Bir
Metafizik Olarak Troçkizm
Régis
Debray, Devrim İçinde Devrim mi? isimli çalışmasında bir troçkizm tanımı
sunar: “Troçkizm, yolu iyi niyet taşlarıyla örülü bir metafiziktir.” Ve şu
tespiti yapar: “Troçkizme göre, mekânsal açıdan her yer aynıdır: aynı analizler
ve perspektifler Peru ve Belçika için de geçerlidir. Onun için zamanın da bir
hükmü yoktur: Troçkizm tarihten hiçbir şey öğrenmez. O, zaten tarihin
anahtarına sahiptir.”
Kimi
küçük burjuvalar için Marx’tan Lenin’e, Mao’dan Enver’e uzanan dizge, Cem
Yılmaz’ın komutan esprisinde dile getirdiği uzay kapsülünü andırır. Uzaya
fırlayan küçük burjuva, ağırlıklarından kurtulur, tüm dünyayı kendinde düzler,
basitleştirir ve her şeyi kendisinden yola çıkarak anlamaya başlar. Sonuçta
uzay boşluğunda “kendi” diye bir şey de kalmaz. Troçkizm, maoistlerin,
enveristlerin, fidelistlerin uzaydan düşünme imkânı buldukları yerdir. Orada
zaman-mekânın hükmü yoktur. Kentlileşen solcular, troçkizmin tuzağına düşmek
zorundadırlar. Zira kent, huzur ve nizam talep eder.
Geçmişte
olduğu gibi bugün de egemenler, sol içi ajanlarını bu tuzağın içinden
devşiriyorlar. Suriye muhalefetini AKP ile birlikte savunanlar, bunlar. Tabii
ki aynı destek, yer-zaman farklılığı gözetilmeksizin, İran için de
verilmelidir. Solcuların Adem Özköse ile yan yana gelmelerinin sebebi
buradadır. Troçkizm, zamana ve mekâna karşı sorumsuzluğun somut tezahürüdür.
Oysa
Troçki, devrim sonrası “sönmüş yıldızlara hayat götüreceğiz” diyen şairi
azarlayan, “sen önce Moskova’nın yirmi kilometre uzağındaki köye ekmek götür”
diyendir. Burada troçkizmden kastedilen, bizatihi ABD’de mayalanmış Troçki’siz
troçkizmdir, onun da ekmek gibi bir derdi yoktur, çünkü kendi karnı toktur ve o
karından bakar dünyaya. O bakış için Troçki, devrim bağlamından kurtarılmalı,
her yere satılabilecek bir anlama kavuşturulmalıdır.
İran’daki
isyanla alakalı değerlendirmelerde asıl tartışılan mesele de bu metafizik ve bu
troçkizmdir. O, gerçekten kaçanların ana sığınağı, karanlık sığınaktan
çıkanları tavşan gibi avlayan el feneridir. İran vesilesiyle bilinmesi gereken
husus budur.
Devrim
İçinde Devrim mi?
O
yok yerden birileri, hiçbir şeyin sorumluluğunu almadan, herkese laf yetiştirme
imkânına kavuşuyorlar. Egemenlerin ışığına aldanan tavşanlar, sürünün peşinden
gidiyorlar.
Öte
yandan, İran’daki madde ve diyalektik, kafalardakilerden farklıdır. Mekâna ve
zamana karşı sorumsuz olan kimi ajan-solcular için o maddenin ve diyalektiğin
bir önemi yoktur. Çünkü İran, kayıp diyardır, no man's land'dir. Daha
doğrusu, o solcular için kendi dışında bir maddeden ve diyalektikten
asla söz edilemez. Bu kendine tapma biçimi, halkların dinlerine her zaman
küfretmek zorundadır. Madde de diyalektik de devrim de sosyalizm de kendi
varlığından tecessüm etmiş ve bitmiştir, onun dışındakiler fani ve zavallı
olgulardır, yok edilmelidirler. Batı'nın güç yanılsamasına kurban edilmiş bir
devrim'cilik, tehlikelidir. Hesaplaşılmalıdır.
İddiaya
göre, İran-Irak savaşı, ABD Büyükelçiliği işgalinin intikamıdır. Savaş sonucu
tüm ülke harap olmuştur. Ama daha ilk günden “yıkılır bu rejim” dedikleri
devrim, o savaşı da atlatmayı bilmiştir. Yalnız bu, ancak belirli tavizlerle
birlikte mümkün olabilmiştir.
Bugün
ABD’deki “alt-right” dedikleri kesimlerin laflarına benzer lafları İran
bağlamında destekleyenleri alt-troçkist olarak nitelemek mümkündür. İran’da
“boşver Filistin’i, Suriye’yi”, tekrar “Büyük İran olalım” denilmektedir. Bu
söyleme destek veren alt-troçkist yapılardan birinin, Abstract’in kaleme
aldığı yazıda “ambargo” kelimesine hiç rastlanmaması, gayet doğal bir
durumdur.[1] Oysa solculuk, emperyalistlerin saldırılarına teorik kılıf bulmak
değildir.
O
ambargo ve savaş sebebiyle Çin ve Küba da benzer kimi adımlar atmıştır. O
adımlara laf etmeyenler, İran “gerici ve yobaz” diye ağızlarındaki küfrü
bileyleyip duruyorlar. Ambargonun ve savaşın mahvettiği ülke, ayakta kalmanın
yollarını arıyor. Gelişmelere Afgan kralına omuz veren Lenin gibi mi yoksa
ellerini ovuşturan Netanyahu gibi mi bakacağız, asıl mesele budur.[2]
Ambargo
ve savaştan tek kelime bahsetmeyip, İran'ı yerin dibine sokmak, ABD'nin
yöntemidir. Bu yöntemin Marksist diye pazarlanması kesinlikle mümkün değildir.
Süreç
ne gösterir bilinmez, ama bu yaşanan ayaklanmanın rejimle ilgili kısmı, ancak
bir tür “devrim içinde devrim” olarak değerlendirilebilir. Ekmek (Fransız
Devrimi), süt (Ekim Devrimi) ve yumurta önemlidir. Akbabalarsa, bulmayı
umdukları kana kavuşamayacaklardır. İran halkı, hainleri de devrimcileri de iyi
tanır ve devrim bağlamında devrimci müdahaleyi gerçekleştirmeyi bilir. O
müdahale ise ABD think-tank’lerinde veya onların bölgedeki uzantıları olan
solcu örgütlerin zihin dünyasında tahayyül edilenden çok daha farklı bir içerik
ve biçim kazanacaktır.
Devlet
ve Devrim
Bugün
rejim, devlet ve devrim arasında yaşanan gerilime tanıklık ediyor. Liberal
siyasete karşı halkın öfkesi ve tepkisi, gayet meşrudur. Alt-troçkistlerin ve
troçkistlerin zamandan-mekândan münezzeh görüp taptıkları değişim putu, başka
bir yoruma yol açıyor: buna göre, Ekim Devrimi’nde olduğu gibi, İran Devrimi de
devletin kusur, günah ve yanlışları ölçüsünde eleştiriye tabi tutuluyor.
Devrimse, devlet denilen sorumluluk sahasından münezzeh olmak adına, tercih
edilen boş bir hayalden ibarettir. Esasında devrimcilik, somut mekânda ve somut
zamanda icra edilen, müşterek bir pratiktir. Bu solcuların devrim’cilikleri ile
devrimci pratiği karşı karşıya getirmek şarttır. Onların değişim ve ilerleme
putları, liberalizmin ve neoliberalizmin günahlarını gizlemek için
cilâlanmaktadır.
Bugünkü
isyanlar, bir yanıyla, devletin devrimle geriliminin bir sonucudur. Devrimin
halkı, devletin kadrolarına kıyam etmektedir. O halkı beğenmeyip küçük
görenler, tarihten ve toplumdan münezzeh bir yerden bakmakta ve halkın
yaptıklarından kendilerine dair notlar, yıldızlı pullar çıkartmaktadırlar.
Küçük burjuvaya gene istismar, gene küçümseme düşmektedir.
Bağlam
ve Anlam
Geçmişte
“İstanbul’da bir mahallede bir örgüt, bizim çalışma yürütmemize izin vermiyor”
diyen bir solcuya verilen cevap, İran örneğinde de bir anlama sahiptir: “O
mahalleyi o örgüt kurdu, sen dünyanın âlimi olsan, orada yapacağın siyaset, o
örgütün çapı kadardır. Ayrıca İstanbul’da solun daha ayak basmadığı yüzlerce
mahalle var, oraya gir, orada çalışma yürüt.”
Demek
ki İran vesilesiyle tartışılan burasıdır, buranın siyasetidir. O örgüte
“gerici” diyenlerle İran’a “gerici” diyenler, bir ve aynı kişilerdir. “Neden o
mahalleye girmek istiyorsun?” sorusu, meşrudur. İran’da bu solcuların
önerebilecekleri bir şey yoktur.
İran
halkı, bir devrimin halkıdır ve oradan düşünüp hareket etmektedir. Dolayısıyla
hiçbir şey, uzay boşluğunda gerçekleşmez. Rejimi ve devleti hedef alan
sloganları allayıp pullayanlar, Trump’çı solculardır. Hükümeti ve hükümet
politikalarını hedef alan sloganların politik bir bağlamı ve anlamı vardır,
ancak o bağlam ve anlam dâhilinde tartışılır.
Türk
solcularının görmediği şudur: İran, devrim yapmış bir halka sahiptir. Aradaki
farkı, ABD’den veya Avrupa’dan gelen gevezeliklerle silmeye çalışmak nafiledir.
O, kendi yolunu kendisi bulacaktır. İran vesilesiyle dile dökülen sözler,
buraya yönelik bir siyasetin pazarlanması ile alakalıdır. O liberal dili
kesmek, devrimci bir zorunluluktur.
Oryantalizmin
Çöküşü
Malala
için feryat kopartıp Ahid Tamimi için sessiz kalanları sorgulayan yazısında
Şenila Hoca Mulci, bunun sebebini “devletin uyguladığı şiddetin meşru kabul
edilmesi” olduğunu söylüyor.[3] Buna göre, Taliban “terörist”, İsrail “meşru
devlet” görülüyor. AKP, İran, IŞİD üzerinden yürütülen propagandada asıl
görülmesi gereken bu: sol, devletin meşrulaşması noktasında bir araç olarak
kullanılıyor. Liberal dil, döne dolaşa, devletini yüceltiyor, aklıyor.
İran
vesilesiyle tartışılan bir husus da bu zihniyetin solun belirli bir kısmını ele
geçirmiş olması. Buna göre İran, “gayrimeşru, haydut devlet” olarak görülüp
hedefe konuluyor. ABD meşru, İran gayrimeşru oluyor. Devletten sayılmıyor. O
yüzden Suud’la görüşülüyor. O sebeple İsrail denilen din devletine hiç laf
edilmiyor, ama her fırsatta İran konusunda bol bol konuşuluyor. Aynı isyan
İsrail'de olduğunda "Yahudi devleti yıkılsın" demeyenler, mesele
küçük gördükleri İran olunca birden "yiğit" kesiliyorlar. Tabiatıyla
sahada, gerçekte ABD üslerinin ve petrol kuyularının bekçiliğini yapmayı kimse
sorgulamıyor.
Mesele,
buradan yapılan gevezeliklerin bu zihniyete göre dillendirilmesi. Asıl mesele,
sınır-mınır, zaman-mekân, bağlam-anlam üzerinden hiçbir ölçü ve ölçek kabul
edilmemesi. Buradan konuşan kimi solcular, bu zemini emperyalistlerden
ediniyorlar. Ve temelde “devrim” tanımları, üretim güçlerinin emperyalist
kapitalist gelişim uyarınca gelişme kaydetmesi üzerine kurulu. Böylelikle her
yere aynı programı önerebiliyorlar, her yere laf yetiştirmeyi kendilerine hak
görüyorlar, her yerin ufak tanrısı olabileceklerini düşünüyorlar.
Devletten
saymadıkları İran, yıkılmayı hak ediyor sonuçta. Şah dönemini savunan kesimleri
bile “devrimci” görüp kendilerine “yoldaş” kabul ediyorlar. Netanyahu da “İran
ve İsrail yeniden dost olacak” diyor, çünkü Şahlık İran’ının en büyük dostu
İsrail, ikincisi ABD. Bugünkü solcuların da öyle. Orta sınıf siyaseti, İran
vesilesiyle kendisini meşrulaştırma, pazara çıkartma imkânı buluyor. Önerilen
ekonomi de coğrafya da biyoloji de egemenlerin politikasına göre belirleniyor.
O politika, “herkese ideolojiden uzak durun” emrini veriyor, kendi politikasını
ölçü almalarını, ekonomiye, coğrafyaya ve biyolojiye oradan bakmalarını
söylüyor. Bugün İran adına ve İran için konuşanların hepsi, bu politikanın
uzantıları.
Melbörnlü
Ressam
Muzaffer
Oruçoğlu, ne bir geleneğin parçası ne de devrimci, sadece Melbörnlü bir ressam
olarak düşünüyor ve konuşuyor aslında. Birkaç yıl önce Taksim’in lüks
otellerinin birinde düzenlenen Kaypakkaya sempozyumunda düzenleyenleri, “beni
artık bu konu için rahatsız etmeyin” diye azarlayan Oruçoğlu, o gün
Kaypakkaya’yı aştığını, kendisinin akıllı, İbrahim’in akılsız, bilgisiz
olduğunu söylüyordu. Ama nedense her konuda Kaypakkaya’yı tanımış olmayı
fırsata çeviren Oruçoğlu, bugün İbrahim’in İsrail’i tanıdığını, onun iki
devletli çözümden yana olduğunu söylüyor, utanmıyor.[4] Oruçoğlu’nun yakında
şunu söylemesi de mümkün: “Bir gün Kartal’dan geldim. İbrahim’e dedim ki ‘orada
işçi çalışması yürüten arkadaşlar Koç ve Sabancı’dan nefret ediyorlar.’ Bunun
üzerine İbrahim ‘olur mu canım, işimiz zor valla, Koç-Sabancı, ilerlemeci
kavgamızın önderleri’ dedi.” Oruçoğlu'nun Koç ve Sabancı'yı kendisine yoldaş
bellediğini hatırlamak gerek bu noktada.
İsrail
ve ABD ölçekli düşünen bu küçük burjuva solculuğun açmazı şurada: devletten
saymadığı İran’da halktan, insandan saymadığı kişiler, hakları için sokağa
dökülmüşlerdir. O solcular gibi, devletin rahat koltuklarına kul olmuş kesimler
de “dış mihrak” peşindedirler. İran’la ilgili haberlerde bu solun arayıp
bulduğu, bulmaya çalıştığı, hep kendisi gibi batılı, ilerici, aydınlık
unsurlardır. Akledemeyen, düşünemeyen, eyleme geçemeyen Doğulu halklar, hakları
için mücadele edebilmektedirler.
Bu
anlamda solcular, zarfa tapıyorlar, mazrufta, muhtevada ne olduğuyla
ilgilenmiyorlar. Onlar, emperyalist kapitalizmin tasavvur ettiği Batı Asya’nın
solcularıdır.
Melbörn’den
Filistin’e akıl verebileceğini zannetme hâli ile İran konusunda ahkâm kesebilme
hâli, bir ve aynı şeydir. Bir troçkist, son yaşanan olaylarla ilgili olarak,
“Filistin’in tek ihtiyacı, troçkist-leninist öncülüktür” diyebiliyor. Gerçeğin,
zamanın, mekânın, toplumun, tarihin, halkların iradesinin, müşterek kavganın,
birikimin hiçbir önemi yoktur onun için. Bu metafiziğin kaba bir metafiziğe
indirgenmiş bir tür İslamî yorumu sürekli öne çıkartması kaçınılmazdır.
Metafizikler yarışmasında kimin kazanacağı, ezilenler ve sömürülenlerin
umurunda değildir.
Barzani
ve Netanyahu
Bu
metafizik dünyada, İran’daki gelişmelere dair değerlendirmelerde, atılan sevinç
çığlıklarında dile getirilmeyen asli unsur, ambargo ve İran’ın Suriye ile
Yemen’de varolma mecburiyetidir. Ahmet K. Han gibi ABD ajanları, geçen yıl,
İran devletinin bu kadar sahaya yayılmasının ekonomik açıdan içeride sıkıntıya
yol açacağını söylemişlerdir. Bu hoca, on küsur yıl önce İranlı bir görevliyle
TV’de yaptığı tartışmada, “siz uyduda porno yayınına yasak koyuyorsunuz. Porno
izlemek ilericiliktir” diyen kişidir.
Pornoculuk
için koca bir devrimi silip süpürmek isteyenler, bugün sanki o adla örgütler
kalmış gibi, bazı sol örgütlerin açıklamalarına yer veriyorlar. Bu örgütlerden
biri, Avrupa’dan aldığı parayla, uydudan İran halkına porno izlettirmeyi
“komünistlik” zannediyor. Ki bu “eylem”, İsrail’in Gazze’de TV yayınına
müdahale edip halka porno izlettirdiği günlerde gerçekleştirilmiştir. Akıl
fikir aynı merkezdendir. O merkeze bağlı başka bir İranlı sol örgüt ise “Suriye’de
cinayetlerin ve katliamın esas sorumluları Esat Rejimi ve müttefikleri olan
İslam Cumhuriyeti ve Rusya’dır” diyerek ABD müdahalesini destekliyor.[5]
Dolayısıyla
o akıl ve fikir, yayın organlarında, bugün İran’dakine benzer isyanların ve
eylemlerin hedef aldığı Barzani ve Netanyahu’ya tek laf etmiyor. Etha gibi
yayın organlarında, aylardır İsrail’de süren eylemlere dair tek bir habere
rastlamak mümkün değildir. Üstelik ABD’deki eylemler bile haber konusu
olamıyor. Sadece geçen yıl ABD'de 1.100 kadar insan, polis terörü sonucu
katledilmiş. Bu solcuların istediği düzen, işte bu polis devletidir.
Herkes,
elindeki silâhın markasına ve menşeine göre düşünüyor. Dolayısıyla geçen yıl
Suriye’de düşen Suriye ordusu uçağı konusunda suçlanınca ABD genelkurmayının
kendisini aklamaya yönelik bildirisine Etha’nın yer vermesine hiç
şaşırmamak gerekiyor. Onu yapan, tabii ki Trump’ın değişimine de kul olur.
İran
vesilesiyle, saflar netleşiyor. Bir yanda Taraf devrim’ciliği, diğer
yanda halkın devrimciliği...
Gezi
İran’daki
gelişmeler, bir açıdan, Gezi penceresinden izleniyor. Lâkin burada o pencereden
bakan gözler, önce Gezi’de neyi yapıp neyi yapmadıklarını sorgulamalıdırlar.
HDP ve CHP üzerinden, devrimci öfkeyi düzen kanallarına akıtanlar, Tebrizliler
ve Meşhedliler değildir.
Gezi’de
somut olarak görülen, idrak edilen şudur: en az on, yirmi veya otuz yıldır
varolan örgütlerin hiçbirisi, böylesi bir isyana yönelik hiç hazırlık
yapmamıştır. Hepsi de “şaşırdık, hiç beklemiyorduk” demiştir. Oysa örgüt demek,
böylesi bir isyana hazırlık yapmak demektir, mastürbasyonla vakit geçirmek
değil.
Bugün
o hazırlığı yapmayıp bir kıyamı düzenin eline teslim edenler, belirli bir
büyüksenme ve kibirle, İran sokaklarına akıl veriyorlar. Orada kolektif bir
öncünün olmadığı gayet iyi biliniyor. Düzene teslim olanlar, İran’ın da
emperyalist düzene teslim olacağı günü, ellerini ovuşturarak, bekliyorlar.
Burada cari olan zan ise şudur: “İlerleme sayesinde bizim de günümüz gelecek.”
Lâkin bu kişiler, herhangi bir sorumluluk almamak için o günü de sürekli meçhul
bir geleceğe havale edip duracaklardır. Boş bir yalanın tüccarına kanmak
yerine, eksik bir gerçeğin kavgasını verenle yanılmak evladır.
Vitrin
Solculuğu
Devrimci
ve solcu pratik, “elâlem ne der, nasıl görünürüm sonra!” diyerek yürütülmez.
“İran’da yaşanan olaylarda emperyalistlerin parmağı var” diyen Acun Karadağ’ın
nasıl göründüğü ile ilgili bir meselesi yoktur. O, kendi dışında, tüm halkları
ilgilendiren nesnel bir gelişmeye karşı politik bir tavır almaktadır. Ama ona
itiraz edenler, “Türk solunun paslı vanaları” diyenler [Yıldırım Türker], o
vanaların görünüşünü dert edinmişlerdir, çünkü o vanaların içinden akacak
paradır asıl dertleri. Kimileri için de petrol borularının vanaları önemlidir.
Herhangi
bir siyasi gelişme, öznel vitrinle, etiketle, zarfla, şekil şemalle
değerlendirmeye tabi tutulmaz. Mesele, mollalardan yana düşmek değil,
Filistinlilerden, Lübnanlılardan, Suriyelilerden, Yemenlilerden ve yoksul İran
halklarından yana düşmektir. Nasıl göründüğünü dert edinenlerin asıl
meselesi, satılamama korkusudur. Pazardan çıkmak, o pazarı reddetmek, onunla
kavgalı olmak gerekmektedir. Solculuğu pazarda olmak, satılabilir bir mal
olabilmek imkânı olarak görenler, hareketin asli ajanları ve hainleridir.
Ve
evet, haykırmak gerekir: mesele o değil ama, o beğenmediğiniz cübbeleri ve
sakallarıyla, müşterek bir direnişin parçası olabildikleri ölçüde, mollalarla
bir momentte yoldaşız ve bunu söyleyerek nasıl göründüğümüzü hiç umursamıyoruz.
Pazarınız sizin olsun, ABD ve tekellerin pazar kavgasına figüran olmak size
kalsın! Mesele, nasıl göründüğümüz, ne bildiğimiz, ne olduğumuz değil, ne
yaptığımızdır. Pazarda meta olarak varolmayı tek dert edinen küçük burjuvaların
tahakkümü, solu böylesi bir vitrinciliğe mahkûm etmiştir ve o sol, vitrin
camlarını asla kıramamaktadır.
Fedailer
ve Mücahidler
İran
konusunda solun zırcahil olduğunu geçerken belirtmek lazım. Kendi ülkesinin
cahili olanın İran konusunda zırcahil olması gayet doğal. Mollaların devrimi
devrimcilerin elinden çaldığını söyleyenlerin esasen bilmek istemedikleri, o
solun Humeyni’yi öncü olarak kabul edip ülkeye çağırdığı gerçeğidir. Zira
vitrin camı kırılamamıştır. Fedailerin de Mücahidlerin de devrimin
sorumluluğunu üstlenme gibi bir derdi yoktur. İlki, iç güç dengesi ve
gerilimleri; ikincisi de dış güç dengesi ve gerilimleri bahane ederek, devrim
ve iktidar sorumluluğundan kaçmıştır. Sonrası ise güç mücadelesidir ve sol, tüm
acziyeti ve basiretsizliğiyle, o mücadeleden yenilerek çıkmıştır, niyeti de
iradesi de zaten budur. Süreç içerisinde içe dair sorumluluk almayanlar,
varolmak adına saldırıya geçmiş, Humeyni hareketi de saldırıya saldırıyla cevap
vermiştir. Öte yandan belirtmekte fayda var: “Rejim çok solcu öldürdü”
diyenler, o gün yaşasalar, o solculara “solcu” bile demeyecekti.
Politikleşmiş
molla sınıfı, devlet geleneği içerisindeki yeriyle ilintili olarak, sahneye
çıkıp sorumluluk alıyor, devrim yolunu kendi ideolojisiyle buluşturuyor. O
ideoloji, fedaiyanı ve mücahidini de içererek ilerliyor. Onları
tasfiye ediyor. Temelsiz kalmalarının sebebi burada.
Üzerine
“ML” postu geçirmiş Ekim Devrimi düşmanlarının bugün İran Devrimi düşmanlığında
en öne atılması, anlaşılır bir durum. ABD’deki düşünce kuruluşlarından çıkan
İran raporlarını Türkçeye çevirip yayın organlarında paylaşıyorlar. Avrupa’da
rahat koltuklarından düşünen Gazi Çağlar gibi isimlerse, oradaki İranlılardan
duydukları abartılı, gerçek dışı, zeminsiz, bağlamsız kırıntı malumatlardan
besleniyorlar.[6] İran içine, İran gerçeğine dair hiçbir şey bilmeden yığınla
laf sarfedebilme hokkabazlığını akademisyenlik örtüsü altında
gizleyebiliyorlar. Fedailerin Devyol'la hiç alakası yok örneğin...
AKP
bağlamında yürütülen siyaset de Avrupa fonlarına tabi. O fonların beslediği
Yıldırım Türker’in Fatih Yaşlı’ya ettiği küfür de bu gerçekle alakalı. On yıl
önce AKP’yi destekleyen Türker’in bugün İran üzerinden herkesi AKP’ci diye
etiketleyip küfretmesinin sebebi, o fonlar.
Dolayısıyla
Avrupa’daki İran diasporası üzerinden anlamlı bir politik değerlendirmeye
ulaşmak mümkün değil. Bu yanılsamanın temel sebebi, Avrupa’nın “özne”, İran
halkının “koyun sürüsü” olarak görülmesidir. İran’ı “haydut devlet” kabul edip
yıkmaya yeltenenler, halkını da “çetelere mahkûm esirler” olarak görmek
zorundadır.
Rejim,
devlet-devrim bağlamında gerilmektedir. Sınıflar mücadelesi kendisini
hissettirmektedir ve dönüşüm buna göre biçimlenecektir. Gezi’de olduğu gibi
ayaklanan halkı küçümseyenlerin İran bağlamında anlamadığı, görmediği budur.
Devrimin
yayı kendi okunu fırlatmıştır ve o devrim buranın Tarafçı devrim’ciliğine
karşıdır. Dolayısıyla mesele, İran'da ABD parmağı bulmak değildir, İran
haberlerine tuzlukla koşanlarda “ABD parmağı” bulmaktır. İran vesilesiyle
yaşanan, buraya dair bir tartışmadır. Tartışma, Avrupa'yı ve Batı'yı memleket
sayanlarla kavganın memleketinde kök salmak ve onu burada kavgayla inşa etmek
isteyenler arasındadır.
Manipülasyon
O
memleketten kaçanlar, kök salma sorumluluğunu üstlenemeyenler, sürekli kaçmak
için bahane üretenler, güzel bir sığınak bulmuşlardır: “Kürt” metafiziği...
Buradan
şu söylenmelidir: Küçük bir çocuğa tecavüz ettiği için asılanı veya devletin
gizli belgelerini Batı’ya satanı idam ettiklerinde, “İran’da bir Kürt şair idam
edildi” şeklinde haber yapanların siyasetinden ve ideolojisinden uzak durmak
gerekir. “İran çok komünist öldürdü” diyenlerin, bağlandıkları örgütün geçmişte
kaç komünist öldürdüğüne bakmaları tavsiye olunur.
Kafalarındaki
vesveseleri, vehimleri, kibirli kurguları gerçek zannedenlerin dünyasından
eleştiriyi eksik etmemek şarttır. O kurguların nereye, hangi güçlere bel
bağladığı görülmelidir. İran devrimi ile açılan perdeyi bölgede kim kapatmak
istiyor, bu gerçek sorgulanmalıdır.
İran
vesilesiyle eleştirilmesi gereken, o kafanın İran’a dair söyledikleridir.
Burada bir yönelim açığa çıkmaktadır: hakikat, bitmiş tamamlanmış, havada
asılı, gerçekle alakası olmayan, metafizik bir olgu olarak “Kürt” kurgusu
etrafında tavaf ettirilmeye çalışılmaktadır. O Kürt kurgusunun
belediyelerindeki sıkıntılar, müteahhitlerle ilişkiler, hendekler sonrası
gerilimler, tüm yakıcılığı ile sorgulanabilmelidir. İran vesilesiyle, oraya
fırlatılan okların uçları buraya yöneltilmelidir. Zihindeki her türden havada
asılı, metafizik kurgunun sömürenlere ve ezenlere hizmet edeceğini bilmek
gerekmektedir. Mollalar, böyle bir kurguya biat etmişlerse, halk onlara Allah’ı
öğretir, öğretecektir. Ama burada buranın solcularına İran’a akıl vermek değil,
kendi putlarıyla hesaplaşmak düşer.
* * *
İran
vesilesiyle görülmesi gereken şudur: aslolan, kafamızdaki metafizik kurgular
değil, somut mekânda ve somut zamanda kavga eden ezilenlerin ve sömürülenlerin
kerteriz alınması ve buna göre kavganın örülmesidir. Putlara karşı bizi
şerbetli kılacak bir “Allah” olmalıdır.
Eren Balkır
1 Ocak 2018
Dipnotlar:
[1] “İran: Halkın Ayaklanması, Tutumlar, Yorumlar, Hurafeler,” 30 Aralık 2017, Abstract.
[2]
“Lenin ve Muhammed Vali Han”, 17 Ekim 1919. Türkçesi: İştirakî.
[3]
Şenila Hoca Mulci, “Malala ve Ahid”, 28 Aralık 2017, İştirakî.
[4]
Muzaffer Oruçoğlu, “Yahudi Sorunu”, 28 Aralık 2017, Patika.
[5]
İran Komünist İşçi Partisi’nin Bildirisi, 7 Nisan 2017, Wpiran.
[6]
Gazi Çağlar, “İran ve Halk İsyanları”, 31 Aralık 2017, Sendika.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder