1935’te İngiltere-İran Petrol Şirketi’ne bağlı
araştırma yürüten bir jeolog, üzerinde çivi yazısı olan bir kil tablet bulur.
Sonradan BP olan şirketin bu çalışanı “Nurlu İnsanlar” isminde bir kitap yazar.
İkinci kitabında konuya devam eden bu kişinin iddiası, ilk medeniyetlerin
uzaydan gelmiş özel varlıklar eliyle kurulduğu üzerinedir. Bu nurlu insanlar,
geri kalmış coğrafyayı ilerletmişlerdir. Çünkü oradaki insanların bunu yapma
imkânları yoktur. Aslında BP şirketi, kendi çalışanının ağzından, “İran'da sizi
ilerletmek, medenileştirmek için bulunuyoruz” demektedir.
Bu arkeoloji okuması, doğrudan emperyalizmin ve
sömürgeciliğin uzantısıdır. O BP’yi ülkeden kovan iradenin gericiliğe ve nura
düşman olarak kodlanması tabii ki kaçınılmazdır. Bu akla göre, ilkel
toplumların kendi iradeleri ve dinamikleriyle gelişme kaydetmeleri mümkün
değildir. Dolayısıyla, aslında verili emperyalist ilişkilere dair bir güzelleme
çabası olarak, arkeoloji ve tarih okumaları her dönemde devreye sokulmuştur.
“Nurlu İnsanlar” kurgusu, bir açıdan bölgede Alevilere
de inandırılmaya çalışılan bir hikâyedir. Avrupa’ya göç etmiş Alevilere geri
kalmış çorak toprakların gülü muamelesi çekilmekte, etin sütünden faydalanılmaktadır.
Artık hiçbirisi, Hz. Ali’yle veya Kerbela ile bağını görmeyecek noktadadır.
Onlar, nereden geldiği belli olmayan, uzaylı, nurlu ve ışığın taşıyıcısı bir
kavimdir artık. Çünkü “Alevi” sözcüğü Ali’den değil, alevden ve nurdan
gelmektedir!
Ve tabii ki o nurun akışı, Kerbela gibi bir kılıç
darbesine maruz kalmış olamaz. Kerbela’nın artık Alevi inancıyla hiçbir alakası
yoktur. “Sonsuza bağlanalım” derken, sonlu olan bir zulmün bayrağına
yapışılmıştır. Kültürel bir öğeye indirgenmiştir ve kavganın boyası
dökülmüştür.
“Fransız devriminden önce tarih mümkün değildi” ve
“modern dönemden önce sosyalizm mümkün değildi” tezleri de aynı sömürgeci
fikriyatın çıktısıdır. Bugün, bir ölçü ve ölçek olarak tarihe yansıtılmakta,
geçmiş bugüne göre yeniden kurgulanmaktadır. Self servis masası karşısında
duran müşteriler, tarihten dilediklerini alabileceklerini zannetmektedirler.
Bugündeki çıkarlar, geçmiş olaylarda dil bulmaktadır.
Dolayısıyla sosyalistler, “önce modern ve aydınlanmış
olmak gerekir” diyerek, sosyalizm mücadelesini her an askıya almaya
yazgılıdırlar. Burjuva siyaset denilen bataklık onları içine çekmektedir.
Bunlar, Marx’sız Marksizme, Lenin’siz Leninizme programlanmışlardır. Her ikisi
de belli bir coğrafyadaki kitlelerin iç dinamiklerine ve iradelerine güvenmemek
noktasında ortaktır. Kitle, kadro anlayışları, bu modern ve aydınlanmış, özel
cemaatin dişine uygun kişiler bulmak üzerine kuruludur.
Egemenler, kendi nurlarını yaymaları karşılığında
diyet istemektedirler. Marx, Lenin gibi isimler bu minvalde kurban
edilmektedir. Akışı bozan ne varsa tasfiye edilmek zorundadır. Kerbela
unutulmaya mecburdur. Nekbe, Enfal, Halepçe… dipnotlardan bile silinmelidir.
Pazarın salahiyeti bunu emretmektedir.
Solun bu silme ve silikleşme pratiğinde belirli bir
rol üstlenmek istediği açıktır. “Milliyetçilik de dincilik de size kalsın,
sınıf bizim, sol bizim” nakaratları bu yüzden dile pelesenk edilmektedir. Sanki
sınıf ve sol, milli ve dini olandan azadeymiş gibi bir dil tutturulmaktadır.
Zaten öyle olması istenmektedir, suya sabuna dokunmayan, her şeyi flulaştıran,
silikleştiren bir sol elzemdir. Kendisinden istenileni yapmaktadır. Arap Baharı
sonrası “marksizmle ve Sovyetler’le kirlenmiş bir İslamcılık vardı, artık ondan
kurtuluyoruz” diyenlere karşılık, aynı lafları eden bir sol icat edilmektedir.
Geçmişin tüm çentikleri bariyerdir, tüm kılıç darbeleri acıdır. Unutmak,
bugünün fetvasıdır.
Oysa şu bilinmelidir: Bugünkü direniş ateşini
Kerbela’daki direnişle harlamayan, nafiledir. Çentik atmayan, kılıcını
sallamayan, unutulmaya mahkûmdur.
Eren Balkır
29 Eylül 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder