Küresel
kapitalizm hâkim feminist çizgiyi, hem ABD’de yürütülen sınıf savaşı hem de
Üçüncü Dünya’da karşı-devrimci faaliyet kapsamında kullanıyor. Bu tespite
günümüzde terörizmle mücadelenin birer parçası hâline gelmiş olan feminist
fikirlere ve çabalara dair bir değerlendirmeyi de eklemek gerekiyor.
11
Eylül sonrası Başkan Bush, Douglas Feith, Richard Perle ve Paul Wolfowitz gibi
isimlerin oluşturduğu yeni muhafazakâr grubun etkisi altında, tüm dünya
genelinde yürütülecek terörle mücadelenin ilk hâlini dile getirdi. Görünen o ki
bu mücadele, kapsamlı bir emperyalist vizyona sahipti. Bush’un tahayyülüne
göre, Ortadoğu’daki rejimler domino etkisiyle bir bir yıkılacaklar, ABD,
bölgede askerî ve siyasî bir varlık imkânına kavuşacaktı. Buna göre, ilkin
Taliban’ın gücü kırılacak, ardından Saddam Hüseyin devrilecek, onu İran, Suriye
gibi yerlerdeki rejimlerin yıkılışı takip edecekti (ve tabii ki bu sürece
emperyalist demokrasinin yol açacağı kıyım eşlik edecekti).[1] Yeni
muhafazakârların yönettiği ideolojik mekanizma da bu türden arzuları dile
getirmekteydi. O günlerde Lawrence Kaplan ve Irving Kristol, şu türden laflar
sarf ediyordu: “Görevimiz Bağdat’ta başladı ama orada sona ermeyecek. Bizler
yeni bir tarihsel çağın eşiğindeyiz.” Aynı şekilde, savaşın Irak’la sınırlı
kalmaması gerektiğini söyleyen Michael Ledeen, “savaşın dünyayı yeniden
biçimlendirecek bir savaşa evrilebileceğini” iddia etmekteydi.[2].
Terörizmle
mücadelenin soğuk savaşın yerini alan, işe yarar bir olgu olduğunu söylemek
lazım. Bu mücadele, dünyada ABD’nin hegemonya sahibi olma çabalarını
meşrulaştırmakta. Bu açıdan Bush döneminde yürütülen dış politika, İslamî
köktenciliği bir biçimde istismar etti. Bugün İslamî köktencilikle birlikte bir
de “İslamofaşizm” tabirine başvuruluyor. Bu tür kavramlar üzerinden ABD,
Afganistan ve Irak’ta savaş yürütmek, 2006’da Lübnan’a saldıran İsrail’e destek
sunmak ve ABD’nin jeopolitik, ekonomik hedeflerine uygun hareket eden ordunun
ileride başka maceralara yönlendirilmesi için gerekli kılıfı sunacak uygun
argümanları temin ediyor.
Peki
“terörizmle mücadele soğuk savaşın yerini aldı” derken ne demek istiyorum?
Reagan döneminde Nikaragua’da kontralarla yürütülen savaş türünden askerî ve
ekonomik müdahaleleri meşrulaştıran kullanışlı bir düşman olarak Sovyetler’in
1989-1991’de yıkılması ile artık makul savaş sebebi de ortadan kalkmıştı. Bu
noktada 11 Eylül’den beri süren terörizmle mücadelenin özgül yanlarına dönmeden
önce, Amerikan kamuoyunun genelde yeni İslamî terörizm tehdidinin ortaya
çıktığı iddialarını nasıl kabul ettiğine değinmek gerekecek.
Ira
Chernus’un tespitine göre Amerikalılar, terörizmle savaş meselesine epey ilgi
gösterdiler, zira bu olgu, “bize karşı onlar” denilen iç rahatlatıcı tavra geri
dönüşü temsil etmekteydi. Böylelikle Amerika, uluslararası planda iyi adam
rolünü üstlenebilecekti:
Berlin
Duvarı’nın yıkılışını takip eden iki yıl içerisinde Sovyetler Birliği ortadan
kayboldu. ABD’de artık kötülerle nasıl mücadele edileceğini, hatta kötülüklere
imza atanların kimler olduğunu kimse bilmiyordu. Colin Powell, “dünyada geriye
kalan tek süper gücün şeytanlardan mahrum kaldığından” şikâyet ediyordu. 11
Eylül’ün yol açtığı azap sonucu ülke genelinde insanlar tuhaf bir biçimde
rahatladılar. Karşı çıkacak tek bir düşman bulamadan, on yıl boyunca avare
avare dolaştıktan sonra Amerikalılar, siyah ve beyaza boyanmış o iç rahatlatıcı
dünya tasavvuruna geri döndüler, tüm insanlığı iyi ve kötü, masumlar ve
suçlular olarak ikiye böldüler. Bush yönetimi, “sayıları pek fazla olmayan
“teröristler”i komünistlerin yerini alan bir güç olarak takdim etti. Onlar,
uykularımızı bölen kâbuslarımızın kötü karakterleri olarak, her amaca hizmet
edebilecek bir simge hâlini aldılar.[3]
Terörle
mücadelenin soğuk savaşın yerini aldığı görüşü, anlamını dünyada sahip olduğu
ekonomik ve politik hâkimiyeti muhafaza etmeye çalışan ABD bağlamında buluyor.
Komünizmle mücadele, kapitalist sisteme yönelik bir tehdidi teşkil ettiği
düşünülen yapılara yönelik olarak yürütülen, gerçek bir savaştı. SSCB ve Çin,
uzun zaman önce kapitalizmin yörüngesinden çıkmıştı ve savaş sonrası dönemde
ABD eliyle gerçekleştirilen muhtelif müdahaleler de ihanet sürecini durdurmak,
o korkulan “domino etkisi”ne mani olmakla ilgili bir çaba olarak takdim
edilmekteydi. Örneğin Vietnam’daki savaş bu şekilde gerekçelendiriliyordu. Oysa
bugün Vietnam yabancı yatırımına kapılarını açtı, tıpkı Çin gibi. Rusya ve Doğu
Avrupa ülkelerinde piyasa kapitalizmine geçildi. Böylelikle ABD’nin makul
düşman listesi İran, Kuzey Kore ve Irak’tan oluşan (Bush’un 29 Ocak 2002’deki
ulusa seslenişinde dillendirdiği bir kavrama atfen) “şer ekseni”ne doğru
daralmış oldu.
Pentagon’un
G-WOT[4] olarak kodladığı teröre karşı küresel mücadelenin amacı, kapitalizmin
yörüngesini genişletmek ve faaliyet sahasını korumaktı. Hugo Chavez’e yönelik
husumetin sebebi de buydu. Chavez komünist değildi ama sürekli yirmi birinci
yüzyıl sosyalizminden dem vuruyor, neoliberal ilkelerin hükmedemediği milli bir
ekonomi siyasetine yönelik adımlar atıyordu.
Bugüne
dek günümüz dünyasında imparatorluk kavramı, en azından ABD açısından,
Sovyetler Birliği ile ilgiliydi. Reagan, “Şer İmparatorluğu” deyip duruyordu.
Artık Irak’ta savaşın başladığı günden itibaren ABD, hem sağda hem de solda bir
imparatorluk olarak görülüyor.[5] Sol, ABD’nin imparatorluğa has tavırlarının
gezegeni tehdit ettiğini söylerken, Sağ da onun dünyada iyilik yapmak için
imparatorluk gömleğini giydiğini iddia ediyor.[6]
1945’ten
beri ABD imparatorluğu, hegemonik bir güce dönüştü. Artık dünya ekonomisini
gerektiğinde askerî araçları gizli veya açıktan kullanan finansal ve politik
yöntemlere başvurmak suretiyle yönetiyor.[7] ABD’nin elinde bulundurduğu
hâkimiyet sahası, pratikte dünya ekonomisini kontrol etme amacını güden bir
dizi gelişkin mekanizmaya yaslanıyor. Bu noktada ABD, başka sanayileşmiş
ülkelerle ortaklık içerisinde hareket ediyor. Söz konusu ülkeler, “Üçüncü
Dünya’daki hammaddeyi, emtiayı, emeği ve sermaye piyasalarını Amerikan
şirketleriyle paylaşıyor.”[8]
Belirli
ülkelerde kurulan, çokuluslu şirketlere ait iştirakler, başka ülkelerde açılan
askerî üsler, CIA ve benzeri kurumlar, ekonomik, askerî ve teknik yardım
sağlayan Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), elçilikler ve
konsolosluklar, ABD’nin eğitip teçhizatlandırdığı, ülkelere ait ordular,
emirlere göre hareket eden, ABD’ye tabi hükümetler, NATO, Dünya Bankası, BM,
IMF ve DTÖ türünden ulusötesi bölgesel kurumlar, ABD’nin tesis ettiği, ona
nüfuz etme imkânı sunan bir yığın kanaldan bazılarıdır. Son dönemde Ulusal
Demokrasi Vakfı, USAID ve başka kurumlar, “demokrasi inşası” işine
soyunmuşlardır. Bu kurumlar, orta ve doğu Avrupa’daki seçimlere müdahale
etmekte, seçimlerin ABD çıkarlarına uygun bir sonuçla bitmesini güvence altına
almaktadırlar.[9]
O
hâlde Amerikan imparatorluğunun ekonomik ve askerî hegemonyaya dayandığını
söylemek mümkündür.[10] ABD’nin ülke içerisinde ve dışında yürüttüğü siyasetin
hedeflerine uygun hareket eden liderler, esas olarak şer eksenine karşı çıkan
ve serbest piyasayla bağlantılı olan bir demokrasi anlayışına sahiptirler. Şer
ekseni ise ya Küba ve Kuzey Kore gibi serbest piyasa kapitalizmine karşı olan
ülkeleri ya da İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas gibi İslamî politik niyetleri
olan güçleri ifade etmektedir. Bu mantığa göre, söz konusu kategoriye giren
ülkeler ve aktörler “piyasa demokrasisi”nin yörüngesine sokulmalıdırlar.
Hester Eisenstein
[Kaynak:
Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit
the World, Paradigm Publishers, Londra, 2009, s. 169-172.]
Dipnotlar:
[1] Robert Dreyfuss, 2005. Devils Game: How the United States Helped Unleash
Fundamentalist Islam. New York: Henry Holt, s. 335.
[2]
Aktaran: Dreyfuss, s. 336.
[3]
Chernus, Ira. 2006. “The Day That Changed Everything Wasn't 9/11.”
www.portside.org, www.tomdispatch.com adresinden alındı.
[4]
Bkz. Dreyfuss, s. 304. “Pentagon’da terörizme karşı küresel mücadele G-WOT
olarak biliniyor. “Civat” olarak telaffuz edilen bu ifade aynı zamanda ‘cihat’
kelimesi ile kafiyeli.”
[5]
En yaygın kullanılan örneklerden biri de Henry Holt’un başında bulunduğu
Metropolitan Yayınevi’nin yayınladığı kitap dizisi “Amerikan İmparatorluğu
Projesi”. (Bkz. www.americanempireproject.com).
[6]
İlginçtir, Vietnam Savaşı bağlamında benzer bir tartışma patlak veriyor.
Tartışmanın bir tarafı olan Harry Magdoff (1969 yılında) ABD’nin imparatorluk
olduğunu söylerken Yeni Doğan Amerikan İmparatorluğu (1960) isimli
eserinde Richard Van Alstyne, İmparator Hâkimiyeti/Amerika isimli
kitabında George Liska (1967), Amerikan İmparatorluğu kitabında Amary de
Riencourt (1968) ve Emperyal Cumhuriyet kitabında Raymond Aron (1974)
benzer bir tespiti dillendiriyor. (Bkz. Bertram Gross, Friendly Fascism: The
New Face of Power in America, 1980, Boston: South End Press, s. 35.) Ben de
Noam Chomsky, Zillah Eisenstein, Greg Grandin ve David Harvey’nin yaklaşımını
benimsiyor, ABD’nin yirmi birinci yüzyılda oynadığı imparatorluk rolünün
barışın hüküm sürdüğü, esasında yaşama ihtimali bulunan bir dünyanın kurulması
önündeki en büyük engel olduğunu düşünüyorum.
[7]
Bu konuyla ilgili olarak bkz. Perkins, John. 2004, Confessions of an
Economic Hit Man, San Francisco: Berret Koehler.
[8]
Bertram Gross, s. 35-36.
[9]
“Demokrasi inşası üzerinden teşvik edilen, seçimlere yönelik müdahaleler
ABD’nin siyasi hedefleri noktasında çok büyük bir öneme sahiptirler. Bu türden
müdahaleler, ABD’nin başka devletlerle bağlarının somutlaşmasını sağlamak ve
ekonomik, askerî ittifakların kurulmasına katkı sunmak suretiyle, devletin ve
şirketlerin uzun erimli planlarına katkı sunmaktadır.” [Gerald Sussman, “The
Myths of 'Democracy Assistance: U.S. Political Intervention in Post-Soviet
Eastern Europe”, 2006, Monthly Review Cilt 58, Sayı 7, s. 16.]
[10]
Giovanni Arrighi ABD’yi dünyada en son ortaya çıkan en güçlü hegemonik iktisadî
güç olarak tanımlamaktadır. Arrighi, onu modern dönemin başından itibaren
kurulmuş İtalyan kent-devletlerinden Amsterdam’a oradan da Büyük Britanya’ya
bir dizi hegemonik gücün genel bağlamı içerisine yerleştirmektedir. [Giovanni
Arrighi, “Hegemony Unravelling-I” 2005, New Left Review 32 (Mart-Nisan):
s. 23-80.] Modern kapitalizmin gelişim sürecinde belirlediğimiz her bir dönem,
kendi hâkim iktisadî gücüne sahiptir. Bu güç, bankacı olarak hareket edip
uluslararası ticareti yönetir ve iradesini ordusu, bilhassa donanması üzerinden
dayatır. Bunların hepsi de Antik Roma’yı model almamıştır. Roma’da merkezî
iktidar, hâkimiyet sahasını askerî yönetim üzerinden genişletmiştir. Oysa Büyük
Britanya, güneşin batmadığı topraklarını yönetme becerisiyle övünüp durmuştur.
ABD’nin kontrol ettiği toprak sahası ise on dokuzuncu yüzyılda ABD’de hâkim
olan, Kuzey Amerika’nın tümden ele geçirilmesinin aleni şekilde halkın alnına
yazılı olduğu anlayışı [Manifest Destiny] üzerinden ele geçirilmiş
topraklarla sınırlıdır. Bu topraklar da Kızılderililerin toprakları ve Meksika
gibi fetih yoluyla ya da Alaska, Louisiana, Hawaii ve Porto Riko gibi temellük
aracılığıyla elde edilmişlerdir. Birçok yazar, ABD’nin ne tür bir imparatorluk
olduğu sorusunu ele almışsa da esasen onun Roma’dan hatta on dokuzuncu
yüzyıldaki Büyük Britanya’dan hangi yönlerden farklı olduğuna dair o bitmek
tükenmek bilmeyen tartışmanın tarihteki önemli çıkmaz sokaklardan biri olduğunu
görmek gerekmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder