Savaş sahasının Ortadoğu’dan sonra nereye kayacağını
merak ediyorsanız, Neşe Özgen’i takip edin. Şimdilerde Balkanlar’da. Bir
röportajında ilettiği biçimiyle, sonra Kafkaslar’a gidecekmiş. Buradan, aynı
röportajda Roma İmparatorluğu’na, Pax Romana’ya düzdüğü övgüler de
hatırlanmalı.
Hatıra getirilmesi gereken bir isim de Roma’ya
başkaldırmış İskoç isyancı Calgacus. “Barışı sağlamak istiyoruz” diyen Roma’ya
şunu söylüyor: “Her yanı çöle çevirmeye barış diyorlar.”
Küçük burjuvanın ruhunu gıdıklayan eşitlik, fırsat
eşitliğinden başka bir şey değil. Onun için her yanın çöle dönmesinin bir önemi
yok. Ve düzleme pratiğinde her daim “devletine” güveniyor. Alttakilerin
düzleyiciliğini etkisizleştirmeye mecbur.
* * *
Küçük burjuvazinin devlet ve siyaset ile kurdukları
ilişki, Fransız Devrimi’ni ölçüt alıyor. Ondan öncesinde tarih yaşanmadığına
inanıyorlar. Hatta “ezilen ve işçi gibi kelimeler öncesinde yoktu” diyorlar.
Yani burjuvazi adına aşağı seslenip, “size isminizi bile biz verdik, kulağınıza
isminizi biz üfledik” demiş oluyorlar. Onlar ile ilgili her türlü tasarruf
hakkını, vaftiz babası olarak, kendilerinde görüyorlar. Roma adına, Spartaküs’ü
kontrol altına almaya çalışıyorlar. Ona “nefes alan herkes eşittir”
dedirtiyorlar ve köle isyanını egemenler gibi olmak isteyen, yenilgiye mahkûm
biçareler olarak takdim ediyorlar.
Fransız Devrimi bir yanıyla ekmek devrimi, bir yanıyla
Roma’nın diriliş devrimi. Diriliş Devrimi”, ekmek ve devrimiyle pek
ilgilenmediği için, küçük burjuvazinin aklına ve yüreğine daha sıcak geliyor. Onun
dili Ali söylüyor, gözleri Muaviye bakıyor.
Biraz da İngiltere’nin baskısından, Fransız tarımı
çöküyor, kente ekmek dahi gitmiyor. Bu yüzden isyan patlak veriyor. “Ekmek
bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözü bu dönemi anlatıyor. Bugün ise “ekmek yeme!”
diyen Canan Karatay’ı seviyorlar. Fikir düzeyinde alttakilere pastalar imal
edip satıyorlar. “Ortak ve temiz olsa iyi olur” diyorlar. Ama malzeme kimin,
mutfak kime hizmet ediyor, sorularını hiç sormuyorlar. Yoksulları, ezilenleri
devletten uzak tutmak, devlete tampon, paratoner olmak, ana görevleri. Burada
sıcak gelense, emperyalizmin parantez içine alınması, düşman derekesinden
çıkartılması, mutenalaştırılması.
Dolayısıyla, cemaate ve tarikata karşı çıkartılan
“komün” boş bir kelamdan ibaret. Ağzına alanlar, ona asla inanmıyorlar. Sadece
bugün için işlevsel buluyorlar, ondaki düzleyiciliği, çöl edişini önemsiyorlar.
Amaç, bölgede emperyalist yürüyüşün önündeki engelleri kaldırmak, her şeyi
pazar için dümdüz etmek. Tarikatlar ve cemaatler mutenalaşsa sorun yok, bir
araya gelen öfkeyi harlıyorsa, yok edilmeli. Komün, işte bu yüzden tarikatların
ve cemaatlerin karşısına çıkartılıyor. Sözcü gazetesi niye karşı ise
bunlar da aynı nedenle karşı. Çünkü küçük burjuva için solculuk, Batı’ya uzanan
Roma yolunun eşiği, Janus’a sunulan kurban…
* * *
Bunlarda pazar, Hristiyan’ın Pazar’ının yerini alıyor
zamanla. Aynı ölçüde kutsal kabul ediliyor. Bu açıdan Özgen, yazdıklarıyla
aslında önceden Afrika veya Latin Amerika’ya gönderilen misyonerlere benziyor.
Onların postmodern dönemdeki tezahürü olarak iş görüyor. Önce tüm kolektif
varlığın düşman olduğuna inandırıyor herkesi, sonra Batı’nın ve pazarın Mesih
olarak pazarlanabilmesi için çaba sarfediyor.
“Kapısında köle tutanı, işçi sömüreni, kadın
aşağılayanı, bir tabaktan ortak yemeyi küçümseyeni sofradan kovmakla başlayalım.”
Diyor Özgen. Bu söz dinlense, HDP denilen sofrada çok
fazla kişi kalmaz! 200 TL’ye özel davetiye basıp ancak onu alabilenlerin
katılabildiği “Demokrasi Konferansları” düzenleyen, yeni müteahhitlerin
partisi, Özgen’e bu sözleri yüzünden çok kızıyor olmalı. Bu mitolojiden ve onun
ürünü olan edebiyattan kurtulmak şart. Resmi siyaset pazarında tezgâh kapma
pratiğinin allı pullu laflara ihtiyacı olduğu açık. Tezgâhları, tefeci
masalarını tekmeleyen iradenin kırılması şart.
Maklubeyi anlatırken Özgen, yıllar evvel Fethullah
okullarına methiyeler düzmüş hocası Büşra Ersanlı’yı da partiden kovmak zorunda
bir yandan da.[1] O, hiçbir işbölümüne, disipline ve hiyerarşiye tabi olmayan
küçük burjuva solculuğunu tatmin edecek başka mekânlar bulmalı. Ortak sofra
edebiyatı lüks restoranlarda yazılmamalı.
O edebiyat, aslında işbölümünün disiplin, disiplinin
hiyerarşi ürettiğini görüyor, buradan komünün de gerçekçi olmadığını, onun
illaki cemaate veya tarikata kapanacağını söylüyor. Kendi cemaatlerinden ve
tarikatlarından sıkılanların ağzına parmak bal çalıyor. O balı nereden
bulduğunu kimse sormuyor.
* * *
Liberaller, her daim başlarını uzatıp “düşmanına
benziyorsun, benzeme” diyorlar. Kendilerinin neye veya kime benzediklerini hiç
anlatmıyorlar. Gizliden gizliye, devletin veya emperyalist güçlerin kudretine
güveniyorlar. Sattıkları arilik, temiz olma hâli, saflık, kaçışın zırhı oluyor.
Kaçtıkça düşman daha da büyüyor, sonra yoksula, ezilene “bunlarla mücadele
etmek akılsızlık” deme fırsatı bulunuyor.
Saflık arayışı, eşitlik’çiliğe yol açıyor. Eşitlik,
yarış çizgisini ifade ediyor. Önemsenmesi ancak silâh patlayana kadar. Yarışta
olmayı seviyorlar, bunun için her şeyi yapıyorlar. Saf, temiz görünmek, yarışta
olmak için de gerekli. Bu sebeple, siyaseten ve ideolojik olarak ancak tekil
bireye seslenebiliyorlar. Müşterek olan, hep kirli kabul ediliyor. “Eşitsizler
arası mesafeyi yeryüzünden silmek” gibi afili laflar ediyorlar, ama
eşitsizliğin sebeplerinden kaçıyorlar. Küçük burjuvazi, yükselme hevesiyle
aşağıya küfretmeyi öğretiyor, yatayı düzleme pratiğiyle ezilenin ayağa kalkma
imkânlarını ortadan kaldırıyor.
Buradan da “Herkes Türk olsun” der gibi “herkes küçük
burjuva olsun” diyorlar özünde. Bu küçük burjuva, farklı donlara, farklı siyasi
kimliklere bürünebiliyor. Bu düzleme pratiği, egemenleri rahatsız eden
pürüzlerin giderilmesi ile alakalı.
* * *
Marx ve Engels ütopik sosyalizmi, bugüne vurmadığı,
politik olmadığı, kavgaya iştirak etmediği için eleştiriyor. Bu eleştiri,
ezilenlerin mücadele tarihini burjuvaziden neşterle ayırma pratiğinin bir
gereği. Onca zaman sonra Özgen kimliğinde bu ütopizm, ancak akıl oyunlarında ve
zihin sahnesinde gerçeği ikame ediyor. O ütopizm, Nâzım’ın şiirini de yanlış
anlıyor: büyük insanlık, yoksulları, emekçileri ifade ediyor.
Anlaşılan Özgen, efendilerin gelecek projeksiyonlarına
fikri destek vermek istiyor. “Büyük insanlıktan başka herkese yeten” şeylerin
nasıl paylaştırılacağının edebiyatını yapıyor. Ali Koç gibi ikazda bulunuyor.
Alttakilere ise umut pazarlıyor sadece. Ve kirlendiği düşünülen elitlerin
yerini almak için mevcut dönemde kendisini pazarlıyor. Sol zeminde AKP ile
ilgili eleştiriler, efendilerle girilen pazarlığın bir yansıması. “Onu alma
beni al” diyorlar…
Özgen, anarşizmin heybesinden aşırdığı bayat pilavı
kimsenin yememesine kızıyor sonra. Küsüyor, “ben gidiyorum” diyor. Çünkü son
yirmi yıldır, özellikle Gezi’den beri, yürütülen siyasette ne söylenirse
aşağıdakilere, ezilenlere söyleniyor, yukarıdakilere, ezenlere değil. Devrimci
değil, evrimci, sosyalist değil, bireyci, komünist değil, komün’cü oluveriyor.
Aslında işine geleni oluyor ve sadece sola, yoksula vuruyor. O doğrulmasın diye
belkemiğini kırıyor. O yüzden yersizyurtsuz olurken, “yerel etiko-politik
düzen” kurmaktan söz ediyor. Tüm ölçütler, bireyin esrik zihninde siliniyor,
düzleniyor, her yan çöle dönüyor. AKP çölüne karşı başka bir çöl çıkartılıyor.
Sonra da bu çöle “barış” diyorlar.
Eren Balkır
10 Eylül 2017
Dipnot:
[1] Neşe Özgen, “YersizYurdsuz”, 8 Eylül 2017, Artı Gerçek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder