“Tüm
dünyayı ele geçirip ruhunu kaybetmiş insanın cebine giren nedir?”
Amerikalılara
gücün ve üstünlüğün keyfini çıkartmak öğretilir. Tüm dünyada Amerika’nın
650’den fazla askerî üssü vardır. Bu ülke, bitmek bilmeyen savaşlar
yürütmektedir. Amerikan şirketleri, tarihte görülmüş en güçlü ekonomik
kurumlardır. Ondaki ekonomik ve askerî güçten oluşan bileşim, imparatorluğumuzu
bugüne dek dünyanın tanık olduğu tüm imparatorluklardan ayrıştırmaktadır.
Yüzde
biri teşkil ediyor olabiliriz, ama bu büyük imparatorluk için ruhumuzu ve
demokrasimizi kaybettiğimiz açık.[1]
Yeni
Paradigma
ABD
dış politikasını iç politikasından ayıran, öyle büyük duvarlar yok. Manhattan
Enstitüsü, CIA direktörü ve tüm istihbarattan sorumlu eski başkan William
Casey’nin 1978’de kurduğu, etkili bir düşünce kuruluşu. Bu kuruluş, 2006
tarihli “Hukukî Yaptırımı Terörizmle Mücadele Stratejileriyle Birleştirmek”
isimli raporunda yeni paradigmasını şu şekilde tarif ediyor:
“Küreselleşmenin kalıcı
bir olgu olduğunu biliyoruz. Uluslararası ekonomi, zenginliğimizin kaynağı,
ulusumuzun motor gücüdür. Yani modern, egemen devletle ilişkili olan ve
uluslararası siyaseti iç siyasetten, polisi ordudan, istihbaratı hukukî
yaptırımdan, savaşı barıştan, suçu savaşın kendisinden ayıran tüm duvarlar
yıkılıyor.”
ABD
elitlerinin dünya sahnesine tüm yönleriyle hâkim olmak için kullandığı kurumlar
ve düşünceler, nihayetinde ABD’deki politik nizamın birer parçası hâline
geldiler. Tüm hâkimiyet alanı bizi de kapsıyor.
Bu
imparatorluk, demokrasinin ve anayasaya dayalı cumhuriyetin köküne kibrit suyu
döken bir güç. Şirketler kâr, imparatorluklar güç peşinde koşuyorlar. Bu da
otorite üzerindeki sınırlara karşı olan aktörlerin kontrolleri ve dengeleri,
güçler ayrılığını ve temel hakları ortadan kaldırmayı arzulamalarına ve bu
yönde bir çaba içerisinde olmalarına neden oluyor.
Temsilî
demokrasiye ait kurumlar daha da zayıflıyorlar ve sadece şirketlerin gücüne ve
küresel imparatorluğa hizmet ediyorlar, dolayısıyla halkın toplumsal kontrolüne
dönük ihtiyaç da giderek artıyor.
ABD’de
Muhalefet Hedefte
Ellilerin
“McCarthyizm”i koordineli toplumsal kontrolün ilk dalgasıydı. Truman, dış
politikaya katkı sunmak adına ülke içerisinde komünizm nefreti ve korkusunu
yaydı, ama kısa bir süre sonra FBI ve ahlâksız siyasetçilerin elinde bu
politika iç muhalefete yöneldi. Müesses nizam, bazı düşüncelerin çok tehlikeli
olduğuna karar verdi. Ona göre yurttaşlar, kendilerini düşünme hakkına veya
becerisine sahip değillerdi. Bizim yerimize devlet bizi düşünecekti.[2]
Muhalefet
ihanetle eşitlendi. İnsan hakları hareketinin yürüttüğü zorlu mücadelelere dek
muhalefet kendisine meşru bir zemin bulamadı. Hatırlamak gerek: Martin Luther
King hep komünist olmakla suçlanmış bir isimdi.
Ellilerin
ortalarından başlayarak FBI’ın yürüttüğü karşı istihbarat programı esas olarak
muhaliflere saldırdı. İnsan hakları ve siyah iktidar hareketi baskıya maruz
kaldı. Tüm toplumsal hareketler izlendi ve yoldan çıkartılmaya çalışıldı. Bugün
göstericiler, cezaların artışına, polis şiddetine, gözetime ve gözdağına tanık
oluyorlar. Bilhassa Trump’ın başkan olmasından beri ifade hürriyeti ve toplantı
hürriyeti ile ilgili hakları yasadışı ilân edecek kanun teklifleri sunuldu.
Nixon,
savaşın ülke içerisindeki muadili olarak gördüğü “Uyuşturucuyla Mücadele”
yöntemine başvurdu. Burada amaç politik hareketleri ezmekti. Demokratların ve
Cumhuriyetçilerin yürüttüğü uyuşturucuyla mücadele hippilerin ötesine geçti,
gençlere ve siyahlara yöneldi, temelde hareketlerin tabi oldukları halk
kesimlerini cezalandırmak için kullanıldı.
Bugün
itibarıyla uyuşturucuyla mücadelenin ne tür sonuçlar doğurduğunu gayet iyi
biliyoruz.
Son
otuz yıl içerisinde Amerikan halkı, ABD’de kurumsallaşmış ırkçılığın en güçlü
biçimi olan, askerîleştirilmiş ceza sistemini kurdu. Önceki ırkçılık formları
gibi bu ceza sistemi de toplumsal kontrol biçimi olarak iş görüyor. Ayrımcılığa
yaslanan, askerîleştirilmiş gözetim politikası, yerinde infazlar, hapishane
emeğinin köle emeğine dönüşmesi, insanların kütleler hâlinde hapse tıkılması,
okul-hapishane arasında kanallar açılması, jürisiz yargılamalar, uzun ve
zorunlu cezalar ve borç tuzakları halkın en isyankâr kesimlerine, gençlere,
beyaz olmayanlara ve yoksullara karşı yürütülen önleyici savaşın bir
parçasıdır.[3]
Kongre,
zorunlu cezayı öngören kanun teklifleri hazırladı, Bill Clinton da bu
teklifleri imzaladı. Böylelikle güç hâkimlerin elindeyken, savcıların eline
geçti. Gücün yargıdan alınıp yürütmeye verilmesiyle etkili bir hapis sistemi
oluşturulmuş oldu.
Polis,
çoğunlukla işgal gücü olarak iş görmesini sağlayacak bir askerî eğitim alıyor.
Bu eğitimde esas olarak çelişkinin çözülmesinden silâhlara vurgu yapılıyor.
Standing Rock’taki “petrol polisleri”, Blackwater şirketiyle bağlantılı özel
bir şirketin çalışanları. Blackwater ise ABD’nin Irak ve Afganistan’da
kullandığı paralı askerleri temin eden şirket.
Yüz
tanıma yazılımlarının kullanılması, elektronik iletişim ile telefonla
iletişimin kaydedilip izlenmesi, internette arama verilerinin
ticarileştirilmesi elektronik gözetleme sisteminin parçası. Herkesin toplu
olarak gözetlenmesi, anayasaya aykırı. Büyük biraderin her zaman sizi
dinlediğini bilmek, ifade hürriyetinin, muhalefetin ve örgütlenmenin aleyhine
olan bir gelişme.
Ceza
sistemi ise yaşam, özgürlük, mutluluk ile alakalı haklar, yargılama hakkı,
kanunî dayanağı olmayan arama ve tutukluluk gibi konularda İnsan Hakları
Beyannamesi’nin hükümlerini ciddiye almayan bir sistem.
Bugün
hapishanelerde iki milyon insan var. Bunların yarısı ordu ve şirketler için
birer köle olarak çalıştırılıyor. Bu ceza sistemi, imparatorluğun gücü ve
şiddeti politik sorunları çözmek için nasıl kullandığına dair güzel bir örnek.
Gözdağı
ve baskı aracı olarak ceza sistemi son çare olarak devreye sokuluyor.
İmparatorluk, insanların zihinlerine ve kalplerine hâkim olamadığı noktada güce
başvuruyor.
Bir
Cephe Olarak Ülke İçerisinin Savunulması
Yurtta
imparatorlukla cihanda imparatorluk arasındaki çizgiyi silen diğer bir husus da
Ulusal Savunmanın Yetkilendirilmesi Kanunu’na ait hükümler.
1990
tarihli bu kanunu Kongre hazırladı ve eski CIA direktörü, başkan George Bush
imzaladı. Kanun ceza sisteminin askerîleştirilmesini hızlandırarak, askerî
silâhların ülke içerisinde faal olan polis güçlerine aktarılmasını sağladı.
Obama
ise 2012 tarihli kanunu imzaladı. Bu kanun savaşın kurallarını genişletti.
ABD’yi savaş sahasına dönüştürdü. Yargısız veya gerekçesiz, belirsiz süreliğine
alıkoyma imkânını artırdı ve anayasanın bahşettiği ihzar müzekkeresi hakkını
ihlal etti.
Bu
kanun, aynı zamanda ABD hükümetinin ülkenin yurtdışında ürettiği propagandayı
ülke içerisinde yaymasına imkân sağladı. Artık propaganda çok daha zengindi.
2009’da enformasyon savaşı için Irak ve Afganistan’da 580 milyon dolar
harcandı. Pentagon, sahte Kaide videoları hazırlamak için 500 milyon dolar
harcadı. Kanun, temelde CIA’in ta 1975 yılında açığa çıkmış olan propaganda
faaliyetlerini yasal hâle getirdi.
Anayasa,
geniş kapsamlı ve açık bir metin: “Kongre, ifade hürriyetini veya basın
hürriyetini ortadan kaldıracak bir kanun yapamaz.” İnsan Hakları Beyannamesi
ise devleti insanlardan değil, insanları devletin gücünden korumak için
hazırlanmış bir metin.
Görev
süresinin son birkaç haftası içerisinde Obama, 2016 tarihli Ulusal Savunmanın
Yetkilendirilmesi Kanunu’nu değiştirecek, iki partinin ortaya koyduğu girişime
mani oldu ve karşı-propaganda programını hazırlattı. Böylece hükümet, neyin
propaganda olduğuna neyin olmadığına karar verecek yetkiye sahip oldu. Özgür
bir ülkede bu, halka ait bir iş oysa.
Obama’nın
casusluk kanunu uyarınca gizli belgeleri sızdıranları yargılamasındaki ve
Clinton’ların kullandığı Rusya karşıtı mekanizmadaki asıl ürkütücü mantık
Trump’ın CIA direktörü Mike Pompeo eliyle sonuca ulaştırıldı. Pompeo, Wikileaks’i
hedef aldı ve onu “devlet dışı, düşman istihbarat servisi” olarak niteledi. Bu,
özünde konuşma hürriyeti, basın hürriyeti ve bilgiye özgürce erişime yönelik
bir tehdit. Nitelim Obama döneminin son günlerinde 17 gizli polis gücüne on
milyon Amerikalıyla alakalı ham verileri ve bilgileri paylaşma yetkisi verildi.
Onlar
bizim hakkımızda her şeyi bilebiliyor, ama bizim onlarla ilgili bir şeyler
öğrenmemiz mümkün değil.
Eğer
elitler, düzeni muhafaza etme noktasında, medya, eğitim sistemi, aile, ordu,
kilise hatta anayasanın kendisi gibi toplumsal düzene ve kabullendirme
yöntemlerine güvenmiş olsaydı, gözetleme, hapse tıkma ve propaganda üzerine
kurulu böylesi bir sistem meydana getirme ihtiyacı duyarlar mıydı?
İçinde
yaşadığımız moment ne kadar da tuhaf!
Bağımsızlık
Beyannamesi’ndeki devrimci vizyon, ABD anayasasını yapılan, iktidara dair
kontroller ve İnsan Hakları Beyannamesi’nde dile getirilen, hükümetin gücüne
getirilmiş sınırlamalar kusurlu ve çok eski olmasına karşın bugünkü hükümet
biçiminden daha ileri. Bugün ABD’de demokratik temsiliyetin esamisi okunmuyor.
ABD imparatorluğu ve şirketlerin iktidarı eski Britanya imparatorluğunun
yapamadığını yaptı.
Haklarımızın
sınırlarını gerçek anlamda sınayamaya dönük yetkinin tüm kötüye kullanım
biçimlerini ifşa edecek tek şey, kitlesel ve yıkıcı toplumsal hareketlerdir. En
önemli soru da şudur: demokrasiyi tesis etmek için gerekli olan toplumsal
hareketleri nasıl örgütleyeceğiz?
Richard Moser
26 Nisan 2017
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Amerikan İmparatorluğu Projesi’nin çalışmasına bakılabilir: “Uzun zamandan
beridir Amerika’nın demokrasi mirasına yönelik bir saldırı olarak görülen
imparatorluk tüm tehditkâr içeriğiyle, bugün ülkemizle dünya arasındaki
ilişkiyi tanımlamaktadır. Amerikan İmparatorluğu Projesi bu gelişmeyi
sorgulayan, yayılmacı niyetlerin kökenlerini inceleyen, ülke içerisinde ve
dışında oluşan sonuçları analiz eden, söz konusu tehlikeli eğilime yönelik
alternatifleri tartışan kitaplar yayınlamaktadır.” Ayrıca Andrew Bacevich’in
makalelerine ve The New American Militarism: How Americans Are Seduced by
War [“Yeni Amerikan Militarizmi: Amerikalılar Savaş Konusunda Nasıl
Ayartıldı?”] isimli kitabına bakılabilir.
[2]
Ellen Schrecker, Many Are The Crimes: McCarthyism in America, Princeton.
[3]
Bfreedom.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder