1981’de
oyun yazarı Zdena Tominová, memleketi olan komünist Çekoslovakya’dan çıkıp
Batı’ya uzun süreli bir ziyaret gerçekleştirdi. İlk önce, ders vermek amacıyla
Dublin’e uğradı. Kendi ülkesindeki politik rejimi eleştiren ve Václav Havel
gibi isimlerin Ocak 1977’de başlattığı 77 Bildirgesi isimli hareketin
sözcülerindendi. 77 Bildirgesi, insan haklarının uluslararası düzlemde
önemli bir şiar hâline gelmesini sağlayan ilk muhalif örgütlerden biriydi.
Gelgelelim
Dublin’deki konuşmasında Tominová, dinleyicileri epey şaşırttı. O, devletin
komünist politikalarından istifade etmiş biri olarak büyüdüğünden, gençlik
döneminde tanık olduğu ideallere ve maddi eşitlik üzerine kurulu siyasete
minnettar olduğunu söyledi. Konuşmasının bir yerinde, çocukken ülkesinde tüm
sınıfların düzlendiğinden bahsetti ve şu cümleyi kurdu: “İmtiyazsız biri
değildim ve her şeyi yapabiliyordum.” Herkesi şaşkına çeviren bu türden sözler,
1968’de Prag Baharı’yla gündeme gelmiş reformların bastırılmasına tanık olmuş, 77
Bildirgesi hareketine üye olduğu için saçlarından tutulup kafasının
kaldırıma vurulduğuna tanıklık etmiş birinin ağzından çıkıyordu üstelik.
Devlet
yetkilileri, “hapse girmek istemiyorsan terk et ülkeyi” dediklerinde bile
Tominová, kendi kuşağının sosyalizm fikrine bağlı kalmayı bilmişti. İrlanda’da
kendisini dinleyenlere de aynı şeyi söyledi: “Eğer bu dünyanın bir geleceği
varsa, onun sosyalist bir toplumla varolacağını düşünüyorum. Bu toplum, sırf
zengin bir aileden geliyor diye kimsenin önceliklere sahip olmadığı bir toplumu
ifade ediyor.” Üstelik Tominová bu idealin belirli bir yerelliğe has olmadığını
da söylüyordu: ona göre, “sosyal adaletin hüküm sürdüğü, tüm insanlar için
varolan bir dünya kurulmalı”ydı. Tominová’nın da net bir dille ifade ettiği
üzere, sosyalizm insan haklarının bulunmaması için başvurulan bir tür mazeret
olarak kullanılmamalıydı. Ona göre, kendi ülkesi ve tüm dünya, insan haklarıyla
alakalı genel bir çerçeve oluştu diye eşitsizliğe karşı mücadeleyi terk
etmemeli, bu çerçeve mücadeleden kaçışın bahanesi olarak görülmemeliydi.
Bugün
Tominová’nın sözleri herkese tuhaf geliyor: onun dile getirdiği insan hakları
idealleri ortak kabul gören bir görüş hâlini aldı ama öte yandan da sosyalist
idealler toprağa gömüldü. Eldeki verilerin de gösterdiği kadarıyla, geçen
yüzyılın sonuna dek kaleme alınmış metinlerde “sosyalizm” sözcüğü “insan
hakları” terimine kıyasla daha fazla kullanılmış. 1989’da Soğuk Savaş’ın sona
ermesi ile birlikte popülerlik düzeyleri süreç içerisinde değişmiş. İnsan
hakları anlayışı yaygınlaştıkça insanlar, kendilerini sınırların ötesindeki
yabancılarla tanımlama imkânı bulmuşlar. Fakat aynı süreçte piyasaların
serbestleşmesi, serbest ticaretin öne çıkması, ticareti ve piyasayı yönetme
görevinin başka ellere geçmesi sonucu eşitsizlik daha da kökleşmiş. İnsan
hakları, zenginler daha fazla güç ve servet elde ettikleri koşullarda, ahlâk
üzerine kurulu dilimizin en çok başvurduğu ifade hâline gelmiş.
Kırk
yıl sonra insan hakları hareketinin bu yeni politik ekonominin gelişimiyle
nasıl örtüştüğünü yeniden değerlendirmeye tabi tutmak ve serbest piyasa
ideolojisinin ulaştığı zafer ile eşitsizliğin artışı meselesine karşı kendi
adalet anlayışımızı tekrar tarif etmek zorundayız. Ayrıca bizler, Tominová’nın
insan hakları ile en geniş mânâda sosyal refahı, birini diğerine feda etmeden
birleştiren yaklaşımını nasıl yeniden gündeme getireceğimizi sormak
durumundayız.
Bugün
insan hakları hareketinin dile getirdiği, bireylerin doğaları gereği, müzakere
bile edilemeyecek hakları olduğuna ilişkin temel öncülün yüzlerce yıllık bir
geçmişi var. Fakat tarihte insan haklarını adalet üzerine kurulu beynelmilel
bir dil olarak gören anlayış, nadiren rastladığımız bir anlayıştır.
On
sekizinci yüzyılda Avrupa’da ilk dile getirildiği biçimiyle, insan haklarının
öncelikli amacı, devrimleri meşru kılmak ve egemen ulus-devletler inşa etmekti.
Haklar, yurttaşların imtiyazlarını ve yurttaşlığın anlamlarını müzakere etmekle
alakalıydı ve en geniş biçimde devlet sınırları içinde tatbik ediliyorlardı. Bu
durum, kırklı yıllar boyunca devam etti. İlgili dönemde dünyanın birçok yerinde
sayısız insan, imparatorluk dışında yurttaşlık hakkı elde etmek için mücadele
etmekteydi. 1948’de Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ni
kabul etti. Metinde bol miktarda ekonomik ve toplumsal haklardan dem vuruluyor
ama bu hakların yurttaşların için geçerli olduğu da söyleniyordu.
Otuz
yıl sonra insan hakları, Uluslararası Af Örgütü gibi dünya üzerinden düşünüp
hareket eden örgütlerin kutsal sözü hâline geldi. Bu tür örgütler, ekonomik ve
toplumsal haklara değil, insanların hayatta kalma meselesine
odaklanmaktaydılar. Aynı şekilde insan hakları savunucuları, adalet için
şiddete başvurulmasını eleştirdiler, bunun yerine yanlış yapanların isimlerinin
açığa çıkartılıp utandırılması stratejisini ve uluslararası hukuka başvuruyu
öne çıkarttılar. Sorun şu ki haklar üzerine kurulu olan siyaset sahasında
yaşanan bu dönüşüme bir de yurttaşların insan hakları hareketleri inşa edip bu
hareketleri fonlama yoluna gittikleri ülkelerde, refah devletinin altını oyan
girişimler eşlik etti. İddialara göre, insan hakları hareketinin Doğu Avrupa ve
Latin Amerika’da çaldığı maya sayesinde buralardaki ülkeler diktatörlüklerden
kurtuldular fakat o maya, söz konusu ülkelerin tutucu bir piyasacılığın
benimsenip eşitsizliğin kökleşmesine mani olmadı. Kozmopolitanizm sahasında
ciddi bir kabarışa tanık olundu ama sosyal demokrasinin yerelliklerdeki
karşılıkları krize girdiler.
Karl
Marx’tan sonra bazı solcular da bireysel hakların ya da insan hakları
hareketinin (belki de her ikisinin) kapitalizmin hizmetinde hareket ettiğini
söylediler. Gelgelelim aynı bireyciliği paylaşıp milliyetçilik ve sosyalizm
gibi kolektivist projelere şüpheyle yaklaşmasına karşın neoliberal çağı
başlatan insan hakları hareketi değildi elbette. Ama öte yandan solu hata ve
yanlışlarından kurtarmak için yeni bir dünya algısı oluşturmak da insan hakları
aktivistlerinin işi değildi. Dolayısıyla ilerici siyasetin yaşadığı gerileme
konusunda insan hakları hareketini bir tür günah keçisi olarak görmek hiç de
adil olmaz. Esasında “yüzeysel” kimi ihlallere işaret eden bu hareketin
“yapısal” siyasetle birlikte varolamayacağını söylemek hakkaniyetsizlik
olacaktır.
Söz
konusu hareket, sadece devletin uyguladığı şiddetin değil, cinsiyet, ırk, din,
cinsel yönelim gibi meselelerde yurttaşlara eşit muamele edilmesi konusunda
yapılan yanlışların incelemelere tabi tutulmasını da mümkün kıldı. Aktivistler,
aynı zamanda istihdamdan barınmaya oradan gıda ihtiyaçlarına dek birçok
meselenin ön plana çıkmasını ve ekonomik-toplumsal hakların öncelikli hâle
gelmesini sağladılar. Özünde işlediği tüm o günahlarıyla neoliberal
politikalar, insan hakları savunucularının en acayip rüyalarının belirli bir
kısmının gerçekleşmesine katkı sundu: Örneğin Çin’in piyasa fikrine teslim
oluşu, yoksulluğun tarihte hiçbir ülkenin ulaşamayacağı seviyeye ulaşmasına
neden oldu. Bu noktada şunu söylemekte fayda var: insan hakları hareketinin
neden neoliberal rejimlerle rahat ve huzur içerisinde bir arada varolabildiği
üzerine kafa patlatmadan, siyasetimizin yönünü ekonomik adaleti öne alan yeni
bir gündeme doğru çevirmemiz mümkün olmayacak.
On
dokuzuncu yüzyılda bireyin doğal olarak kimi özgürlüklere sahip olduğu
düşüncesi, büyük ölçüde piyasaların işleyişiyle ve klasik liberalizmle
ilişkiliydi. Yani hak temelli söylem, esas olarak özgürce yapılan sözleşmeleri
ve özel mülkiyeti meşrulaştırmak için kullanılıyordu. Bu anlamda Marx’ın insan
haklarının çoğunlukla kapitalistlerin korunması için gerekli bir müdafaa
yöntemi olarak iş gördüğünü söylemesinde şaşılacak bir yan yok.
Yirminci
yüzyılın ortalarında, sosyal demokrasinin revaçta olduğu dönemde, insan
hakları, toplumlar dâhilinde daha fazla eşitlik imkânı sunmayı amaçlayan bir
tür siyasetin ana bileşeni hâline geldi. Sosyalizm de bu hedefi dillendirdiği
için ilk başta insan haklarının tesiri çok zayıf oldu ve süreç içerisinde bu
düşüncenin esnek ve revizyona muhtaç olduğu görüldü.
Sonrasında
sahneye neoliberalizm çıktı. Hiç şüphesiz bu çıkış, insan hakları hareketini
derinden etkiledi. İnsan haklarıyla alakalı hukuk ve siyaset, sözleşmelerin ve
mülkiyetin korunması meselesine kilitlendi ve yüzyılın ortasında yeniden
dağıtımı esas alan siyasetin uygulayıcısı olan ittifakın gündeminden
çıkartıldı. Söz konusu hukuk ve siyaset, yeni politik ekonomiyi geri püskürtme
noktasında savunmacı ve ufak bir role mahkûm edildi.
Uluslararası
Af Örgütü ve İnsan Hakları Gözlemevi gibi örgütler, tüm dünya genelinde
yürüttükleri faaliyetler üzerinden, İnsan Hakları Beyannamesi’nde dile
getirilen ekonomik ve toplumsal haklara dair vurguyu gündemlerinden çıkarttılar
ve insan hakları fikrini yurttaşlığa dair bir şablon olmaktan çıkartıp zalim
devlet görevlilerini utandırmak için kullanılan bir araca dönüştürdüler. Soğuk
Savaş sonrası ekonomik ve toplumsal hakları yavaştan gündemden çıkartmaya
başlayan insan hakları hareketleri, neoliberalizmin inşa ettiği, servet üzerine
kurulu hiyerarşiye hiç saldırmadılar. Az sayıda istisna dışında maddi eşitlik,
zamanla insan hakları hukukunun ve hareketlerinin savunmaya tenezzül
etmedikleri bir konu başlığı hâline geldi.
Bu
süreç ağır ve çarpıcı sonuçlara yol açtı. Dünyaya yönelik sorumluluk ve
statüler arası eşitlik konusunda büyük bir ilerlemeye imza atıldı ama bu,
ekonomi sahasında görülen adaletsizlikler ve eşitsizlikler pahasına
gerçekleşmiş bir ilerlemeydi. Artık insan hakları hukuku, yeniden dağıtımı esas
alan siyaseti savunma noktasında gerekli normlardan, insan hakları hareketleri
de bu savunmayı gerçekleştirecek iradeden mahrumdu. Küreselleşmiş bir ekonomide
bireylerin maddi açıdan korunabilmesi için belirli bir zemini güvence altına
almayı bile en azından teoride gündemlerine almayan insan hakları hareketi,
varolan servet tavanının ortadan kalkışına mani olmak için kılını bile
kıpırdatmadı. Refah devletinin zayıflaması ile birlikte insan hakları
hareketleri, zenginlerin elde ettiği zafere mani olamadığı gibi, yoksullukla
mücadele konusunda da hiçbir şey yapmadılar. Siyaset ve hukuk düzleminde
dillendirilip durulan insan hakları projesi, süreç içerisinde eşitsizlikteki
artışı seyretmekle yetindi ki bu da popülizmin yolunu açtı, ayrıca sağın
istifade edeceği imkânları artırdı.
Tüm
dünya genelinde insan hakları ideallerinin neoliberalizmle bağlantılı olarak
yayıldığını söylerken o idealleri suçlamıyor, onların bir kenara fırlatılıp
atılması gerektiğini söylemiyoruz. Burada asıl kastettiğimiz şu: insan hakları,
ancak adil dağıtımı esas alan yeni bir siyasetin parçası hâline geldiği
takdirde belirli bir anlama kavuşabilir.
Bugün
hızla artan eşitsizlik, popülist liderlerin öne çıkmasına katkı sundu. Üstelik
bu liderlerin insan hakları fikrine dost olduğundan asla söz edilemez. İnsan
haklarını esas alan stratejilere ağırlık vermek, bugün hepimize cazip geliyor.
Rejimler kötülüğe meylettiklerinde, kale duvarlarına tırmanmak ve güçsüzler,
yoksullar için umudu diri tutmak en onurlu şey elbette. Ama insan haklarının
neoliberalizme eşlik edip onun hoş görünmesine katkı sunduğu gerçeği karşısında
çıkartmamız gereken ders, elbette “aktivistler, berbat koşullarda yaşayan
insanlar adına baskıları eleştirmeye veya baskı uygulamaya son vermelidirler”
olmamalı.
Gene
de aktivistler, bu koşullarda tüm dünya genelinde iyi ve kötüyü net bir biçimde
tarif etme noktasında ulaştıkları başarının koşulları üzerine bir kez daha kafa
yormalıdırlar. Bizlerse, insan haklarının sahip olduğu sınırları görmeli,
sürece güçlü ve cesur bir vizyonla katkı sunamadığımızı ve haklara dair o genel
çerçevenin dışında projeler geliştirmediğimizi kabul etmeliyiz. İnsan hakları
hareketleri, dağıtımla alakalı meselelerin baskın olduğu sahaya geç girdiler.
Bu meselelerle ilgilenseler de ilgilerinin yoğunluk düzeyi düşük oldu ve bu
hareketler, sadece en yoksul kesimlerin yoksulluktan kurtulmasına odaklandılar.
Eşitsizlik, tabii ki insan hakları hareketinin suçu değil ama gene de o
hareketi her derde deva ilâç olarak gören bizler sorumluluklarımızla yüzleşmeye
mecburuz.
Eşitsizlik,
insan hakları hareketinin tek başına çözüme kavuşturamayacağı bir sorun. İnsan
haklarını savunan örgütler, bugün bu politik kötülüğe el atıyorlar ama geçmişte
eşitsizlik koşullarına yönelik saldırı noktasında başarılı olmuş sendikalar
gibi, aktörlerin sahip oldukları özellik ve vasıflardan mahrumlar. Buna karşın
gene de son kırk yılda gelişme kaydetmiş insan hakları hareketinin sunduğu
faydalardan istifade edip bir yandan da neoliberalizme itiraz etmek mümkün.
Hareket,
kendisini yeni idealler ve araçlarla birlikte yeniden inşa edemez. O, sadece
yaptığı en iyi işi yapmalıdır: yurttaşlıkla alakalı anlayışları beslemeli,
“küresel adalet”ten yanaymış gibi görünmeye çalışmadan, kötülüğün altını
çizmelidir. Diğer yandan, bizim gibi Uluslararası Af Örgütü’ne ve benzeri
örgütlere bağışlarda bulunup onlara beğeniyle yaklaşan insanlarsa, insan
hakları hareketinin yerini yurdunu idrak etmeli, onu adaleti tesis edecek güç
olarak görmemeliyiz.
Eşitlikçiliği
vaaz eden söylemi üretecek kitleyi insan hakları hareketi tarihi inşa edemez. O
iş, geleceğe ait bir iştir. İleriye bakmak, bize neoliberalizmin rehin aldığı
hareketin karşısına geçmişten çıkartacağımız seçenekleri, Tominová’nın
hasretini çektiği ihtimalleri düşünmemizi sağlayacaktır. Sonuçta Tominová, bir
insan hakları aktivistidir ama tek vasfı da bu değildir.
Başkalarının
eşitlik düşünü teoride ve pratikte yeniden dirilttiği koşullarda, insan hakları
hareketinin kendisini neoliberalizmle kurduğu yoldaşlık ilişkisinden kurtarması
mümkündür. Biz, insan haklarını başka idealler ve projelerle besleyene dek,
uğruna mücadele ettiğimiz küresel adalet tam olarak somutlaşmayacak ve o her
daim tehdit altında olacak.
Samuel Moyn
16
Mart 2018
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder