki
diğer tüm seyirci gibi ben de Kara Panter filmini meraktan gözleri fal
taşı gibi açılmış bir çocuk gibi izledim ve yaşadığım gerginlikten, patlamış
mısırımı son tanesine dek hatır hutur yedim. En son ne zaman bir filme kendimi
bu ölçüde kaptırdım, anımsamıyorum. Perdeye T'Challa geldiğinde o oluverdim.
Bir kara panterdim, ta ki Kara Panter’in ezeli düşmanı N'Jadaka, yani Erik
“Killmonger” çıkana kadar. Sonra Killmonger oldum. Film, benim bir taraf
tutmamı istiyordu aslında. Ya Kara Panter olacaktım ya da Killmonger. İkisi
birden olmama asla izin vermiyordu. Ben de bir taraf tuttum. O acı sona dek,
her şeye kafa tutan N'Jadaka kardeşimin yanında oldum. Film, yüreğimi ve
siyasetimi değiştiremedi. O noktadan sonra başkarakter Kara Panter, Obama’nın
yolundan yürüdü, bense Killmonger’la birlikte yol aldım.
Bu,
bir Amerikan filmi. Afrikalı-Amerikalıların bu filmde zaferin tadına varmış bir
faillik dâhilinde, kendilerini görme deneyimini neden neşeyle kutladıklarını
anlamak için ya Afrikalı-Amerikalı ya da kendisini onlarla tanımlayan, onların
çilesine tanıklık eden, sömürgeciliğin yağmaladığı ulusların aynasında, onların
taşıdıkları umutları anlayan, tarihlerini onurlandırıp mücadeleleriyle
dayanışma içinde olan biri olmalısınız. Ayrıca bu filmin gücünü ve güzelliğini
anlamak için, eskiden tiyatrolarda yüze takılan siyah maskeden bugün olağan
suçlu olarak takdim edilen o tehlikeli temsillerdeki korkunçluğa tanıklık etmiş
olmalısınız.
Önde
gelen ırk teorisyeni, benim Columbia Üniversitesi’nden meslektaşım Kimberle Williams Crenshaw, o muhteşem
yazısında, filmle ilgili deneyimini bir tür esrime olarak tanımlıyor:
“Hepimizi asıl büyüleyen,
siyah bedenlerin perdeye böylesine muhteşem bir tarzda yansıtılmasıydı. Uzun
zamandır bu tarz bir temsile denk gelmemiştik. Filmin bize sunduğu şarap
kadehini bir dikişte içince böylesi bir muameleye ne kadar aç olduğumuzu anladık.
Şarabın her bir damlasının tadına vardım, mizah, o dâhilik, savaşçılık sanatı,
siyah aşk, dilimizde gezinen her şey, bize neşe veriyordu.”
Filmi
eleştiren diğer isimler de benzer bir duyguyu paylaşıyorlar: Khanya Khondlo
Mtshali Guardian’a yazdığı yazıda şunu söylüyor:
“Kara Panter’in temsil
noktasında ne kadar gerekli olduğunu kimse inkâr edemez. Çeşitliliğin bir
gerçeklikten çok bir tür hayırseverlik pratiği olarak muamele gördüğü bir
dünyada bu film, bizim kahramanlarımızın ancak beyaz ve erkek olabileceğine
dair, o beyinlere kakılmış fikre karşı çıkıyor.”
Crenshaw
da Mtshali de haklı. Filmi izlerken, kendimi lise yıllarında, sabahın erken bir
saatinde kalkıp Güney İran’da, o doğduğum şehirdeki evimizde bulunan
televizyondan Muhammed Ali’nin boks maçlarını izleyişimiz geldi aklıma. Onu
izlerken kendimizi kral gibi hissediyorduk.
Ta
Ki Ayılana Kadar
Bu
rüya, perdede Killmonger görünene, senaryo onu şeytanlaştırana dek sürüyor ve
birden katakulliye getirildiğinizi, tuzağa düşürüldüğünüzü, Malcolm X’in dediği
gibi, tongaya bastığınızı fark ediyorsunuz. O noktadan sonra T’Challa’nın
“toplum hizmeti” veren Obama’nın perdedeki hâli olarak resmedildiğini
anlıyorsunuz. Bir kova soğuk su başınızdan aşağı dökülüyor ve tüm o neşeli hâl
son buluyor. Ardından insanların hayatlarını kurtaran CIA fantezisi, birden
zehirli yılan gibi sizi ısırmaya başlıyor.
Kimberle
Crenshaw kısa ve öz anlatıyor meramını:
“Tüm gün içim içimi yedi.
İnsanı sarhoş etmeye yarayan görüntüler karşısında bizim masalara çıkıp CIA’yi
alkışlamamız isteniyordu. O CIA ki Afrika’nın kurtuluşu rüyasının
gerçekleşmesine mani olan, Lumumba’yı öldüren, Nkrumah’a karşı darbe yapan,
Mandela’nın hapse girmesini sağlayan, ülkeyi yıkıma götüren Mobutu’yu başa
geçiren güçtü.”
İşte
ayık kafa tam da bu noktada gafil avlanıyor. Kara Panter, bizim
dalgınlığımızdan istifade edip bizi ele geçiriyor, sahip olduğu büyüleyici
gücünü ve tam yerinde devreye soktuğu cazibesini kullanıyor, bizi
Kızılderilileri öldüren John Wayne’i, asıl Kızılderili’nin kendimiz olduğunu
bilmeden, deli gibi alkışladığımız günlere geri götürüyor.
Crenshaw,
yazısının sonunda her daim dillendirdiği eleştirisini şu şekilde aktarıyor:
“Siyah gücü eleştirenler,
onu her daim tehlikeli, akıldışı ve kana susamış bir intikam biçimi olarak
görmüşlerdi. Bugün kimlik siyasetini uçlara vardıranlarsa, dünün Kara
Panterler’ini ve Pan-Afrikacılarını aynı şekilde değerlendiriyorlar. Peki ama
siyah olan süper kahramanların göklere çıkartıldığı bu filmin geriliminin orta
yerine bu türden hakaret ve iftira yüklü bir mecaz nasıl yerleştirilebiliyor?”
Filmin
ortasında, yönetmenin ve görüntü yönetmeninin beni Kara Panter’den yana,
Killmonger’a karşı T’Challa’nın yanında olmamı istediği anda, ben “sağol” dedim
ve sunduğu seçeneği elimin tersiyle ittim.
Yalnız
da değilmişim. Christopher Lebron da Crenshaw’un sözlerine benzer şeyler dile
getiriyor ve aynı ölçüde sağlam bir eleştiri kaleme alıyor:
“Killmonger, istediği şeyi
gerekli olan her türden araçla elde etmeyi isteyen ama tutarlı bir politik
felsefeden mahrum olan bir devrimci. Bilgili bir radikalden çok, o karşımıza
Oakland’lı, öldürmek için öldüren bir çete üyesi olarak çıkıyor. Vücudunu öldürdüğü
her bir insan için attığı kesikler kaplamış. Ne işe yaradığı konusunda bol
miktarda delile rastlıyoruz ve bu deliller, her ne kadar varoşlardaki
çeteciliğe dair mecazlar bol keseden kullanılmış olsa da, Killmonger’ın bir
kahraman veya bir kabadayı olduğunu söylemiyorlar.”
Son
teşhisi dillendirmek artık çok kolay. Bu Kara Panter, Obama’yı taklit eden biri
değil, Obama’nın ta kendisi. James Wilt’in dediği gibi:
“Filmin merkezinde
siyahların kurtuluşu hareketi ile alakalı, alabildiğine gerici olan, burjuva
bir pratik olan saygı görme çabasını devrimin üzerine koyan, gerçek hayatta
Afrika’da ve başka yerlerde verilen sömürgecilik karşıtı mücadelelerin tarihini
sterilize eden ve benim gibi filmi seyreden beyazların rahatsız olmalarına izin
vermeyen bir anlayış duruyor. Zaten Marvel gibi şirketlerin asli amacı da
beyazların rahatının bozulmaması, meselenin özü burada.”
Sonuçta
ertesi gün yatağınızdan kalkıyorsunuz, Hollywood’un Afrika ve Afrikalı-Amerikalılar
üzerine kurulu, hezeyanlarla yüklü hayal dünyasına bizleri daldırmak için
elinden geleni yaptığını bir kez daha idrak ediyorsunuz. Fakat şunu belirtmeden
geçmeyeyim: Harlem’de bir film izlerken koluna girdiğim, Malcolm X ve James
Baldwin’den Angela Davis ve Kimberle Crenshaw’a dek tüm o insanların sahip
olduğu güzellik, güç ve hakikat, bana hep eşlik eden, benim her daim muhafaza
etmem gereken ve beni her şekilde yücelten birer değer.
Hamid Dabaşi
27
Şubat 2018
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder