Referandum
ya da daha doğru kavramıyla plebisit sona erdi. Hiçbir tereddüt yaşamaksızın
hayır cephesinin kazandığı rahatlıkla görülmektedir. Bu oylamanın resmî sonucu
evet çıksa da böyledir. Büyük bir şaibe ve manipülasyon yaşandığı ve oylamanın
sonucunun gayrı meşru bir karaktere büründüğü halk tarafından gayet iyi
bilinmektedir. Diğer yandan evet cephesinin istediği sonucu elindeki tüm devasa
olanaklar ve kullandığı tüm baskı ve zor araçlarına rağmen elde edemediği,
büyük bir şok ve moral bozukluğunu ne kadar gizlemeye çalışsa da yaşadığı
görülmektedir. Oylama meşru değildir, halk kitlelerinin büyük bir kısmından ret
almıştır ve bunu gayet iyi bilen iktidar cephesi, yönetememe krizinin ve
beraberinde gelecek siyasi krizin bu anlamda devam edeceğini gayet iyi
bilmektedir. Burada oylama sonrası siyaset alanının ve demokratik-sosyalist
siyasetin odaklanması gereken noktaları özet biçiminde tartışmaya çalışacağız.
Bu noktada iki başlık açacağız. İlk başlık, siyaset alanının daralması
probleminin yerini siyaset alanının yönelimsellik kaybı ve nesnesizleşmeye
bıraktığını, ikinci olarak da Heidegger’in ontik-ontolojik ayrımının ontik
siyasete sıkışmış olmanın yarattığı krizi aşmada bize sağlayabileceği olanaklar
ele alınacaktır. Sonuç olarak Türkiye muhalefet cephesi bileşenlerinin gerçek
bir demokratik buluşma gerçekleştirebileceği ontolojik “uzamlar” yaratabilme
gerekliliğinden bahsedeceğiz.
Siyaset
Alanının Daralması Fenomeninin Yerini Nesnesizleşme ve Yönelimsellik Yitimine
Bırakması
Politik
teorinin uzun süredir gündeminde olan konu, siyaset alanının daralması
fenomeniydi. Bu fenomen, daha çok modernlikle beraber bireyin özel hayatının
örgütlenmesini sağlayan zorunlulaştırılmış koşulların onu kamusal hayatın
dışına itmesiyle ortaya çıktı. Bireyin yaşamını sürdürebilmesi için dâhil
edildiği zorunlu çalışma, emek, tüketim süreçleri insanın zaten “politik” bir
varlık olmasından dolayı ortaya çıkan kamusal varoluşunu ve bu varoluş
üzerinden yaşadığı siyasal katılım ve özgürlük deneyimini profesyonelleştirilmiş
bir sektör olan politikaya devretti. Bu profesyonel sektör, politikayı yalnızca
maddi refah toplumu amacına dönük bir araç hâline getirdi ve kitlenin politik
alanın dışına itilmesiyle beraber politikaya olan yabancılaşmasına ve politik pathosyitimine
yol açtı.
Politika,
yalnızca belli dönem aralıklarıyla yapılagelen seçim ritüeline dönüştürüldü. Ve
bu ritüelin hiçbir şeyi yine de değiştirmediğini gören kitleler, yalnızca
politikaya değil siyasi bir özsellikle yüklü olan tarihsel varoluşsallığına da
yabancılaştı.
Ancak
bu daralma fenomeninin bugün negatif anlamda aşıldığı görülmektedir. Yani
daralma fenomeni, yerini siyaset alanının nesnesizleşmesi, Husserlci yönelimsellik
kavramı bağlamında düşündüğümüzde yönelimsel nesne yitimine bırakmıştır.
Husserl’in hocası Brentano’dan devralarak felsefe geleneğimize armağan ettiği
yönelimsellik kavramı, bilincin sürekli güncellenen edimselliğini ifade eder.
Bilinç daima bir şeyin, …-nın bilincidir. Yani bilinç, daima bir şeye doğru
yönelimin, kastın, özne ve nesne arasındaki mesafeyi dolduran fiiliyle yüklü
bir karaktere sahiptir ve bu fiil, onun hem nesnesiyle karşılaşmasını hem de
nesnesini yaratmasını sağlamaktadır. Bu anlamda bilinç, özneden nesneye doğru
hareket eden bir temsilin özne metafiziği aracılığıyla kurgulanmış ve
mutlaklaştırılmış bir yapısı değildir. Yönelimsellik, bilincin bizzat
özne-nesne ilişkisinin kendisine olan devinimini ifade eder. Ve bu devinimin
ürettiği bağlamlarda demin de söylediğimiz gibi nesnesiyle hem karşılaşmasını
hem de onu yaratmasını ifade eder.
Siyaset
alanı, uzun zamandır özne ve nesne arasındaki mesafeyi dolduran bu yönelimsel
fiilden yoksundur. Yönelimsel analizin temelinde duran fenomenolojik
araştırmanın kendisini konumlandırdığı alan, şeyin bizzat kendisiyle, görünme
yani tezahür etme tarzları arasındaki farktır.
Şeyin
kendisine, yani hakikatine yaklaşabilmenin koşulu da bu aradaki farkı
gidermedir. Husserl, bizzat bu nedenden dolayı “zu den sachen selbst”,
yani “şeylerin kendisine” ifadesini ilkeleştirmiştir. Çünkü şeyin kendisiyle
aramızda şeyin farklı tarzlarda belirmesi, zuhur etmesi, görünüşe gelmesi
bulunur. Neo-liberal dünya dönemi, siyasetin tüm seksiyonlarında şeyin
kendisiyle tezahürleri arasındaki farkları giderebilmenin politik olanaklarını
yok ettiği için, siyaset hem nesnesiyle karşılaşabilecek hem de nesnesini
yaratabilecek yönelimsel edimlerini üretemez vaziyete gelmiştir.
Bunun
en acı bedelini tüm kanatlarıyla sol-sosyalist siyaset yaşamıştır. Çünkü
sol-sosyalist siyasetin “şey” olarak hakikatiyle, tezahürleri arasındaki
mesafe, neo-liberal sisteme karşı ontolojik bağışıklık yitirildiği için o kadar
açılmıştır ki sol siyaset, yönelimsellik yitimiyle birlikte hem bir
nesnesizleşme hem de hakikat kategorisini tüketme sonucuyla karşı karşıya
kalmıştır.
Bugün
siyaset alanındaki kriz, artık bir daralmadan da öte, buraya kadar geçilen
özette de iddia edildiği gibi, yönelimsellik kaybı ve nesnesizleşme ile
ilgilidir. Bilinç, nasıl bir şeyin, yani …-nın bilinci ise siyasi bilinç de
siyasi bir “şey”in, yani siyasi bir …-nın bilincidir. Ancak bu siyasi “şey”,
bugün belirsiz, muğlak, içi boş bir mantıksal nokta hâline getirilmiştir.
Referandum
sonrası süreç, bu yönelimsellik kaybını ve nesnesizleşmeyi de aşacak bir
olanağa dönüştürülebilir. Muhalefet cephesini bir araya getiren “şey” artık AKP
değil siyasi bir şeyin, siyasi bir …-nın bilinci olacaktır. Ve bu yeni bilinç,
yönelimsel edimlerini ürettiğinde siyasi krizin ana halkalarından birini
çözebileceğini görecektir.
Politik
Bağlamda Ontik/Ontolojik Ayrımı
Heidegger’in
metafizik/ontoloji tarihini eleştirirken ürettiği bu kavramsal ayrımı politik
bağlamda düşünmenin yazının ilk bölümünde iddia edilen yönelimsellik,
kaybı-nesnesizleşmeden dolayı yaşanan politik alan krizinin aşılmasında bize
olanaklar sunabileceği varsayımını ele almak istiyoruz. Bu, bugün için güncel
Türkiye siyaseti bağlamında daha çok düşünülmesi gereken bir öneri olarak
okunabilir.
Ontik-ontolojik
olarak dile getirdiğimiz ayrım, Heidegger’in varolan-varlık ayrımı olarak da
belirlediği ve metafizik/ontoloji tarihi eleştirisinde temele aldığı kilit bir
bağlamdır. Ona göre, metafizik hep varolanı düşünmüş ve varlığı düşünmeyi
unutmuştur. Metafizik, varolanı varolan olarak sorguladığı için varolanda
takılıp kalmış ve “Varlık” olarak varlığa yönelememiştir. Felsefî
terminolojinin özel alanına çok dalmadan anlatmaya çalışalım.
Heidegger’in
varolan olarak belirlemeye çalıştığı kavramsallık insanı, animal rationale
ya da subiectum ya da özne olarak tasarımlayan metafiziğin bu özneye
“göre” belirlediği tüm “şey”leri ifade eder. Bundan dolayı bilimlerin araştırma
nesnesi olarak belirlediği doğa alanındaki tüm nesne ve nedenler, insanın biçim
ve içerik bakımından anlamlı kıldığı tüm şeyler, zihinsel, ruhsal, psişik,
zamansal, estetik tüm belirlenimler, bu anlamda varolanlardır. Sandalye bir
varolandır, sayı da bir varolandır.
“Nitekim hakkında
konuştuğumuz, bir kanaat beslediğimiz, şu veya bu şekilde ilişki kurduğumuz her
şey bir varolandır. Ayrıca neliğimiz ve nasıllığımız içindeki bizler de birer
varolanız. Varlık ise öylelik ve neden-nasıllıkta, gerçeklikte, mevcut-oluşta,
kalıcılıkta, geçerlilikte, Dasein’da, ‘vardır’da yatmaktadır.” (M.
Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, syf.
6.)
Peki
politik bağlamda bu ayrım, bize ne gibi düşünce olanakları ve ufuklar
sunabilir? Siyaset alanında geçerli olabilecek bir ontik siyaset-ontolojik
siyaset ayrımı yapılabilir mi? Eğer yapılabilirse, bunun bugün güncel iç
siyaset açısından taşıdığı anlam nedir?
Ontik
siyaset, bugün zaten güncel Türkiye siyaseti üzerinden düşünüldüğünde,
karşımızda en aşırı uçlarıyla boy veren bir fenomen hâline gelmiştir. Ontik
siyaset, yönelimsel nesnesini koşullar, reel-politik, çıkarlar ve esasta
iktidarın kaybedilmemesi olarak belirlemeye çalışmıştır. Bu, AKP’yle başlayan
bir süreç değildir. Bu, neo-liberal dünya sisteminin devreye girmesiyle
doygunluğuna erişmiş ve oluşmuş bir politik deneyimdir.
Bu
anlamda ontik siyaset, Özal döneminden itibaren neo-liberal yeni sürümüyle
Türkiye’de de devreye girmiştir. Bugün muhalefet cephesinin belli bir
perspektif ve hareket noktası sağlayamaması, ontik siyasete sıkıştırılmasıyla
ilgilidir. Muhalefete âdeta Türkiye’nin koca ontolojik tarihi unutturulmuş ve
siyasi yönelimselliği AKP varolanına hapsedilmiştir.
Diğer
yandan ontolojik siyaset, ontik siyasetin aksine, ilkeler, perspektif,
programatik bir hatta sahip olmak olarak, ontik olanın anti-tezi şeklinde
formüle edilme zorunluluğu içermemektedir. Çünkü ilkeler, perspektif ya da
programatik hat olarak tasavvur edildiği düşünülen temeller de ontik olanlarda
takılıp kalmış olabilir.
Ontolojik
siyaset, ister özel bir siyasi hareketin politik sıkışması olsun isterse
siyaset alanının genel krizi olsun, bu sıkışmayı yaratan tek ya da birçok,
somut ya da formel bir politik varolandan kurtulup insan varoluşsallığının
bütünselliğini siyasal olanaklılık olarak güncelin içinde aramanın ve
keşfetmenin yöntemleştirilmesidir.
Yakın
zamanda Türkiye özelinde ontik siyasetten ontolojik siyasete geçiş
örneklerinden birisini Kürt hareketi gerçekleştirmiştir. Hareketin Kürt ulus
devleti paradigmasından demokratik özerk bölgelerin toplamından oluşan
demokratik bir cumhuriyet formülasyonu içerisinde Kürtlerin özerk demokratik
toplumsallığını kurma noktasına sıçraması, tam anlamıyla ontik siyasetten
ontolojik siyasete geçiş yapabilme örneklerinden birisidir. Kürt sorununu
insanlığın belli bir döneminin belli bir politik varolanına (bağımsız ulus
devlet) sıkıştırma perspektifinin bırakılıp Ortadoğu’nun tarihselliği, insan
üretici gücü, Kürt toplumunun tarihsel yapısı hesaba katılarak, meselenin
konfederatif bir siyasal organizasyon hattı içerisinde yeniden ele alınması,
ontolojik siyasete geçiş deneyiminin kendisidir.
Kürt
hareketi, önderliğinin aracılığıyla bu hamleyi yapabilmiş, Kürt toplumunun
tarihsel özelliklerini politik güncellik içerisinde politik bir olanak hâline
getirmiş ve sıkışmayı aşmıştır. Özellikle modern ulus devlet varolanında
(Kürdistan) takılıp kalmaktan kurtulup, Heidegger’in varolanın varlığının
hakikati olarak belirlediği yön değişimine benzer bir şekilde sorunun varlığına
yönelinmiş ve meselenin Türkiye’nin demokratikleşmesi bağlamından ayrılmazlığı
hakikati dâhilinde, iki ulusun kopması değil, otonomi aracılığıyla dezavantajlı
grubun belirginlik arz ettiği bir programa bağlanması sağlanmıştır.
Ancak
hareketin esas çözmesi gereken nokta kullanacağı araçların diyalektiğini
belirleyememe olarak ortaya çıkmıştır. Hareketin silahlı mücadele/demokratik
mücadele arasındaki yalpalama ve dengesizliğe hapsolması, onu ara ara ontik
siyasete sıkıştırmakta ve dönemsel politik krizlerini üretmektedir. Bir diğer
sorun meselenin 7 Haziran öncesinde bir zamansal politik varolan haline
getirilmiş olan “çözüm süreci”ne sıkıştırılması ve süreç bitirildiğinde
meselenin eski şiddet ve çözümsüzlük kılığıyla yeniden hortlayabilmesidir. Oysa
ontolojik siyaset, meseleyi böylesi bir zamansal politik varolan haline
getirilmiş konjonktüre sıkıştırmakla değil onu her türlü konjonktürü aşacak
olan bir olanağa çevirmekle yaratılabilir.
Sonuç:
Gerçek bir Muhalefet Cephesini Ontik Siyasetten Ontolojik Siyasete Geçiş
Belirleyecek
Referandum
oylaması ve sonrasıyla beraber yeniden bir muhalefet cephesi birliğinin
deneyimlenmeye başladığını görüyoruz. Oylamayı sonuç odaklı görmek referandumu
da bir politik varolan haline dönüştürecek ve muhalefeti yalnızca bu politik
varolana sıkıştıran bir ontik siyasete hapsedecekti. Anca öncesi ve sonrasıyla
böylesi bir ufkun aşıldığı görülmektedir.
Elbette
ki şaibeli seçim sonuçlarına itiraz ve bu yönde muhalefetin bir demokratik
sokak hareketi kimliği kazanması son derece önemlidir. Ancak referandum öncesi
ve sonrasıyla sonuç ne olursa olsun bir mücadele olanağı olarak ele alınmalıydı
ve bu bilinç olarak gerçekleşmiştir.
Muhalefetin
tüm olanaklı bileşenleriyle bir araya getirilebileceği demokratik bir “topos”
ya da “uzam” yaratma işi, ontolojik siyasete geçişin bir ön koşulu olarak
görülmeli ve bu işi demokratik-sosyalist siyasetin üstlenmesi, dahası
demokratik-sosyalist siyasetin bunu üstlenebilecek bir yeni siyasete
geçebilmesinin olanakları aranmalıdır.
Böylesi
bir demokratik “topos” ya da “uzam”ı birbirlerine “göreli” iç gerilimleri olan
muhalefet bileşenleri değil, gerilimin sahibi uçların arasına bu “göreli”
gerilimlerin akıtılabileceği politik havzalar açabilecek hareketler
yaratabilir.
Cumhuriyetçi-ulusalcı
siyasetin demokratik tabanı ile Kürt hareketinin tabanı, bu iki ucun
geriliminin birbirlerine akıtılmasını önleyecek böylesi bir politik ontolojik
havzanın oluşturulmasıyla bir araya gelebilir. Seküler taban ile dindar tabanın
birbirlerine “göreli” olan gerilimlerinin, yine böylesi bir politik ontolojik
havzaya akıtılabilmesiyle bir “demokratik buluşma” gerçekleşebilir. Ve bu
havzaları oluşturma, yaratma, olanaklarını arama konumuna sahip olan siyaset,
demokratik-sosyalist siyasettir. Çünkü hem sınıfsal gerilimlerin hem de kimlik
gerilimlerinin çözümünü üstlenmeye aynı anda talip olabilecek bir tarihsel
varoluşsallığa sahip siyaset bu siyasettir.
Ancak
tüm olanaklı bileşenlerin kendi politik krizini üretmelerini sağlayan ontik
siyaseti aşıp ontolojik siyasete geçiş yapmalarını sağlayacak kalkış
noktalarını keşfetmeleri de bir diğer görevdir.
Ulusalcı-cumhuriyetçi
siyasi gelenek ve taşıyıcıları, devletin mutlak ve aşılamaz yapısı olarak 1923
politik varolanını görmektedirler. Bugün bir mevzi olarak gördükleri bu politik
varolanı yokoluşa götüreceğine inandıkları sürecin bizzat bu politik varolanın
tarihsel krizinin bir sonucu olduğu yollu ontolojik hatta sıçrayamamaktadırlar.
Bundan dolayı ontik siyasete sıkışıp kalmakta ve tıkanmaktadırlar. Dahası sol
hareketin belli bir kısmı da AKP politik varolanına sıkışmış bir ontik
siyasetin sürdürücüsü durumuna düştüğü için, 1923 politik varolanını AKP’ye
göreli bir ontoloji sahibi kılıp kendi kolektif bilinçdışı yapılarında onun
“ileri” bir politik varolan olarak durduğunu farkında olmadan itiraf
etmektedirler. Cumhuriyetçi siyasi geleneğin bu tıkanmayı aşmasının yolu
şimdiki zamanımızın 1923 politik varolanının getirdiği tarihsel krizin bir
ürünü olduğu ve cumhuriyetin reorganizasyonuna ihtiyaç bulunduğu yollu bir
ontolojik kalkış noktası olacaktır.
Sol
hareket AKP politik varolanına sıkışmış bir ontik siyasetten çıkış noktasını
bulmalıdır. Çünkü yıllardır hapsolduğu bu siyaset ona AKP öncesi Türkiye’yi
unutturmuş ve sanki o Türkiye’yle uyumlu ortak kodlara sahip olduğu
yanılsamasını kolektif bir bilince dönüştürmüştür. Öte yandan sol hareket
bağışıklığını ontolojik olarak yitirdiği ilerlemeci ve aydınlanmacı kodları
mutlaklaştıran ve bu mutlaklaştırmayla kendisinde o kodları solculaştırdığı
sanısını yaratan epistemolojiyi terk etmelidir. Sol siyasallığın içeriğini
modernizm, aydınlanmacılık ve pozitivizmle melezleşmiş bir öznelliğe sabitlemek
isteyenler, insan varoluşunun belli bir evresini diğer evrelerine
aşkınlaştırarak, bu aşkınlaştırmayı modern politik özne varolanına
dönüştürmekte ve bu varolanın metafiziğine sıkışmaktadırlar. Bu, solun dindar
tabanla buluşabilme olanaklarını da engelleyen bir epistemolojidir. Sol
hareket, kendisini ontik siyasete sıkıştıran modern politik özne varolanını
değil, insanın tarihsel varoluşsallığının bütününü yönelimsel nesnesi
kılmalıdır.
Referandum
sonrası dönem yazıda kısaca bahsi geçen bu sorunların aşılabilmesine bağlı
olarak büyük bir demokratik politik olanağa çevrilebilir. Söylenildiği gibi
bunun yolu her bir politik temsiliyetin politik tıkanma ve krizlerini üreten
ontik siyaset nesnesini aşabilecekleri bir ontolojik siyaseti keşfetmesine,
yaratmasına bağlıdır. Referandum sadece resmi olarak kaybedilmiştir. Bunu evet
cephesi gayet iyi bilmektedir. Bundan dolayı önümüzdeki süreç muhalefetin
gerçek varlığının ortaya çıkabileceği bir döneme çevrilebilir.
Ozan Çılgın
19
Nisan 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder