Pages

12 Nisan 2017

Marksist Determinizm

Marksist kitapları kendi çıkarlarına olacak şekilde, birer fare gibi kemirip durmaktan keyif alan aydınlarda sıkça görülen tavır şudur: onlar, Marx’ın ve Marksist okulun dillendirdiği determinizmi, kendi bakış açıları üzerinden, on dokuzuncu yüzyıla ait mekanisist bir dünya görüşü olarak takdim etmeyi amaçlıyorlar. Oysa bu görüş, savaş sonrası modern dünyanın meylettiği, kahramanlığa ve iradeye ağırlık veren hayat anlayışına aykırı. Marksizmin üzerine düşürülmüş bu türden lekelerin sosyalist hareketin rasyonalist, ütopyacı, en dipte mistik batıl inançlara yönelik eleştirisi ile uzlaştırılması asla mümkün değil.

Bu bağlamda Henri de Man, 19. yüzyıl aydınlarına en fazla zarar veren argümanları kullanmadan edemiyor. Bu aydınları asıl ayartan husus, “aptal on dokuzuncu yüzyıl”a yönelik tepkilerdeki züppelik.

Bu anlamda revizyonist bir isim olan Henri de Man, ihtiyatlı bir yaklaşım koyuyor ortaya:

“Marx’ın onun tarihin gelişiminde insan iradesinin sahip olduğu nüfuzu inkâr etmek anlamında, kendisine sıkça yöneltilen kadercilik suçlamasını hak etmediğini açık bir dile ifade etmek gerekiyor. Marx, aslında bu iradenin önceden tayin edildiğine inanıyordu. Dolayısıyla Marx’ın bu türden bir kadercilikle alakalı suçlamalar karşısında öğretmenlerini koruyan öğrencileri bence haklı.”

Ama bu türden sözler, Henri de Man’ı “Marksist anlayış uyarınca kaçınılmaz kategorik amaçlarla alakalı başka bir tür kaderciliğe” inananları suçlamaktan alıkoymuyor. Ona göre “yasalara tabi olan bir toplumsal irade var ve bu irade, çıkarlara karşı belirli bir muhalefeti üreten ekonomik evrimin kaçınılmaz sonucu ve sınıf savaşı aracılığıyla açığa çıkıyor.”

Anlamlı bir bakış açısıyla bakıldığında, yeni revizyonizmin ufak bir iki değişiklikle birlikte, irade ve ruha dayalı eylemi savunup ihya eden idealist eleştiriyi benimsediği görülüyor. Ama bu eleştiri, sadece sosyal demokrasiye has kitabîlikle alakalı. Söz konusu kitabîlik, esasen Marksist değil, Lassalle’cı. Bu gerçeği, Almanya’daki sosyal demokrat mahfillerde dilden dile yayılan “Lassalle’a dönelim” ifadesinin coşkuyla aktarılması da teyit ediyor. Bahsi geçen eleştirinin geçerli olabilmesi için öncelikle Marksizmin bizatihi sosyal demokrasi olduğunun ispatlanması gerek.

Oysa Henri de Man, bu ispata girişmekten kaçınıyor. O, aksine, Üçüncü Enternasyonal’i Uluslararası İşçi Derneği’nin vârisi kabul ediyor. Adı geçen dernekse toplantılarında yeraltı mezarlarına ait Hristiyanlığa çalan bir tür mistisizmi teşvik etmiş bir yapı.

Henri de Man kitabında şunları söylüyor:

“Komünist hareket içerisindeki kaba Marksistler, Marx’ın mirasının hayrını en fazla gören, ondan en fazla istifade eden kişilerdir. Onlar, Marx’ı kendi dönemlerine yönelik atıflar üzerinden iyi anlamakla kalmamış, aynı zamanda kendi dönemlerine ait görevler konusunda, hedeflerine yürürken, Marksizmi etkili bir biçimde kullanmayı da bilmişlerdir. Kautsky’deki Marx imajı, Lenin’in öğrencileri arasında oluşan imajdan daha özgündür ve daha fazla Marx’a benzemektedir; ama Kautsky, Marx’ın hiçbir zaman etkileyemediği bir siyasete dair yorumlarda bulunurken, Lenin, sözlerini Marx’tan bir tür parola gibi almış, aynı siyaset üzerine konuşmuş, Lenin’in ölümü sonrası bu sözler, yeni gerçeklikler yaratmayı sürdürmüştür.”

Lenin’e atfedilen bir ifade var. Unamuno bu sözü Hristiyanlığın Izdırabı kitabında göklere çıkartıyor. Bu söz, yaptıklarının gerçekliğe aykırı olduğunu düşünen birinin altındaki halıyı çekecek cinsten: “Gerçek olamayacak kadar kötü!”

Marksizm, devrimci olduğu momentlerde asla pasif ve kaba bir determinizme boyun eğmemiş ve zaten o momentlerde Marksizm olmuştur. Reformistlerse, ekonomiye ait, hâlen oluşmakta olan determinizme meyilli bir akıl uyarınca, savaş sonrasında yaşanan huzursuzluk esnasında devrime karşı direnç geliştirmişlerdir. Gerçekte bu akıl, muhafazakâr burjuvazinin aklıdır. O ancak söz konusu determinizmin sosyalist değil, burjuva niteliğini açığa vurabilir.

Tersten birçok eleştirmeni, Rus Devrimi’ni bağnaz ütopyacıların rasyonalist, romantik ve tarih karşıtı çabası olarak anlamıştır. Her şeyden önce, tüm renkleriyle reformizm, Üçüncü Enternasyonal’e bağlı partilerin taktiklerini “sağcı” ve “darbeci” olarak etiketlemiş, devrimcilerde görülen, tarihi zorlama eğilimini asla tasvip etmemiştir.

Marx, realist bir siyasetten başka bir şey düşünemez ve öneremezdi. Bu sebeple Marx, sosyalizme uzanan en dolaysız yolu ortaya koydu ve kapitalist ekonominin gelişme sürecini tüm yoğunluğu ve ayrıntıları ile açıkladı. Ama Marx, yeni düzenin önkoşulu olarak, sınıf savaşı aracılığıyla proletaryanın ruhanî ve fikrî bir muhteva kazanması gerektiğini de gördü.

Marx’tan önce dünya, hiçbir politik veya toplumsal öğretinin tarih ve bilimle çelişmediği bir noktaya ulaşmıştı zaten. Dinler, tarihsel ve bilimsel deneyimden koptukları ölçüde çöküyordu. Dolayısıyla tüm öğeleriyle bugüne ait olan sosyalizm gibi bir politik fikrin bu türden görüşlere karşı kayıtsız kalmasını istemek, tam bir saçmalık olacaktır.

Julien Benda’nın Trahison de Clercs [“Aydınların İhaneti”] isimli çalışmasında tespit ettiği üzere, bugün varolan ve gericilikle malul tüm politik hareketlere asıl niteliğini veren, onların kendilerini tarihin seyrine tekabül eden bir güç olarak gösterme çabalarıdır.

Her türlü gericiden daha pozitivist olan sağcı L’Action Francaise [“Fransız Eylemi”] hareketindeki gericilere göre, liberal devrimin başlattığı dönem, tümüyle romantik ve tarih karşıtıydı. Marksist determinizmin sınırları ve işlevi ise çok uzun zaman önce belirlenmişti.

Görecelikçi felsefeye bağlı İtalyan felsefeci Adriano Tilgher gibi tüm parti kriterlerinden habersiz olan eleştirmenler, hep şu türden yorumlara başvuruyorlar:

“Başarı kazanmak için sosyalist taktik, hareket edeceği zemin olarak mevcut tarihsel durumu göz önünde bulundurmalı ve sosyalizmin kurulması için koşulların henüz olgunlaşmadığı yerlerde kuruluşu zorlamaktan kaçınmalıdır. Diğer yandan olayların seyri konusunda dinginliği esas almalı; olayların seyrine müdahale ederken, o seyri sosyalist yöne çekmek için uğraşmalı, bu sayede nihai dönüşüm için gerekli hazırlıkları yapmalıdır. Dolayısıyla Marksist taktik, tıpkı Marksist öğreti gibi, dinamik ve diyalektiktir: sosyalist irade boşlukta oluşmaz, önceden varolan durumu hiçe saymaz, insanların kalplerine yönelik seslenmelerin vehmine kapılmaz. O, tarihsel gerçekliğe sıkı sıkıya, tüm somutluğuyla bağlı kalır ve ondan asla kopmaz. Ayrıca sosyalist irade, tarihsel gerçekliğe tüm canlılığı ile tepki geliştirir, bu noktada proletaryayı maddi ve manevi açıdan güçlendirir ve ona burjuvazi ile arasındaki çelişki konusunda gerekli bilinci aşılar. Öfkesinin zirvesine ulaştığında burjuvazi, tüm kapitalist güçleri elinde topladığında, bu düzeni yıkıp yerine herkesin hayrına ve avantajına olan sosyalist bir rejim kurmak gerekecektir.” [La Crisi Mondiale e Saggi critice di Marxismo e Socialismo –Dünya Krizi ve Marksizmle Sosyalizme Dair Eleştirel Denemeler]

Eleştirmenleri pek anlamasa da hakikatte sosyalizmdeki iradeci yanın, ondaki determinist temele kıyasla daha az belirginlik arz ettiğini söylemek pek mümkün değildir. Bu olguyu tespit etmek için Marx ve Engels’in Londra’dayken proleter hareket içerisinde yaptıklarına bakmak yeterli olacaktır. Birinci Enternasyonal’den ilk sosyalist devlet deneyi olan Sovyetler Birliği’ne kadar birçok pratikte onların izi vardır. Bu süreçte Marksizmin her bir sözü ve eylemi, inanca, iradeye, kahramanlığı ve yaratımı esas alan muhakemeye rengini çalmıştır. Ondaki itici güçte “ne şiş yansın ne kebap” diyen bir tavrı ve pasif bir determinizmle yoğrulmuş bir hissiyatı aramak tam bir saçmalıktır.

José Carlos Mariátegui
Mundial, 7 Aralık 1928
Amauta, Kasım-Aralık 1928, s. 14-16
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder