Gillo
Pontecorvo, şanlı yenilgilerin, bir oksimorona başvurmak gerekirse, “muzaffer”
yenilgilerin yönetmenidir. Visconti gibi İtalyalı ve komünist bir aydın olan
Pontecorvo, Direniş’e katılmış ve yeni gerçekçilik ikliminde filmler çekmeye
başlamıştır (sinemaya Roberto Rossellini’nin Paisà isimli filmini
izledikten sonra adım atmıştır). Belgesel ve kurgu olan ilk filmleri, savaş
sonrası dönemde İtalya’da işçilerin maruz kaldıkları koşullarla alakalıdırlar.
Filmlerinde işçilerin çektiği yoksulluğa, verdikleri mücadelelere ve
besledikleri umutlara işaret eder (Giovanna ve Pane e Zolfo).[1]
1956’da Sovyetler Macaristan’a girince komünist partiden ayrılır ama politik
faaliyetlerden uzaklaşmaz. Süreç içerisinde sömürgecilik karşıtı, devrimci
fikriyatını iyice radikalleştirir. Bu evrimin en somut ifadesi, filmlerinde
mağdurlar yerine isyancılara odaklanmış olmasıdır. Örneğin Yahudi bir kızın
Nazi kamplarına gönderilmesini anlattığı Kapò (1959) isimli filmi bir
mağdur hikâyesi iken Cezayir Savaşı (1966) ve İsyan (1969) isimli
eserlerinin kahramanları isyancılardır.
İsyan’ı
eleştiren Amerikalı sinema eleştirmeni Pauline Kael, Pontecorvo’yu “en
tehlikeli Marksist şair” olarak tasvir etmiştir ki muhtemelen bu tasvire ne
kendisi ne de senaristi Franco Solinas itiraz edecektir.[2] İsyan’ı “bir
ustalık eseri, akla hayale sığmayacak ölçüde öngörülü ve analitik bir çalışma”
olarak tanımlayan Edward Said de bu değerlendirmeyi paylaşmaktadır.[3]
Altmışların
devrimci dalgasının zirveye ulaştığı dönemde gösterime giren İsyan filmi,
o çalkantılı onyılın deprem kayıt cihazı olarak iş görmüştür. Küba Devrimi’nden
on yıl, Che’nin Bolivya’da öldürülmesinden iki yıl sonra çekilmiştir ve çekim
yeri Kolombiya’dır. Hâlihazırda Cezayir Savaşı sayesinde beynelmilel bir
şöhrete kavuşmuş olan Pontecorvo (ki film 1966 yılında Venedik Film
Festivali’nde Altın Ayı almıştır) bu yeni filminde Vietnam Savaşı’na göndermede
bulunmaktadır. Vietnamlı gerillalar o dönemde Tet Saldırısı’nı başlatmış ve
zafere ulaşmışlardır. Amerika’daki savaş karşıtı hareket önemli başarılar elde
etmiştir. Avrupa’da 68 Mayısı’ndaki isyan Fransa’yı sarsmıştır. Kuzey İrlanda,
patlamanın eşiğine gelmiştir. Kısa bir süre sonra İtalya, İkinci Dünya Savaşı
sonrası en güçlü grev dalgasını tecrübe etmiştir. Fakat bu bağlam dâhilinde
Pontecorvo, devrimci bir yenilgiyi ekrana aktarmanın, eli kulağında olan bir
zafere doğru ilerleyen, uzun, destansı ve meşakkatli yola dair bir andaç olarak
görevini asla yerine getiremeyeceğini bilmektedir. Ennio Moricone’nin müziğinin
eşlik ettiği o ilk karelerinden itibaren İsyan filmi, kavganın
bozkırını tutuşturan kıvılcım olarak iş görecektir.
Bazen
didaktizmi yüzünden eleştiriye maruz kalan bu film, sömürgecilik tarihini
resmetmekte, mazlum bir halkın tarihsel bir özneye dönüşmesini sağlayan süreci
tasvir etmektedir.[4] Queimada isimli hayalî Karayip adasının hikâyesini
anlatan filmde yerli halkı ezim ezim ezen sömürgecilerden, o yerlilerin yerine
getirilen Afrikalı kölelerden bahsedilmekte, geçmişe ve güncele ait olayların
yoğunlaştırılmış hâlleri takdim edilmektedir. Filmin iki kahramanı, William
Walker (Marlon Brando) ve José Dolores (Evaristo Márquez), esasen Batı’yı ve
Üçüncü Dünya’yı temsil etmekte, film, bu ikisi arasındaki ilişkiyi
aktarmaktadır. Filmdeki kahramanlar, aynı zamanda somut gerçek tarihe ait
olgulara da işaret etmektedir: William Walker, 1856’da kısa süreliğine
Amerika’nın hâkimiyetine girmiş olan Nikaragua’yı kendi araçlarıyla
sömürgeleştirmek için çırpınan Amerikalı bir hayduttur aslında. Öte yandan
bugün Nikaragua’nın milli kahramanı olan José Dolores ise Walker’ı ülkeden
kovan, yerli halktan oluşan ordunun komutanıdır. İsyan’da takdim
edildiği biçimiyle Walker, maceracı insanlara has kimi özelliklere sahip bir
İngiliz ajanıdır. Onda asıl bedenlenen şey, Aydınlanma’daki muğlâklıklar ve
klasik liberalizmin riyakârlığıdır. Dolores ise hem Toussaint L’Ouverture’ün
hem de Che Guevara’nın mecazî temsilidir ve bir tür Spartaküs’tür. İlk başta
Walker, köleleri Portekiz’e karşı kışkırtır ve bağımsızlığın kazanılmasını
sağlar. Bu değişimin arkasında Britanya İmparatorluğu vardır. Fakat on yıl
sonra Walker, Kraliyet Şeker Şirketi’nin çıkarlarını müdafaa etmek için adaya
geri döner. Kontrgerilla savaşı konusunda uzman olan Walker’a dağlarda gerilla
üsleri kurmuş olan Dolores’in başını çektiği yeni isyan sürecini ezme görevi
verilir. Üslerini yok eden bir askerî operasyon sonucu ele geçirilen, dağları
ateşe verilen (hem Vietnam’da atılan napalm bombalarını hem de Che’nin
Bolivya’da ele geçirilişini anımsatan bir sekans dâhilinde) Dolores, ölüme
mahkûm edilir. Hem hareketi ezme görevini üstlenmiş olan hem de Dolores’e
hayranlık duyan Walker, özünde ahlâkî saflığın ve kolektif bağlılığın
cisimleşmiş hâli gibidir. Walker, Dolores’i idamdan kurtarma, hatta onun
sürgünü için gerekli belgeleri temin etme imkânına sahip olmasına karşın
Dolores, bu imkândan istifade etmek istemez ve ölüme gönderilir, zira o,
gösterdiği fedakârlığın özgürlük davasına katkı sunacağını bilmektedir.
İsyan,
iki paralel hikâye anlatır: film, bir yandan yeni sömürgeciliğin ajanlarını
ahlâkî mânâda cehenneme sürüklediğine bir yandan da yönetilenler arasında
politik bir bilincin yaşadığı ilerici gelişiminin nasıl seyrettiğine işaret
etmektedir.[5] Walker, Dolores’le bir araya geldiğinde, uygarlığa ve ilerlemeye
inancını dile getirir. Onda hâkim olan yanılsama, temelde sömürgecilik
karşıtlığı ile Britanya ile yapılan ticaretin ortak bir davada bir araya
gelmesi ile alakalıdır. Yüzyılın çelişkilerinin iyice yoğunlaştığı, on yıllık
bir döneme tanıklık edildikten sonra Walker bu yanılsamalardan kurtulur.
Queimada adasının yozlaşmış ve asalak seçkinleriyle girdiği diyalogdan
anladığımız kadarıyla, onun için Batı kültürü artık salt araçsal akıldan
ibarettir. Walker’ın derdi, işini iyi yapmaktır, dolayısıyla o, işi “neden”
yaptığı değil “nasıl” yaptığı ile ilgilenmektedir. Dolores ise hedefine “nasıl”
ulaşacağını bilmese bile, kurtuluş kavgasını nasıl vereceğini bilmektedir.
Frantz Fanon’un sömürgecilik vizyonunu yerli kültürlerin imha süreci üzerinden
okuyan Dolores’e göre, “eğer uygarlık beyaz adamın uygarlığı ise o vakit en
hayırlısı uygar olmamaktır.”[6] Filmin sonunda, idam sehpasına yürürken Dolores
sessizliğine bir son verir ve şu sözleri sarf eder: “Hey İngiliz. Ne dediğini
anımsıyor musun? Uygarlık beyazlara aittir demiştin. İyi de ne uygarlığı ve ne
zamana kadar?”
Birçok
mülâkatında Pontecorvo, Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri (1969) isimli
eserinin şiddete dair anlayışına nasıl tesir ettiğini ısrarla dile getirir.[7]
1972’de sömürgecilik karşıtı mücadeleyi insanlığın maruz kaldığı şartların
tanık olduğu en zor momentlerden biri olduğunu söyler ve sözlerine şu tespitini
ekler: “Tüm Batı uygarlığının döküldüğü kalıp şudur: O, sömürge halkların
omuzları üzerinde yükselmektedir. Bizler, elimizdeki kudreti onlara borçluyuz.
Benim düşünme tarzım ve kültürüm, her daim az çok işte bu gerçeğe
yaslanmaktadır.”[8] Cezayir Savaşı ve İsyan’da şiddet, kurtuluş
mücadelesinin en temel adımı olarak resmedilir. Elbette bu mücadelenin ana
kaynağı, sömürgeciliğin uyguladığı, yıkıcı ve soykırıma meyilli şiddettir (“Queimada”
Portekizcede “yanmış” anlamına gelmektedir) fakat söz konusu mücadele, basit
mânâda tepkisellik üzerine kurulu olan boyutunun ötesine geçer ve politik
eğitimin esası hâline gelir. Ezilen, ancak düşmanın uyguladığı şiddeti gören,
paralel şiddeti ürettiğinde, o “Maniheist” şiddet aracılığıyla kendi kudretinin
bilincine varabilir. Fanon’a göre, silâhlı mücadele, bir sömürge halkın
“kolektif tarih”in somutluk kazanmış hâlinin bilincine varmasını sağlar.[9]
Cezayir Savaşı’nda Ali La Pointe, sabotaj eylemlerini ve terörist saldırıları
nasıl örgütleyeceğini öğrenmek suretiyle FLN lideri hâline gelmektedir.
Cezayirli kadınlar, haysiyetlerini ve bağımsızlıklarını tabanca taşıyıp gerekli
yerlere bombalar yerleştirmek suretiyle, kurtuluş savaşına dâhil olarak kazanmaktadırlar.
İsyan filmde isyancılar, şiddete açıktan sahip çıkmaktadırlar:
“Şekerkamışı keseceğimize kafa kesmeliyiz.”
Gerçekçi
dilini pekiştirmek adına, bir tür haber filmi gibi çekilmiş olan Cezayir
Savaşı bir yenilginin tarihçesidir. Bu yenilgi, üç yıl sonra
bağımsızlıklarına kavuşacak olan Cezayirlilerin mücadelesinde hayatî öneme
sahip bir adımdır. İsyan ise farklı bir tarzı benimser. Film, bir tür
macera filmi ile devrimci bir destan arasında uzanan orta yoldan ilerler,
Hollywood ile yeni gerçekçilik akımını cem eder, Marlon Brando gibi bir dünya
yıldızını Evaristo Márquez gibi profesyonel olmayan bir aktörle yan yana
getirir fakat aynı zamanda Dolores’in ölümünü bir zaferin ilânı olarak takdim
ederek Cezayir Savaşı’nın mesajına benzer bir mesajı verir. Walker,
kontrgerilla savaşı yöntemlerini Queimada’daki devlet yetkililerine izah
ederken, Dolores’in kaderini önceden dile getirir. Orada Dolores’i on dokuzuncu
yüzyılın Che’si olarak takdim etmektedir. Baskılar, bir kitle hareketi liderini
bir kahramana dönüştürmektedir. Öldürüldüğü noktada o lider şehit mertebesine
yükseltilir ve onu kuşatan hâle, liderin hikâyesini zamanla bir efsaneye
dönüştürür.
Bu
filmlere göre, zafere ne Cezayir’deki ayaklanmanın yaşadığı yenilgi ne de
Queimada’daki gerillaların liderinin idamı mani olabilir. Pontecorvo’nun da bir
dizi mülâkatında izah ettiği üzere, Cezayir Savaşı isimli film, Cezayir
bağımsız olabildiği için çekilebilmiştir; aynı şekilde İsyan filminin
çekilmesini sağlayan da belirli bir noktada başlamış olan kurtuluş sürecinin
durdurulamayacağının belirli görüntüler aracılığıyla aktarılabileceğine dair
düşüncedir. Her iki filmde baskın olan tarih anlayışı, gerilla savaşını ve
devrimi kaçınılmaz olarak gören, bir tür devrimci tarihsicilik üzerine
kuruludur. Belki de yirmi yıl sonra Edward Said’in de dile getirdiği gibi, bu,
Pontecorvo’nun başyapıtlarından sonra neden sessizliğe gömüldüğünü izah
etmektedir. Yetmişlerin sonundan 2006’da ölene dek Pontecorvo, durup beklemeyi
ve pasifliği tercih etmiştir. Bu dönemde o, sadece başka isimlerle birlikte
bazı belgesellerde çalışır (bu filmlerden biri, 1984’te ölen komünist lider
Enrico Berlinquer’in cenaze töreni, diğeri de 2001’de Cenova’daki uluslararası
zirve karşıtı gösterilerle ilgilidir). Said’in de dile getirdiği biçimiyle,
Pontecorvo bir tür abluka altındadır. “O, ne bir yere gidebilmekte, ne bir şey
yapabilmekte ne de bir şeyler dile getirebilmektedir. Esasen yaşadığı
güçsüzlük, siyaset sahnesinin her yerinde tanık olunan bir olgudur.”[10]
Pontecorvo, özünde matemin değil mücadelenin yönetmenidir.
Enzo Traverso
[Kaynak:
Left-Wing Melancholia: New Directions in Critical Theory, Columbia
University Press, s. 85-88.]
Dipnotlar:
[1] Bkz. Carlo Celli, Gillo Pontecorvo: From Resistance to Terrorism (Lanham,
Md.: Scarecrow, 2005); ve Irene Bignardi, Memorie estorte a uno smemorato:
Vita di Gillo Pontecorvo (Milano: Feltrinelli, 1999).
[2]
Pauline Kael “The Battle of Algiers” (1966), 5001 Nights at the Movies içinde
(New York: Picador, 1991), s. 55.
[3]
Edward Said, “The Quest for Gillo Pontecorvo” (1988), Reflections on Exile,
and Other Literary and Cultural Essays içinde (Londra: Granta Books, 2001),
s. 284.
[4]
İsyan isimli filmin oluşumu hakkında bkz. Celli, Gillo Pontecorvo,
s. 69. Celli, filmi “sömürgecilik dönemine ve sömürgecilik sonrası döneme ait
bir mesel” olarak tarif etmektedir.
[5]
Birbirine zıt yolların diyalektik mânâda kesişmesi ile ilgili olarak bkz.
Natalie Zemon Davis, Slaves on Screen: Film and Historical Vision (Cambridge:
Harvard University Press, 2000), s. 51.
[6]
Frantz Fanon, “Racism and Culture” (1956), The Fanon Reader içinde, Yayına
Hz.: Azzedine Haddour (Londra: Pluto, 2006), s. 19–31. İsyan filminin
Fanon’la alakalı boyutu konusunda bkz. Michael T. Martin, “Podium for the
Truth? Reading Slavery and the Neocolonial Project in the Historical Film:
Queimada (Burn!) and Sankofa in Counterpoint,” Third Text, Yıl 23, Sayı.
6 (2009): s. 723.
[7]
Said, “The Quest for Gillo Pontecorvo,” s. 285.
[8]
Joan Mellen, “An Interview with Gillo Pontecorvo,” Film Quarterly, Yıl
26, Sayı. 1 (1972): s. 2.
[9]
Frantz Fanon, The Wretched of the Earth (New York: Grove, 1963), s. 93.
Fanon’un makaleleri ile Pontecorvo’nun filmlerindeki kimi diyalogların birebir
nasıl örtüştüğü konusunda bkz. Neelam Srivastava, “Anti-Colonial Violence and
the ‘Dictatorship of the Truth’ in the Films of Gillo Pontecorvo,” Interventions:
International Journal of Postcolonial Studies 7, Sayı. 1 (2005): s. 97–106.
[10]
Said, “The Quest for Gillo Pontecorvo,” s. 289.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder