Philippe Douroux
20
Aralık 2017
“Komünist
hipoteze bağlı olduğunu” söyleyen Alain Badiou ile mevcut sosyal demokrasiyi
savunan reformist (Libération yazı işleri müdürü) Laurent Joffrin
arasında cereyan eden tartışma.
● ● ●
Alain
Badiou, siyaseti nasıl tarif ediyorsun?
Belki de Siyasete Övgü isimli kitabımın adı Siyaset Övgüsü olmalıydı. Esasında bence iki siyaset tanımı mevcut. İlk tanım, devlet iktidarının ele geçirilmesini ve iktidar pratiğini merkeze alıyor. Burada siyaset, iktidarın taleplerinin gerçekçi mânâda yönetilmesi olarak tanımlanıyor. Özellikle Platon gibi ilk filozoflarda karşımıza çıkan ikinci tanımsa, ana sorunun adalet sorunu olduğunu düşünüyor. Ben, bu ikinci tanıma bağlıyım ve siyaseti âdil bir toplumun örgütlenmesine zemin hazırlayacak tüm yöntemleri içeren küme olarak tanımlıyorum. Böylesi bir toplum, müşterek gerçekliği teşkil eden eşitsizliklerden ve güç ilişkilerinden arınmış bir toplumu ifade ediyor. Bu, aslında çok öncesinde Aristo’da ve Platon’da zaten cereyan etmiş bir tartışma.
Aristo’daki kavrayış tarzı daha pragmatik. O, toplumun varoluşunun ekonomik ve
mali koşullarını analiz ediyor ve bir orta sınıfın bulunması gerektiği üzerinde
duruyor. Platon ise tersten, her şeyden önce âdil bir toplumu tanımlama gayreti
içerisinde ve sadece, o da ilerleyen süreçte, böylesi bir topluma ulaşmak için
gereken araçlara odaklanıyor.
Bence
bu tür bir ayrım gayet yerinde. Siyasete Övgü kitabında bundan daha
fazlasını söylüyordun. Sana göre, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti
sorgulamadığımız sürece siyaset diye bir şeyden söz edemeyiz. Dolayısıyla
siyaset, ancak toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiği ile ilgili, birbiriyle
çelişen iki farklı öneriyi, özel mülkiyete dayalı toplumla müşterek sahipliğe
dayalı toplumu karşı karşıya getirdiğimiz noktada çıkış alabiliyor. Bence bu,
yanlış bir düşünce. Piyasa sistemleri içinde de siyaset söz konusudur:
“Irak’taki savaşa dâhil olmamız gerekiyor mu gerekmiyor mu?” sorusu siyasettir;
“Dayanışma temelli servet vergisinden kurtulmak zorunda mıyız değil miyiz?”
sorusu siyasettir; “Fillon’a mı yoksa Hamon’a mı oy vereceğiz?” sorusu
siyasettir. Mülkiyet meselesi diğer birçok meseleden biridir. Komünizmin
başarısız olduğu hususu dikkate alındığında, bu mesele de ikincil bir mesele
hâline gelmiştir.
Oysa
ana mesele, bahsini ettiğin meselenin ta kendisi. Bugün yerleşik tarım, yeni
üretim, iletişim ve savaş tekniklerine göre kurulmuş devletlere sahip politik
toplumlar, tümüyle toplumun sınıflara ayrışması meselesiyle ilişkilidirler. Bu
ayrışma, müşterek kabul edilmesi gereken emtia üzerindeki özel sahiplik
ilişkilerine dayanır. Dolayısıyla siyaset, mülk sahipleri ile mülksüzler
arasındaki ihtilafı çözüme kavuşturma meselesidir. Bugün bizler, bilhassa
teknik düzeyde, bu benim “siyasetin neolitik çağı” dediğim, bin yıllık inşa
sürecinin en kusursuz biçiminde yaşıyoruz. Kapitalizm, doğal seyri müşterekliğe
doğru olan, emtia üzerindeki özel sahiplik ilişkileri etrafında örgütlenmiş
toplumun o uzun tarihinin nihai bir sonucudur. Kapitalizm bu gerçeklikten doğmuştur,
dolayısıyla bugün siyaset, en temel mesele olan adalete dair bir anlayış
bağlamında, eksiksiz bir değişimi ve sistemsel bir dönüşümü varsayar.
Siyasetten
söz edebilmek için özel mülkiyet ilişkilerine ait kuralları ve piyasaya ait
kuralları sorgulamak zorunda olduğumuz kanaatinde değilim. Bundan başka bir
yığın mesele var. Burada takdim edilen, özünde gerçeğe dair alabildiğine dair
bir ekonomist bakış açısıdır.
Kesinlikle
katılmıyorum söylediklerine. Mülkiyet meselesiyle yüzleşmeyen bir siyaset, salt
devlet iktidarının ele geçirilmesini ve iktidar pratiğini öne alan bir siyaset
yorumudur. Oysa devlet iktidarının idaresi meselesine vurgu yapan bu yaklaşım,
temelde “burjuva” mülkiyetine bel bağlar. Bu mülkiyet de maliye, hissedarlar,
sanayi ve medya gibi konularla alakalıdır. Hiç şüphe yok, serbest piyasacı
idare ile sosyal liberalizm arasında kimi nüanslar mevcuttur.
Bunlar
basit nüanslar değil…
Elbette
ki öyle…
Gerekçelerimi
izah edeyim. Başka bir örnek vereceğim: toplumda dinin yeri meselesini ele
alalım. Teokrasi ile laik rejim arasında yapılacak tercih, milyonlarca insanın
gündelik hayatı için oldukça önemli bir tercihtir ve bu tercihin özel mülkiyet
meselesiyle hiçbir bağlantısı yoktur. Emek yasasını liberal bir yönelim
dâhilinde reforma tabi tutulması, milyonlarca Fransız işçinin kaderi bağlamında
önemli sonuçlara yol açacak politik bir karardır.
Bunlar
basit nüanslar değil. Bence burada toplumun nasıl örgütleneceği konusunda
yaşanan derin anlaşmazlıklar söz konusu. Tüm insanlığın geleceğini tehdit eden
küresel ısınmayla mücadele edip etmeyeceğimiz meselesi, basit nüans olarak
görülecek bir mesele değil.
Tabii
ki değil, ama gezegenin yıkımı meselesi de mülkiyet meselesiyle bağlantılıdır.
Özel mülkiyet, müşterek iyiyi yok eden, yıkıcı bir sistemdir. Ekoloji meselesi,
kapitalizme itiraz etmeyi gerekli kılar.
Özel
mülkiyet ilga edildiğinde, doğal kaynakların daha yoğun bir biçimde yok
edildiğine tanıklık ettik ama.
Bu,
başka bir mesele. Özel mülkiyeti merkeze koymuş bin yıllık idarenin ardından
sahip olabildiğimiz kolektivizasyon deneyiminin süresi sadece yetmiş yıl!
Tarihte Rusya ve Çin üzerinden ilk kez edinilen bu oldukça kısa deneyimin kısa
sürede istikrarlı bir biçim edinemeyip süreç içerisinde başarısız olması
karşısında kimse neden şaşkınlığa düşmüyor? Burada bin yıllık tabuya karşı bir
saldırı söz konusu: her şey, yola devam edebilmek için, önceden elde herhangi
bir model olmaksızın, baştan icat edilmek durumunda kalındı.
Sen
“komünist hipotez”i savunuyorsun. Bu konuda bir yığın müdahalede bulundun ve
bir dizi kitap yazıp yayınladın. Bu “hipotez” neden çok fazla yankı bulmadı
peki? Çünkü kimse böyle bir hipotezi duymak bile istemiyor. Kimse, tarihsel bir
felâketle sonuçlanmış olan komünist deneyimi tekrarlamak niyetinde değil.
Aslında
kimse, zaten başarısız olmuş bir şeyi sürdürmek istemiyor! Bir hipotezi teyit
edecek ilk adımlar yeterince ikna edici bulunmadı diye o hipotezi terk etmek
pek rasyonel bir yöntem olmasa gerek. Fizikçiler ve sanatçılar, senin bu
argümanının peşinden gitmedikleri için çok şanslıyız!
Alain
Badiou, madem Rusya ve Çin deneyimleri birer hataydı, neden ilk başlarda bu
deneyimleri savundun?
Ben
bugün bu deneyimleri savunmuyorum. Tam tersine, zenginliklerin âdil ve
müştereken mülk edinilmesi hipotezini diri tutmak için bizim böylesine muazzam
böylesine önemli bir deneyimin ilk yirmi otuz yılında kaçınılmaz olarak
yaşanacak hataları kabul edip yeni çözümler icat etmemiz gerekir. Fakat Laurent
Joffrin ve kapitalizm yanlısı hâkim görüşe göre, her şey zaten çok önceden
kurulmuştur ve böylesi bir adalet biçimi suçtur.
Fakat
komünizm, salt kullandığı yöntemler ve araçlar değil, özü itibarıyla da
başarısız oldu. Sense bu deneyimlerin yeterince ileri götürülmediği için
başarısız olduğunu söylüyorsun. Oysa esasen bu deneyimler, en ileri aşamaya
götürüldüğünde başarısızlık en net biçimde görüldü. Ellili yılların sonunda
Çin’de gerçekleştirilen Büyük Atılım’ı örnek vermek mümkün. Kolektif mülkiyet,
mümkün olan en ileri aşamasına taşındı. O noktada sadece toprak değil, aletler,
gübre, köylülerin gündelik hayatı da kolektivize edildi. Köylüler, yemeklerini
müşterek kantinlerde yediler ve kendi aletlerini müşterek alana teslim etmek
zorunda kaldılar. Sonuçta ise bir yıl içerisinde tarımsal üretim çöktü. Çin’de
taşra hayatının zaten geçimlik tarımsal üretim aşamasında olması sebebiyle bu
aşırı komünizm dehşet verici bir kıtlığa yol açmıştır. Herkesin de gördüğü
biçimiyle, bu kolektivizasyon, 10 ilâ 30 milyon insanın öldüğü bir felâkete
sebep olmuştur. Aynı süreç her yerde yaşanmıştır.
İyi
de işin aslı başka.
Örnekler
üzerinden konuşursak.
Yetmişlerde
SSCB, dünyanın ikinci büyük gücü kabul ediliyordu, sanayileşmiş ülkeler
sıralamasında Doğu Almanya yedinci sıradaydı.
İyi
ama Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra bu tespitin yanlış olduğu görüldü! Batı
Almanya ile Doğu Almanya’yı kıyasladığımızda, ilkinin ekonomik açıdan daha
başarılı olduğu görülecektir, üstelik işçiler açısından bile bu başarı gayet
açık ortadadır. İnsan haklarından söz etmeye bile gerek yok!
Rakamlar
başına belâ olunca, nedense hepsi yanlış oluyor! Zaten meselenin özünü de
rakamlar teşkil etmiyor. Burada insanlığın geleceğinin bağlı olduğu,
özgürleştirici hipotezden bahsediyoruz. Bu hipotez, bin yıl içerisinde bir
emsali bile olmayan, her şeyi kucaklayan bir örgütlenme öneriyor. Bu hipotezin
gerçek kılınmasına dönük ilk adımların neden çok önemli krizlerden geçtiği
meselesini izah eden her şeyi tefekkür etmek, belirli kategorilere oturtmak ve
doğru bir zemine yerleştirmek mümkün ve zaruridir. Asıl bunu yapmamamız
tuhaflıktır! Burada zor bir matematik sorusunu çözmek türünden bir durum söz
konusudur. Büyük akıllar bile hata yaparlar ama bu, çözüm bulma ihtiyacını geçersiz
kılmaz.
Kanıtlanabilecek
en ufak vasfa ve güce sahip olmayan bir mecaza başvuruyorsun burada. Matematik
denilen sahada olan biten, kendiliğinden topluma uyarlanamaz. Elimizde kobay
fareleri üzerinde yapılan deneylere benzeyen, insanlar üzerinde yapılmış, her
türden deney var. Belirli bir noktada aslında bu deneylerden insanların sıtkı
sıyrılmış durumda! Daha çok deney, büyük katliamlara yol açmaktan başka bir işe
yaramıyor.
Asıl
insanların sıtkı liberalizmden sıyrılmış durumda. Ölüleri sayıyoruz madem,
hepsini sayalım.
Kitabında
kapitalizmin en olumsuz yönü olan sömürgecilikten bahsediyorsun…
Sen
de nispeten daha az ciddiyetsiz ve bitmek tükenmek bilmeyen bir tarz dâhilinde,
komünizmin en olumsuz yönünü cımbızla seçip gözümüze sokuyorsun.
Katliamlar
söz konusu olduğunda, komünizmin kapitalizmden daha beter olmadığını
söylüyorsun. Bu, bile şüpheli bir tespit ama. Diyelim ki senin haklı olduğunu
kabul ettik: madem öyle, ilerleme imkânını nerede aramalıyız? Sömürgeciliğin
ölümüyle komünizmin ölümünü denkleştirmek nasıl mümkün olabilir? İlkesel
düzlemde komünizm özgürleştirici bir güç. Onun kapitalizme nazaran daha az cani
olması gerekir. Ama bunun tam tersine tanık olundu.
Kapitalist
yol, tümüyle suç üzerine temellendirilmiş bir yoldur. Mesele, sadece
sömürgecilik de değil! Son yüzyıl, iki dünya savaşının yol açtığı büyük bir
katliama tanıklık etti. Yeni bir komünizmin gerekli olduğunu iddia ederken ben,
aynı zamanda geçmişin bilançosu üzerinden ulaşılması gereken sonuçları da göz
önünde bulunduruyorum. Oysa sen, sermayenin boyunduruğu altında yaşamaya mutlu
mesut devam etme fikrine destek oluyorsun.
Katiyen!
Tarihsel açıdan demokratik sosyalizm, kapitalizmi reforma tabi tutmuş, bir
yandan da bireysel özgürlükleri güvence altına alan anayasal düzeni muhafaza
etmiştir. Demokratik sosyalizm, tek parti boyunduruğunda mağdur olan
insanlardan çok daha az insanı mağdur etmiştir. Sense bu tek parti
boyunduruğunu savunup duruyorsun.
Bu
“sosyalizm” dediğin şeye bizzat şahit oldum ben. Ona politik eğitimim boyunca,
Cezayir Savaşı süresince tanıklık ettim. O dönemde Fransız Sosyalist Partisi
hükümetteydi ve Paris karakollarında tutsaklara işkence ediyordu!
Bitirmeme
izin verirsen… Sosyalizm ve sosyal demokrasi, piyasa ekonomisini düzene sokmuş
olan, muazzam bir toplumsal ilerleme sürecinin yaşanmasını mümkün kıldı.
Yirminci yüzyılın başında sosyalist program sayesinde sendikalar, emeklilik
maaşı, sosyal güvenlik, sağlık sistemi, işgünü sayısının sınırlı tutulması ve
emek yasası hukukî zemine kavuştu. Tüm bu ilerlemeler, milyonlarca işçinin
hayatını değiştirdi. Özgürlük meselesiyle cem olduğunda sosyalizm tarihi,
bizler ekonomik düzlemde verimli bir şekilde inşa edilen bir özel mülkiyet
sistemini muhafaza ettiğimizde bile, ciddi bir ilerlemenin sağlanabileceğini
ortaya koyuyor. Aynı dönemde kolektivist ekonomi ise verimsizlik, kıtlıklar,
durağanlık, yalanlar ve kütlesel baskılara tanıklık edilen gerçeklikte çöküp
gitti.
İyi
de tüm bunlara yol açan dünya, bütünüyle adaletsiz bir yer. Bu adaletsizlik,
hâlihazırda koruduğunuz az sayıdaki rezerv değil de küresel düzeyde ele
alındığında, söz konusu adaletsizlik net biçimde görülüyor. Bugün 364 kişinin
mal varlığının değeri 3 milyar insanın toplam mal varlığına denk! Dünyada insan
yurduna konulmayan ve yaşamak için en ufak fırsatın peşinde, oradan oraya
dolaşıp duran insanların sayısı 2 milyarı buluyor.
Kitabında,
1966’da Mao’nun gerçekleştirdiği Kültür Devrimi’ni savunuyorsun. Bu konuyla
ilgili söylediklerinin beni epey şoke ettiğini söylemeliyim. Kültür Devrimi’nde
büyük bir kısmını eğitimsiz gençlerin oluşturduğu sürüler, üniversitelere,
şirketlere ve bakanlıklara hücum ettiler, aydınları ve memurları yerlerinden
indirip sokaklarda yürüttüler, onlara hakaret ettiler, boyunlarına üzerlerinde
“hain”, “dönek” veya “revizyonist” yazan yaftalar astılar. Meydanlarda
mahkemeler kurdular, bazılarını döve döve öldürdüler veya Gobi Çölü gibi
yerlere sürgün ettiler. Bu, korkunç bir terör deneyimiydi. Sense bunu gerekli,
faydalı bir olay olarak tarif ediyorsun ve geleceği daha da yakınlaştırdığını
söylüyorsun! Örneğin “kızıl prenses” denilen Song Binbin’i ele alalım. Halk
Ordusu kurucularından birinin kızı olan Binbin, kendi okulunun müdürünün linç
edilişine katılıyor, üstelik linç ettikleri kişi de komünist. Adam,
işkencelerle geçen gecenin ardından, sabah erken saatte ölüyor. 1994’te Song
Binbin, bu olaydan dolayı özür diledi. Mao’nun Tiananmen Meydanı’nda Kızıl
Muhafızları selamladığı güne ait fotoğraflarda gördüğümüz kadın da o. Büyük
Serdümen, onu bir örnek olarak takdim ediyor halka.
Kültür
Devrimi tarihi ile ilgili söylediklerin, Fransız Devrimi tarihi konusunda o
dönemde yaşamış bir lordun veya kontun sözlerine benziyor!
Ben
ne lordum ne de kont… Söylediklerim yanlış mı?
Değil.
Daha da beter. Kültür Devrimi’ni bu türden bir hikâyeye indirgersen, sözlerin
bu gerici, saçma sapan bir kara propagandadan başka bir şeyi ifade etmez. Paris
Komünü’nde üzeri yırtık pırtık olan kundakçı kadınlardan başka bir şey görmeyen
Dumas’dan bir farkın kalmaz. Peki o binlerce gerçek ve büyüleyici hikâyeden
neden bahsetmiyorsun? Önceki mücadelelerin felç ettiği Şangay limanında
öğrenciler ve işçiler arasında oluşan o yeni ve pratik ittifaktan neden hiç söz
etmiyorsun? Son yüzyılın ikinci yarısında 68 Mayıs’ı gibi büyük bir
işçi-öğrenci temelli kitle hareketinin özetini çıkartmak için korkunç bir
anekdotu seçmeye benziyor senin yaptığın.
Anekdot
değil aktardığım, bir milyon kişinin ölümüne sebep olan Kültür Devrimi’ni
sembolize eden bir isim…
Aynı
hesapla, Fransız Devrimi’nin sembolü de ezelden ebede Nantes’daki suda boğarak
öldürme olayları olmalı. Yapma ama!
İyi
de bugün Terör Dönemi’ni kimse savunmuyor ki. Nantes’daki idamlar,
Konvansiyon’un beğenilen işleri üzerine düşmüş korkunç birer leke.
Sen
neye “Terör Dönemi” diyorsun? Kastettiğin, kraliyetin devrilişini takip eden
1792-94 arası dönemse, bugüne dek dengine rastlamadığımız, 1793 tarihli o
muhteşem anayasa ise, başka ülkelerin işgaline karşı harekete geçildiği
dönemden bahsediyorsan, o vakit evet, ben “Terör Dönemi’ni savunuyorum.”
Fransız Devrimi, İngiltere’de yaşandığı gibi, kralın yetkilerinin anayasal
düzeyde azaltılmasının ötesine geçildiği bir olay hâline gelmesini sağlayan,
Robespierre dönemiydi.
Terör
Dönemi’ne son veren, bizzat devrimin kendisi ve bu adım dış tehdit ortadan
kalkar kalmaz Robespierre’e karşı atılmıştır. Robespiyerciler, “yeni insan”ın
ortaya çıkartılmasıyla ilgili deneye devam etmek istediler ki bu, tam bir
delilikti. Fakat biz, bu dönemi son tahlilde onu sürdürerek zaten savunuyoruz,
zira her şeye rağmen bu dönem, özgür bir toplumun kurulmasını mümkün kılmıştır.
Maoist Kızıl Muhafızların savundukları toplum ise teröre ve zulme dayanıyordu.
Bugün Çinliler bu dönemi korkuyla anıyorlar, oysa Fransızlar demokratik bir
cumhuriyeti benimsediler.
Kültür
Devrimi ve Kızıl Muhafızlar ile ilgili sözlerin birbirlerinin aynı. Oysa onlar
hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Burası açık. Özgür toplumdan bahsediyorsun,
lâkin tek başına ele alındığında “özgürlük” kategorisi hiçbir şey ifade etmez.
Büyük bir kapitalist imparatorluğu olan bir insanın özgürlüğünün, hiçbir şeyi
olmayan insanın özgürlüğüyle bir alakası olabilir mi? Bir yığın eşitsizliğin
varolduğu koşullarda, özgürlük yanıltıcı bir kavramdır.
Özgürlük,
her koşulda kıymetli bir varlıktır. O, mücadelenin bizatihi koşuludur.
Yoksullar kadar zenginler için de önemlidir. Yoksulların özgürlüğü, onların
zenginlerin gücünü sınırlamalarına imkân sağlar, bu da geçmişte olduğu gibi
refah devletini örgütleyerek atılacak bir adımdır. Partinin özgürlüğü
kısıtlaması, komünist oligarşinin hâkimiyetine yol açar ki bu hâkimiyet, yeni
bir eşitsizlik biçimini yaratır.
Onlarca
yıldır bu yere göğe sığdırılamayan “fark” meselesinin tüm dünya genelinde
sistemin korunması ile ilgili bir simge olduğunu söylemeye yetecek deneyime
sahibiz. İnsanlar, daha fazlasını tespit etmeye başladılar bile: Macron’u
iktidara taşıyan son komedide çoğu insan oy kullanmadı.
Aramızdaki
anlaşmazlığın temel dayanağı da burası zaten. Sen özgürlüğü eşitliğe feda
ediyorsun. Sonuçta ise her ikisi de elinden kayıp gidiyor.
Alain
Badiou, senin anladığın biçimiyle, komünist toplumun dayandığı ilkeler
nelerdir?
Ana
görevimiz, komünist toplumun dayandığı temel ilkeleri güncellemektir: Üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyeti ilga etmek; yönetim ve icra görevleri, fikrî
emek ve el emeği arasında oluşmuş bulunan işbölümüne son vermek; ulusal
kimliklere yönelik baskıları ortadan kaldırmak; ve tüm bunları yapmak için
devletin etkisini müşterek müzakere lehine olacak şekilde azaltmak.
Komünist
deneyimin kullandığı araçları sen de eleştiriyorsun. Peki komünizme hangi
yoldan yürünecek?
Askerîleşmiş
bir örgüt, tek parti, iktidarı ele geçirip onu tek başına sürdürebilir ama
gerçek komünizmi örgütleyeceğini söylediğim ilkeleri asla garanti etmez. Bizim
siyaseti yeniden icat etmemiz gerekmektedir. Bunun için kitleye veya harekete
yaslanan demokrasi, örgütlerimiz ve devlet arasında tümüyle yeni bir diyalektik
işlemelidir. Peki bunun biçimi nasıl olacak? Hangi araçların gerektiği
sorusunun karanlıkta kaldığı kimi dönemlere tanık olunduğundan, şüphenin hüküm
sürdüğü bir dönemden geçtiğimizden, henüz bu biçimi bilmiyoruz. Araçların ne
olduğu sorusuna hızla atlamadan önce, bizim işe, sorunun meşruluğunu, hipotezin
geçerliliğini yeniden sağlayarak başlamak zorundayız. Dolayısıyla bizim
ihtiyacımız aydınlaradır. Bugün yeterli aydının, “Yeni Felsefe” ile simgelenen,
seksenlerin karşı-devriminin geride bıraktığı tahribatı göremediğini söylemek
gerekmektedir. Şükür ki bugün sahneye yeni bir gençlik çıkıyor.
Peki
ama şu araçlar bahsinde, insan haklarının, oy kullanma özgürlüğünün,
tüketicinin seçim yapma özgürlüğünün, seyahat etme özgürlüğünün ve ifade
özgürlüğünün korunması konusunda ne düşünüyorsun? Güçler ayrılığını ve yargının
politik otoriteler karşısındaki bağımsızlığını korumak gerekmiyor mu?
Bireysel
ifade konusunda, hâlihazırda varolandan daha kapsamlı özgürlüklerin bulunması
gerekiyor. Bugün, mülkiyet ilişkilerine dayalı yapıların mutlak ve değişmez
olduğu koşullarda, özgürlük dar bir çerçeveye sıkışmış durumdadır. İfade
özgürlüğünden mi bahsediyoruz, o zaman medyadaki ana şirketlerin sahipleri
kimler, ona bakalım. Bu şirketlerin neredeyse tamamı, Fransız borsasında işlem
gören en büyük kırk şirketin elinde.
Ne
yani, “halkın” ekseriyeti komünist hipoteze itiraz ederse, o hipotez günışığını
bile göremeyecek mi?
Mao’nun
birkaç kez dile getirdiği biçimiyle: “Biz, kitlelerin fikirleri üzerine esaslı
bir çalışma yürütmeden, onlara siyaset tavsiye edemeyiz.”
O
zaman sen, onca şeyden sonra demokratik sürece önem veriyorsun. Çoğunluğu kendi
safına kazanmak şart yani. Komünist hipoteze aktif bir azınlık veya bir öncü
temelinde ilerlememiz mümkün değil sonuçta.
Sayısal
düzlemde anlaşılan bir “çoğunluk” kavramının politik bir anlamı yoktur, bu
kavram, anketlerde karşımıza çıkıp duran o boşluktan başka bir şeyi ifade
etmez. Öte yandan ben, öncücü anlayışları uzun süredir eleştiren biriyim. Kitle
hareketlerinin varlığı ve kamuoyunun büyük bir kısmının verdiği destek,
zaferleri güvence altına alan, yeni komünist politik vizyonu mümkün kılan,
zaruri bir koşuldur.
O
vakit sen bir demokratsın?
Ben
senden daha demokratım. Demokrasinin abecesi şudur: mali oligarşiye ve medya
tekellerine hoşgörü göstermeyeceksin, mülkiyeti her türden gerçek özgürlük
fikrine dayatan ve ölümcül sonuçlar doğuran çarpıklıklara izin vermeyeceksin.
Bu açıdan bence sen zerre demokrat değilsin.
Demokratik
solun mevcut deneyiminin de gösterdiği üzere, sistemi reforma tabi tutmak
mümkündür. Diğerleriyle ilgili olaraksa ben, çoğunluğun kararlarına itimat
edeceğim.
O
halkın “karar vermesi” de ne demek? Etimolojik açıdan demokrasi “halkın
iktidarı”nı ifade eder. Oysa asıl önemli olan, bu iktidarın maddi açıdan
oligarşinin mülkiyetinde olmamasıdır. Yani sen, kapitalizm koşullarında işte
böylesi bir mülkiyeti ve iktidarı savunuyorsun.
Ben
kapitalizmi savunmuyorum; ben, devletin düzene soktuğu piyasa ekonomisi
fikrinden yanayım. Bu ikisi aynı şey değil.
Buyur
buradan yak! Piyasa ekonomisinden bahsedenler, nedense “kapitalizm” denilen o
nahoş kelimeyi ağızlarına bile almıyorlar.
2017’nin
en acil görevi ne sence? Jean-Luc Mélenchon’un başını çektiği, 2016’daki
cumhurbaşkanlığı seçiminde kurulan İsyankâr Fransa [La France insoumise]
isimli ittifakı, Mart 2016’da kurulan toplumsal muhalefet hareketi Gece Ayakta
Hareketi’ni [Nuit Debout] ve Hayalî Komite’yi alaycı ve eleştirel bir
değerlendirmeye tabi tutuyorsun…
Niyetim,
Mélenchon’u tümüyle düşman göstermek değil. Deneyimlerim bana gösteriyor ki
sosyal demokraside ne vakit bir kriz yaşansa, daha aktif ve daha ideolojik bir
kol ortaya çıksa, bu kol, hep komünist hipotezin dirilişi için gerekli rahim
işlevi görüyor. Lenin bile sosyal demokrasi içerisinde yaşanan ayrışmalardan
kök alıyor. Yani François Mitterrand’la birlikte anılan bir isim olarak
Mélenchon, asla benim kalemim değil.
Ona
ben daha çok benziyorum herhâlde…
Senden
kök alması beni asla şaşırtmaz. Mélenchon’un aktif bir güç olarak takdim
edilmesi sonucu o, gençliğin belirli bir kısmını bir araya getirdi, ayrıca
belli sayıda işçinin ilgisini çekti. Bekleyip göreceğiz. İlk taşı ben
atmayacağım. Bekleyip onun gerçek meyveler verip vermeyeceğini, komünist
hipotezin yeniden üretimine, onun bir kez daha kendi bağımsız örgütüne ve halk
gücüne sahip olmasını mümkün kılıp kılmayacağını göreceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder