Ali
Şeriati, Medeniyet ve Modernizm adlı kitabında şöyle bir olay
anlatır. Mısır ziyaretinde piramitleri görmek ister. Büyük heyecan içinde
rehberi dinlemektedir. Piramitlerin yapımı için 800 milyonu aşkın taş kütlesi
980 millik yoldan köleler tarafından taşındığını duyunca şaşırmaması imkânsızdı.
Hem de bu taşlar firavun cesetleri için mezar yapılsın diye taşınmıştılar.
Duvarlarda göze çarpan ufak tefek taşlar da vardı. Nedir bu taşlar sorulunca
rehber önce ‘hiç’ der, sonra onların köle kemiklerinin gömüldüğü yerler
olduğunu söyler. Köle oldukları için öyle değersizlermiş ki bir hendeğe
yüzlercesi birden gömülmüş. Ölmeyenlerse taşları taşımak için yaşıyormuş.
Sonra
kölelerin toplu mezarları önünde durur şehit. Rehber de şöyle der: ‘Ruhları da
bedenleri gibi köle olarak kullanılsın diye böyle yapılmış.’ Sonrasını
isterseniz Şeriati’den dinleyelim:
Rehberin beni yalnız
bırakmasını istedim. Mezarların yanına varıp oturdum, bu hendeklere gömülen
insanları öylesine yakın hissediyordum ki kendime. Aynı ırktanmışız gibi
geliyordu bana. (…) Yeniden baktım piramitlere, bütün görkemli görünümlerine
rağmen öylesine yabancı ve uzaktım ki onlara! Tarih boyunca benden önce
gelenlerin kemikleri üzerine yükselen büyük medeniyet anıtlarına karşı korkunç
bir nefret duydum. Benden öncekiler Çin Seddi’ni de örmüştüler. Sırtlarına
yüklenen yükü taşımayanlar ağır taşlar altında ezilerek taşlarla birlikte
duvarlara kondular. Medeniyet anıtları işte böyle atalarımın et ve kemikleri
pahasına yapıldı.
Lanetledim medeniyeti.
Binlerce yıl atalarıma yapılan zulme karşı içimde nefret ateşi yanmaya başladı.
(…) Gezim bitince onlardan birisine bir mektup yazdım. Geçen beş bin yılda
neler oldu, bitti anlatmak istiyordum. Hangi şekilde ve ad altında olursa olsun
kölelik yine vardı yine sürüp gidiyordu.
Oturdum şunları yazdım;
Ne bizi bilen ne de bizim
bildiğimiz insanlara karşı savaşlara sürüklediler bizi. Hiçbir zaman
küçümsemediğimiz insanları öldürmeye zorlandık. (…) bir düşünüre göre bir
savaş, birbirlerini tanımayan fakat birbirlerini çok iyi tanıyan insanlar adına
iki grubun yaptığı harplerdir. Bizi savaşa zorlayanlar öldürmeye ve öldürülmeye
zorladılar. Eğer zafer kazanılırsa başkalarıydı ganimete konan, biz değil.
Ey dostum! Sen öldükten
sonra büyük değişiklikler oldu. Firavunlar görüş değiştirdi. Sevindik buna.
Önceden beden korunursa ruhun bedenle ilişkisini sürdüreceğine inanılıyordu.
Bundan dolayı büyük fakat azap veren binaları yaptırıyorlardı bize. Ama şimdi
akıllandılar. Ölümü düşünmüyorlar artık. Mezar yapmak için taş yapmaktan
kurtuldum.
Ey dostum! Ne yazık ki, bu
mutlu haberin ömrü kısa sürdü. Sen bu dünyadan göçtükten sonra bizi işçi yapmak
için yeniden geri döndüler. Yine ağır yükler taşımak zorunda kaldık, fakat
mezarlar için değil. Süs ve gösteriş olsun diye, saraylar için.
Ümitsizdik ama yeniden
yaşamak için ümit ışığı belirdi. Büyük yol göstericiler, rehberler geldi
dediler; Konfüçyüs, Budha…
Konfüçyüs’e inancımız
tamdı. Çünkü insan ve toplum sorunlarına el atmıştı. Ama o da prenslerin dostu
oluverdi. Zaten bir prens olan Budha bizi terk etti. Dünyayı ve nefsini bir
yana bırakıp ulûhiyette yok olmak mertebesine ermek için kendi içine döndü. Biz
bilmiyoruz bu mertebenin nerede olduğunu. (…)
Ey dostum! Sen mezarlar
için kurban edilirken, biz saraylar için kurban edildik. (…) Senden sonra
binlerce yıldır yaşıyorum. Dostlarımın çektiklerine hep tanık olduğumdan
‘tanrıların’ kölelerden hep nefret ettiğini hissetmeye başladım. Din kölelik
düzenini kuvvetlendiriyor gibiydi. Aristo gibi zeki insanlar bile tabii olarak
bazı insanların köle, bazılarının da yönetici olmak için doğduğunu ileri
sürüyordu. Artık köle olarak doğup, kaderimin köle kalmak olduğuna inanmaya
başlamıştım.
Böylesi bir ümitsizlik
içinde yüzerken dağlardan ‘Allah tarafından gönderildim’ diyen bir insanın
indiğini öğrendim. Yeni bir aldatma veya yeni bir zulüm metodu mu acaba diyerek
titredim. ‘Yeryüzündeki zayıf köle ve yoksul insanlar için merhametli Allah gönderdi
beni’ diyordu. Hayret, hâlâ inanamıyordum. Doğru olabilir miydi? Allah kölelere
sesleniyordu, kurtulacaklarını, önderler ve yeryüzünün varisleri olacaklarını
müjdeliyordu.
Kuşkularım vardı. O da
Çin, Hindistan vs. ülkelerin sözde peygamberlerindendir diye düşünüyordum. İsmi
Muhammed’di (s.a.v.). Şu dağların ardında koyun güden bir yetim olduğunu
söylemişlerdi bana. Nasıl da şaşırdım! Neden Allah peygamberini çobanlar arasından
seçsin ki. Hem ataları da peygambermiş ve hepsi de çobanmışlar. Sevinç ve
şaşkınlıktan ağzımı açamaz oldum. Allah peygamberini bizim sınıfımızdan mı
seçmişti?
Dostlarımı çevresinde
gördüğümden izlemeye başladım onu. Peşinden gidenlerin bazıları şunlardı;
Bilal; bir köle; annesi babası Habeşistanlı olan kölenin oğlu, Selman; köle
olarak alınıp satılmış, İranlı evsiz bir kişi. Ebu Zerr; çölden isimsiz ve
yoksul bir yoldaş ve son olarak da Salim; Huzeyfe’nin hanımının kölesi ve
önemsiz siyah bir dost.
Muhammed’e (s.a.v.)
inanıyorum. Çünkü sarayı çamurdan yapılmış birkaç odadan ibaretti. Yükleri
taşıyan ve odaları yapan işçilerden biriydi. Avlusu odundan ve hurma ağacının
yapraklarından yapılmıştı. Onun sahip olduğu şeylerin tamamı buydu. O’nun
sarayı buydu. (…) Ne tuhaf! 5 bin yıl sonra bir insan bulmuştum. Allah’tan söz
eden, efendiler için değil, köleler için. Dünyayı ve nefsini bir yana atmak,
köşesine çekilip ulûhiyete katılmak ve insanları aldatmak için değil,
insanlığın refah ve mutluluğu için dua ediyordu. Bütün dünya için çalışan bir
insan bulmuştum. Adildi, kuvvetliydi. Gerekirse kızını bile cezalandırabilecek
kadar. (…)
Ey dostum! Evrenin
yarısını, belki de tamamını kontrol altında tutan bir düzenin egemen olduğu bir
toplumda yaşıyorum. İnsanlık yeni bir kölelik kalesine sürülüyor. Hem ne kadar
fiziki kölelik değilse bile, sizinkinden daha kötü bir kaderimiz var. Düşüncelerimiz,
kalplerimiz ve irade özgürlüğümüz köleleştirilmiş. Sosyoloji, bilim, sanat,
eğitim, seks özgürlüğü, kazanma özgürlüğü, sömürü sevgisi ve kişi sevgisi adına
hedeflere inanma, insani sorumluluklara inanma ve kendi düşünce ekolüne inanma,
hepsi tamamen kalbimizden çekilip alındı. Düzen içinde ne konursa alan, boş
kalplere çevirdi bizi!
Şimdi, parti, kan, toprak
ve düzene karşı düzen adına öylesine bölünüyoruz ki her birimizden daha kolay
yararlanabilsin. Onun izleyicileri, yani kendi düşünce ekollerinin peşinden
gidenler, birbirlerine karşı savaşa itiliyor. Neden? Bütün dünyanın etkisiyle
birbirlerini düşman olarak mı görmek zorundalar. Biri dua için ellerini açar,
diğeri ikisini birden kapatır. (…)
Düşüncelerimiz sürgüne
gönderiliyor, kendileri koruyucular oldu…
* * *
İşte
böyle diyor Şehit Ali Şeriati. Yine kandırıldık ve uyutulduk ve köle olduk.
Özgürlüğümüzü bize veren dinimizi öylesine farklı yaşıyoruz ki. Saray değil bir
çamur evde yatan peygamberlerden sonra bazı sıfatlar adı altında saraydan
emirlerle yaşamımızı değiştirip dinimizi unuttuk. Peygamber hiç rahat yünlü
yatakta yatmamışken, ümmeti “ümmet” diye geceleyin gözyaşı dökerken, din yalnız
Allah’ın oluncaya kadar zulümle savaşırken, bizler de bir başka düzenin
köleleri olduk. İslam’ın bize verdiği kölelikten halife olma sıfatını biz
halifelikten köleliğe çevirdik. Sistemin çarklarını kırması gereken bizler,
sistemin çarkları arasında eridik. Sonra biz de ya kendimize saraylar yapmak
için mala ya da başkasına saraylar yapmak için bazılarına köle olduk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder