Muhtemelen
80 darbesini yönetmek için, görevli olarak gönderilmiş olan büyükelçi, “Asyalı
ve İslamî gelenekler, hâlen daha taşrada derin köklere sahip, ama Cumhuriyetçi
Atatürkçülük de köklü”[1] diyor. Onca zaman sonra Enver Aysever, “din denilen
saçmalığı öğrenmenin hem yararı yok, hem de çocuklarda ruhsal yara açıyor”[2]
tespitinde bulunuyor. İkisi, gayet uyumlu. Asyalı ve İslamî olana düşmanlık, o
ABD büyükelçisinin emri. Aysever, o emri yerine getiriyor.
Aslında
AKP de o büyükelçilikle uyumlu. Sofranın sahibi, sofraya çağırdıklarına “öküz”
olarak muamele ediyor, ama birlikte kaşık sallıyor. Kapıdaki hizmetçiyi, uşağı,
tarlada çalışanı, fabrikada işleyeni kimse umursamıyor. Fırsatını bulmuşken
birileri, “saçmalık, cahillik, gericilik” laflarını tespihine dizip gün boyu
çekiyor. Kentin kontrolü/disiplini ile taşranın kontrolü/disiplini, farklı
ellere muhtaç. Bu ellerin rekabeti, yerinde bir politik müdahaleyi asla
koşullamıyor. AKP’nin kontrol ve disiplindeki rolüne yönelik eleştiriye, bir
kısım solun kontrol ve disiplindeki rolüne yönelik eleştiri eşlik etmeli.
* * *
Metin
Çulhaoğlu ise bu ortamda “Bu ülkede, ‘üzerine gelmek’ zorunda kaldığımız
İttihatçı ve İtilafçı akımlar, kendi uzantılarıyla ülkenin düşünsel ortamında
hâlâ etkili”[3] buyuruyor ve sosyalistlerin alan açamadığından yakınıyor. Dönüp
bakmıyor geçmişine: o geçmiş, ittihatçılardan ve itilafçılardan rol, mevki ve
güç dilenmekle malul. Ayrıca “üzerine gelmek” ne demek? Uzaydan mı geldin?
Boşlukta mı doğdun? Sen, zaten onların eserisin!
Bugün
artık Milli Mücadele’nin Kemalizmi ilerici görülüyor, en anti-kemalist,
anti-modernist kesimlerce bile. O ilericilik, Suphilerin, Çerkes Ethem’in,
Nâzım Bey’in, Halk İştirakiyyun’un tasfiyesi ile alakalı. O tasfiye sayesinde
Kemalizm ilerici etiketine kavuşuyor. Çünkü tasfiye ettiği dinamiklerin teorik
ve politik mevzilerini ele geçirerek ilerliyor.
THİF,
çıkış sürecinde köylülüğü örgütlemeye meylediyor, yıllarca Mete Tunçay’ın
sunduğu resmi tarih, solculara Moskova’nın THİF’i değil, TKP’yi önemsediğini
öğretiyor. Bulaşık görülüyor, THİF.
Aynı
şekilde Ankara halkı da yeni gelen ve meclis kuran mebuslara “bulaşık” diyor.
“Bulaşık”, bir anlamda “Bolşevik” demek oluyor. Garip bir trajedi: üç ay
içerisinde tüm bu dinamikler tasfiye ediliyorlar. Çerkes’in tasfiyesi haberini
alan Suphi, “maceracı, kendini bilmezin tekiydi” diyor Çerkes için. Birkaç ay
sonra aynı laflar kendisi için kullanılıyor.
* * *
Bugün
de İslamî muhalefetin diline yönelik benzer türden laflar sıralanıyor. Oysa
bugün anlaşılıyor ki 2007’de devletin, yani ABD büyükelçisinin “cumhuriyetçi
Atatürkçülüğü” bir hamle yapmış. Cumhuriyet gazetesinin “tehlikenin
farkında mısınız?” sorusuna bugün tüm sosyalistler, Marksistler de dâhil,
herkes “Eveeet!” diye cevap veriyor. Masa başında kadrolara, “bu Kemalistleri
sosyalist yapabiliriz” yalanları söyleniyor. Buna uygun olarak, sosyalizm de Marksizm
de fikir ve eylem temelinde inceliyor, kıvama getiriliyor. Kontrol ve disiplin,
onlar için de devreye sokuluyor.
Ortada
bildirdikleri türden bir tehlike yok. Erdoğan da Fethullah da bir davanın
kavgasını verecek kişiler değil. Devlet, bunu çok iyi biliyor. Ama korku
salınması, kitlelerin kontrol ve disiplin altına alınması gerek. Ülke içindeki
krize, 2008 krizi eşlik ediyor. Kontrol ve disiplin için sağa ve sola ayar
çekiliyor.
Suriye
Savaşı’nın planları da o günlere dayanıyor. Bugün Esad’cılık yapanlar, Ahmet
Necdet Sezer eliyle başlatılan Suriye görüşmelerinin birer uzantısı. Aynı işi
sürdüren AKP hükümeti ise kendisine ait başka uzantılar çıkartıyor, hepsi bu.
* * *
Ama
İtilafçılık ve ittihatçılık karşısında iştirakçilik var. Tarihsel
birikim kesintili ilerlemiş. Her çatlakta, her kopuşta, burjuva siyasetinin her
tıkanmasında iştirakçi siyaset, gerisin geri burjuva nizama ve fikriyata boyun
eğdiriliyor. Tartışmalar bununla ilgili. Bir yönüyle siyaset, yukarıdakilerle
pazarlığa indirgenmiş durumda.
ABD’de
solun ana gündem maddesi, insan hakları hareketi ve zencilerin beyazlarla
eşitliği meselesi. Vietnam Savaşı ile birlikte ordunun askere ihtiyacı oluyor,
askere alınan zencilerin ağzına bir parmak bal çalınıyor ve hemen eşitliği
güvence altına alan yasa, 1965’te çıkartılıyor.
Askerî
tarih, politik tarihi biçimlendiriyor. Bu noktada burjuva siyasete kul olmuş
solcular boşluğa düşüyorlar, krize giriyorlar.
James
Baldwin’in[4] de dile getirdiği gibi, siyah hareket bu tıkanmayı İslamîleşerek
aşıyor. Özellikle siyah hareketi kontrol ve disiplin altına alma amacıyla FBI,
COINTELPRO ismiyle bir çalışma yürütüyor, hatta siyahların devrimcileşeceğini
öngörerek, silâhlı örgüt bile kuruyor.
* * *
Devlet
aklı bu, birbirlerinden öğreniyorlar. Kontrol ve disiplin, burjuva siyasetinin
ruhu. İslamî olana yönelik saldırı, 2007’den beri yürütülen bu siyasetin bir
çıktısı. Birilerine, “burada size ekmek var” denmiş ve sırtları sıvazlanmış.
Devletin görevi bu. Sol, o siyahları Müslüman yapan şeye düşman. Dolayısıyla
siyah olana düşman.
Sosyalistlerin
alan açamadığından yakınan Çulhaoğlu, açıktan yalan söylüyor dolayısıyla. Çünkü
bugün kendi gençleri, cumhuriyet bekçiliğini solculuk zannediyorlar. İtilaf ve
ittihat arasında tam boy bir sınıf düşmanlığı var diye düşünüyorlar. Oysa iki
kesim, perde gerisinde birlikte çalışıyor. Neticede anlaşıyorlar, bazen
yöntemler arasında uzlaşmazlık çıkıyor, o kadar. Sosyalistler ise bu
anlaşmazlık hâllerinde “acaba bize de ekmek çıkar mı?” diye ağzı açık, eşikte
bekliyorlar.
* * *
Baldwin’i
yıllar önce İstanbul’da gezdiren isimlerden biri de Gülriz Sururi. Bugünse
internette Müslümanlara açıktan küfreden, “geberseler de kurtulsak” diyen, orta
sınıfların ruhunu gıdıklayan yazılar yazıyor.
Baldwin’se
o günlerde Hristiyan olanın devletleştiğini, Allah’ın siyahîleştiğini söylüyor.
Ayrıca önemli bir hususa vurgu yapıyor: “Siyahlar için İslam, ABD öncesini
anlatıyor”. Yani İslam, siyahlara ABD’yi önceleyen, geçersizleştiren, boşa
düşüren bir zemin sunuyor.
* * *
Sol,
itilaf ve ittihat arasında salınacağına, bu topraklardaki iştirakçi damara
örgütlenmeliydi. Ama artık bu, mümkün değil. Zira cumhuriyet diye bir kazık
var, gerisine düşülemez, onu ilerletmek asli görevdir. Yoksul köylünün,
işsizin, alın terini satan işçinin böyle bir derdi var mı diye soran bile yok.
Muzaffer
Oruçoğlu, din düşmanlığında tutarlı ise soy ismini de değiştirmeli mesela.
“Beni artık Kaypakkaya ile ilgili bir şeye çağırmayın, ben onu aştım” diyen
Oruçoğlu da yelkenini bu rüzgârla şişiriyor anlaşılan. Koç ve Sabancı gibileri
kendisine yoldaş[5] belliyor artık. Yeni sentez bu olsa gerek.
Çünkü
artık kentli orta sınıfların hassasiyetlerine oynamak daha kolay geliyor. Daha
doğrusu, özellikle 2007’den beri verilen emre uyuyorlar. Herkes, içtimaya
alınmış ve görev yerlerine gönderilmiş.
Bir
mitolojiye inanıyorlar sonra. Kurtlar Vadisi’nde anlatılana benzer
hikâyelere bağlanıyorlar. Saf, çekirdek, ilerici ve devrimci bir öz grubun
perde gerisinde durduğunu ve ülkeyi yönettiğini düşünüyorlar ve ona
örgütleniyorlar. Bugün sol örgüt şeflerine, “aynı masada bir generalle mi yoksa
elleri nasırlı bir işçiyle mi olmak istersin?” diye sorulsa, generali tercih
edecek durumdalar. O nasır ve o işçi, mide bulandırıcı ve aşağılık bulunuyor
zira.
* * *
Yükselme
kaygısı, artık siyaseti de ele geçirmiş durumda. Devleti önceleyen ve
sonralayan hiçbir şeye tahammül edemiyorlar. Mevcut statükoya put gibi
tapıyorlar. Sonra da bağıra çağıra “putperest dönem İslam’a göre ilericiydi”
diyorlar, “Osmanlı pazarı özgürlükçüydü” (Otonom) diyor bir başkası.
Pazar
dedikleri Rum, Yahudi, Ermeni. Bugün bu üç azınlık topluluğu ile
ilgilenmelerinin, siyasetlerinin merkezine bu üç dinamiği koymalarının nedeni,
onları çok sevdiklerinden değil. Tek değer verdikleri pazar, onların pazardaki
yerleri. Rum, Yahudi, Ermeni edebiyatı yapanların, yıllarca define peşinde
koşanlardan farkı yok. Tek dedikleri şu: “bu halklar olsaydı, daha zengin
olurduk.” Ayrıca Rum, Ermeni, Yahudi, onlar için bu geri kalmış toprakları
batıya bağlayan kanallar.
İştirakçi
hat, çeşitli momentlerde itilafçıların veya ittihatçıların oyaladığı yoksul
dinamikleri keserek ilerledi, ilerliyor. Burjuva siyasete karşı devrimci
siyaseti çıkarttığımız durumda o dinamikler bizi, biz de onları göreceğiz.
Bunun için devletin çektiği perdeyi yırtmak şart.
Eren Balkır
13 Eylül 2017
Dipnotlar:
[1] James W. Spain, “Türkiye’de Askerî Rejim”, 12 Eylül 2017, İştirakî.
[2]
Enver Aysever, “Çocuklarınızın Ruhuna Tecavüz Edilmesine İzin Vermeyin!”, 8
Eylül 2017, Birgün.
[3]
Metin Çulhaoğlu, “Demokrasi Kavramını Yerine Oturtmak”, 9 Eylül 2017, İleri.
[4]
James Baldwin, “Beyaz Tanrı, Siyah Allah”, 31 Ağustos 2017, İştirakî.
[5]
Candan Yıldız, “Muzaffer Oruçoğlu Söyleşisi”, 31 Ağustos 2017, Artı Gerçek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder