1984 yanlış
yorumlanmış olması sebebiyle, muhtemelen 20. yüzyılın en kötü kitabıdır!
a) Orwell, kitabında İngiltere ile ilgili olarak kalem oynatıyormuş gibi görünse de aslında dünyanın Sovyetler’in kontrolü altında nasıl olacağına dair bir distopya sunmakta, bu anlamda Sovyet karşıtı propagandaya hizmet etmektedir.
Orwell’in aklındaki isim büyük olasılıkla Stalin olmasına karşın, o özünde doğrudan İşçi Partisi’ne ve onun Oxford, daha az ölçüde Cambridge mezunlarının hâkim olduğu İşçi Partisi hükümetler, dâhilinde öne çıkartılan siyasetlere saldırmaktadır.
Britanya dışında yaşayan insanlar bu gerçekleri gözden kaçırmış
olabilirler ama bu konudaki unutkanlık, temelde bilerek ya da bilmeyerek
cehaletten kaynaklanmaktadır.
b)
Burma’da İngiliz sömürge idaresine bağlı polis teşkilatında çalışmış olan
Orwell, Britanya’nın sömürgelerde kullandığı, işkence ve gözetim gibi toplumsal
kontrol yöntemlerine zaten aşina olan bir isim. Onun doğru olup olmadığı belli
olmayan Sovyetler kaynaklı haberlere bel bağlamasına gerek yok. Orwell, devlete
bağlı propaganda dairesinde de çalıştı. BBC, örgütlü işçi sınıfının
mücadelesine karşı devletin yürüttüğü kampanya sürecini ilerletip geliştirmek
amacıyla 1922 yılında radyo olarak kuruldu. Bugün olduğu gibi o günlerde de
masa başında ürettiği “haberler” gündelik rutin faaliyetin olağan parçasıydı.
c)
Savaş sonrası dönemde Britanya, özellikle ABD’ye kıyasla, felâketlerin
yaşandığı bir sahaydı. Ülke iflas etmişti. Kent merkezlerindeki yaşam
standardını teşviklerle destekleyen imparatorluk çökmüştü. Hindistan’ın
bağımsızlığı, bütçede ciddi açığa sebep oldu. Bu sürece ABD’ye olan borçlar da
önemli katkı sundu. Ekonomi harap hâldeydi. Buna karşın Zafer Cini diye bir
içki bile üretildi. Britanya kazananların safına olmasına karşın her şeyini
kaybetti. Orwell’in tanık olduğu gerçeklik buydu.
d)
Orwell’in tariflediği fiilî yapılara pek el atılmıyor. Sıklıkla Parti’den ve
Fikir Polisi’nden dem vuruluyor. Bu konu başlıklarına odaklanılması yüzünden
yazarın toplumsal kontrolün o karmaşık mekanizmasına dair tasvirine dikkat
edilmemesine neden oluyor. Tuhaf olan şu ki Chomsky’nin makalelerini okumuş
olan birçok insan, Orwell’in dile getirdiği, Chomsky’nin bu utanç verici
hususlara dikkat etmemesine karşın sürekli dile getirdiği hususları idrak
etmeye çalışmıyor.
Orwell
kitabında “iç parti”yle “proleterler”le “dış parti”yi ayırıyor. Bu tasnif tüm
süreci kavramak için çok önemli. Her zaman “doğru” olan olarak görülecek
şeyleri üretmek için ortaya atılmış verileri sürekli maniple etmeyi ifade eden
propagandanın doğrudan hedefi “dış parti”dir. “İç parti” aslında doğru olan ile
alakalı, bu, sadece iktidarla alakalı olan, görünmeyen bir grup. “Dış parti”
sürekli gözetim altında tutulması gereken hakikat ve erdem gibi fikirlerce
idare ediliyor. Hakikat, cinsel saflıktan farklı biçimde, gözetim için gerekli
bir araç olarak kullanılıyor. Orwell’in tasvirine göre kitle yani “proleterler”
maddi bir öneme sahip değil. Ama “dış parti” yani aydınlar, bürokratlar, orta
düzey yöneticiler ve devlet ya da özel sektördeki her türden memur, özetle
istihbarat ve erdem/liyakat üzerinden yurttaşlık hakkı elde eden insanlar
sürekli gözetime ihtiyaç duyuyorlar.
Bu
insanlar açısından sadece revaçta olan değil, kabul edilir/incelikli veya
gerçek bir konsensüsün kendisi önemli. Bu çevre, sistemin sürekliliği açısından
bir zaruret olması sebebiyle, asla bilgisizlikle hareket edemez. Bunlara özetle
“”Gene Sharp faktörü” demek mümkün. Bu faktör, tüm toplumu hareket ettiren
toplumsal yüzdeyi ifade ediyor. (Tuhaftır, Sharp’ın Diktatörlükten
Demokrasiye isimli kitabının ilk baskısı da (1993) Orwell’in polislik
yaptığı Burma’da yapılmış.) Bahsi geçen kesim, sayıca “iç parti”den daha büyük
olsa da “proleterler” kadar örgütsüz değil, bu nedenle bu insanların bir kütle
olarak, fiziken ezilmesi mümkün değil.
Noam
Chomsky, rejimin yürüttüğü propagandanın ana hedefinin (ve propaganda
faaliyetine en fazla maruz kalan kesimin) entelektüel/yönetsel sınıf olduğuna
dair kendi gözlemi üzerinde pek durmuyor, çünkü kendisi de bu sınıfa mensup.
Esasında onu kimi meselelerde Fikir Polisi’nin elindeki araçlardan biri olarak
görmek mümkün. Zira Chomsky, ABD’deki Fikir Polisliği kurumunun ana merkezi
olan MIT çıkışlı.
Orwell
ise eski Eton Koleji’nden. Bu kolej, Britanya’daki “dış parti” mensubu
kadroların yetiştiği yer. “İç parti” için çalışıyor ve bu partinin büyük kısmı
da Eton yetiştirmesi. Gelgelelim İngiltere’deki bu devlet okulunda da sınıfsal
ayrımlar göze çarpıyor. Bazı Eton’lılar diğerlerine kıyasla daha fazla değer
görüyor.
e)
Peki bu “Büyük Birader” kim? Genelde bunun Stalin’e işaret ettiği söyleniyor.
Oysa ABD’den farklı olarak, Britanya’da sadakat ve duygusal bağlılığın ana
odağında duran bir isim var: iktidardaki kral. Britanya kraliyet ailesi,
1914’te Almanya’ya karşı savaş ilân edildiğinde ismini değiştirdi. Açıktan
kabul edilemeyen ve hâlâ dile getirilemeyen sebeplerle bağlantılı olarak, başka
bir Alman kralına karşı cahil Britanyalı işçi ve köylüleri cepheye göndermek
pek uygun bir adım olarak görülemezdi. Bu nedenle “Windsor” ismi benimsendi.
VIII. Edward, tahtan çekilmesi öncesi ve sonrası eski tip faşistlerle sağlıklı
ilişkiler yürüttüğünü söylemişti.
Tabii
bu Britanya kraliyet ailesinin faşizmle (Franco ve Salazar’la) bağını
koparttığı anlamına gelmez. Zaten kraliyet ailesini ülkede eleştirmek neredeyse
imkânsız. Aile mensuplarının tek tek ve hep birlikte attığı adımları eleştiriye
tabi tutmak veya kınamak mümkün değil. Sadece beğeni ifadelerine veya
kibarlıkla yoğrulmuş sözlere izin var. Dünyadaki ve ülkedeki en zengin kişi
olarak kraliçenin hükümetin politikalarıyla zerre ilgilenmediğine ve devletin
kraliyet ailesinin sahip olduğu çıkarları koruması için ona etkide
bulunmadığına dair sözler tümüyle boş.
Tanrı
Kralı/Kraliçeyi Korusun…
f)
Orwell’in daha çok ABD’yle ilgilendiğini söylemek de mümkün. Zira bu ülke
dünyayı iki safa ayırıyor ve kendi çıkarları için, hiçbir maliyeti
yüklenmeksizin savaş sürecini maniple ediyor. İkinci Dünya Savaşı süresince
görüldüğü biçimiyle, Sovyetler Batı’nın saldırıları karşısında hayatta kalmak
için yoğun bir savaş vermek zorunda kalıyor. Olan bitenin farkında olan
insanların da gördüğü biçimiyle, savaşın kaymağını sadece ABD yiyor. 1945’te
bu, net olarak görülen bir husus. Daha savaş bitmeden ABD Sovyetler’e savaş
ilân ediyor. Britanya böylesi bir konumu alamıyor. Churchill bu türden bir
konum almayı istese de ülkesi gerekli adımları atamıyor. Truman’a herkesi
aldatan o “demir perde” konuşmasını yapmasının sebebi, Sovyet karşıtı siyasetin
yükünü Britanya’nın omuzlayamamış olması değil, Britanya’nın ABD’ye bağımlı
olması.[1] Orwell, Hitler karşısında Sovyetler’in safında yer almış olan ve
giderek yoksullaşan Britanya’nın Sovyetler’e karşı ABD’nin safına geçmesindeki
saçmalığı muhtemelen görüyor.
Haddizatında
Orwell’in romanının Roger Waters’ın The Wall (devamı niteliğinde olan The
Final Cut) ile uyumlu olduğunu söylemek mümkün. Her ikisi de kitle kültürü
ve parti diktatörlüğünü perdeleyen sahte demokrasiye dair Britanya’da hâkim
olan görüşleri yansıtıyor. Romanın Rus toplumuyla ve siyasetiyle bir alakası
yok. Doğal bir sürecin olağan sonucu. Orwell, Rusya’da tek bir gün bile
yaşamadı, Rus toplumunu izah etme becerisinden yoksun. Bunun için Tolstoy,
Şolohof veya Pasternak gibi yazarlara bakmak lazım. Diğer yandan birçok
Amerikalı Britanya toplumunu gayet iyi anladığını düşünüyor. Bu da BBC programlarının
özümsenmesiyle alakalı. Oysa Britanya açısından ABD çok farklı bir ülke ve
kültür (tabii burada İngiliz-Amerikan yönetici sınıfının üst kesimi hariç
tutulmalı). Orwell’in yanlış anlaşılması, bir ölçüde Amerikalıların
gayretlerinin ve Britanyalıların tuhaf görülmesinin doğal bir sonucu.
Yirminci
yüzyılın en rezil fikrî gelişmelerinden birisi de ABD kaynaklı liberal
ideolojinin hâkim olması.[2]
Bu
kadar cehalet ve aptallıkla entelektüel ve kültürel alana nüfuz etmeyi bilen
başka bir ülke yoktur dünyada. Yalancılıkla ve aptallıkla dünyaya hâkim olma
becerisi, muhtemelen ABD’deki psikopatların ürettiği diğer her türden silâhtan
daha tehlikeli. Zaten bu yalancılık ve aptallık, tüm o silâhların kabulünün
temelini teşkil ediyor.
T.P. Wilkinson
25 Ağustos 2017
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Truman’dan farklı olarak Churchill, Yalta’da Stalin ve Roosevelt’le yapılan
toplantılara katıldı. Yalta’da Sovyetler’in Alman İmparatorluğu’nun ele
geçirdiği Doğu Avrupa topraklarını işgal etmesine izin verildi. Bu izin esas
olarak Sovyetler’in savaş süresince yaşadığı yıkımın tazmin edilmesi amacını
güdüyordu. Her yeri Sovyetler ele geçirdi. Churchill Sovyet işgaline tüm
müttefiklerin onay verdiğini biliyordu. Bildiği bir şey de müttefiklerin
Sovyetler’i Almanya’dan gelecek tazminatlardan mahrum kılmanın amaçlandığı
gerçeği idi. Özetle Churchill savaş sonrası çökmesi umut edilen Sovyetler’in
önüne “demir perde” gerenin Batı olduğunu gayet iyi biliyordu. Diğer hususların
yanında, Britanya İmparatorluğu’nun çöküşü sebebiyle ülkesi dünya pazarındaki
dalgalanmalarının yol açacağı her türden maraza açık hâle gelecek, hammadde
kaynaklarına ucuz yoldan erişme imkânlarından yoksun kalacaktı.
[2]
Kuzey Atlantik Müesses Nizamı ideolojisi olarak niteleyebileceğimiz husus bu
makalenin sınırlarını aşan bir içeriğe sahip. Carroll Quigley’nin The
Anglo-American Establishment [“İngiliz-Amerikan Müesses Nizamı”] isimli
eseri bu ideolojinin ana ilkelerini özetliyor ve yirminci yüzyıl boyunca
ideolojinin ifade edilme yollarını aktarıyor. Yazara göre, söz konusu
ideolojinin kadro devşirdiği yerlerden birisi de Oxford Üniversitesi All Souls
Koleji ki bu, Gene Sharp’ın da doktora çalışmasını tamamladığı okul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder