Marksist
kitapları kendi çıkarlarına olacak şekilde, birer fare gibi kemirip durmaktan
keyif alan aydınlarda sıkça görülen tavır şudur: onlar, Marx’ın ve Marksist
okulun dillendirdiği determinizmi, kendi bakış açıları üzerinden, on dokuzuncu
yüzyıla ait mekanisist bir dünya görüşü olarak takdim etmeyi amaçlıyorlar. Oysa
bu görüş, savaş sonrası modern dünyanın meylettiği, kahramanlığa ve iradeye
ağırlık veren hayat anlayışına aykırı. Marksizmin üzerine düşürülmüş bu türden
lekelerin sosyalist hareketin rasyonalist, ütopyacı, en dipte mistik batıl
inançlara yönelik eleştirisi ile uzlaştırılması asla mümkün değil.
Bu
bağlamda Henri de Man, 19. yüzyıl aydınlarına en fazla zarar veren
argümanları kullanmadan edemiyor. Bu aydınları asıl ayartan husus, “aptal on
dokuzuncu yüzyıl”a yönelik tepkilerdeki züppelik.
Bu
anlamda revizyonist bir isim olan Henri de Man, ihtiyatlı bir yaklaşım koyuyor
ortaya:
“Marx’ın onun tarihin
gelişiminde insan iradesinin sahip olduğu nüfuzu inkâr etmek anlamında,
kendisine sıkça yöneltilen kadercilik suçlamasını hak etmediğini açık bir dile
ifade etmek gerekiyor. Marx, aslında bu iradenin önceden tayin edildiğine
inanıyordu. Dolayısıyla Marx’ın bu türden bir kadercilikle alakalı suçlamalar
karşısında öğretmenlerini koruyan öğrencileri bence haklı.”
Ama
bu türden sözler, Henri de Man’ı “Marksist anlayış uyarınca kaçınılmaz
kategorik amaçlarla alakalı başka bir tür kaderciliğe” inananları suçlamaktan
alıkoymuyor. Ona göre “yasalara tabi olan bir toplumsal irade var ve bu irade,
çıkarlara karşı belirli bir muhalefeti üreten ekonomik evrimin kaçınılmaz
sonucu ve sınıf savaşı aracılığıyla açığa çıkıyor.”
Anlamlı
bir bakış açısıyla bakıldığında, yeni revizyonizmin ufak bir iki değişiklikle
birlikte, irade ve ruha dayalı eylemi savunup ihya eden idealist eleştiriyi
benimsediği görülüyor. Ama bu eleştiri, sadece sosyal demokrasiye has
kitabîlikle alakalı. Söz konusu kitabîlik, esasen Marksist değil, Lassalle’cı.
Bu gerçeği, Almanya’daki sosyal demokrat mahfillerde dilden dile yayılan
“Lassalle’a dönelim” ifadesinin coşkuyla aktarılması da teyit ediyor. Bahsi
geçen eleştirinin geçerli olabilmesi için öncelikle Marksizmin bizatihi sosyal
demokrasi olduğunun ispatlanması gerek.
Oysa
Henri de Man, bu ispata girişmekten kaçınıyor. O, aksine, Üçüncü
Enternasyonal’i Uluslararası İşçi Derneği’nin vârisi kabul ediyor. Adı geçen
dernekse toplantılarında yeraltı mezarlarına ait Hristiyanlığa çalan bir tür
mistisizmi teşvik etmiş bir yapı.
Henri
de Man kitabında şunları söylüyor:
“Komünist hareket
içerisindeki kaba Marksistler, Marx’ın mirasının hayrını en fazla gören, ondan
en fazla istifade eden kişilerdir. Onlar, Marx’ı kendi dönemlerine yönelik
atıflar üzerinden iyi anlamakla kalmamış, aynı zamanda kendi dönemlerine ait
görevler konusunda, hedeflerine yürürken, Marksizmi etkili bir biçimde
kullanmayı da bilmişlerdir. Kautsky’deki Marx imajı, Lenin’in öğrencileri
arasında oluşan imajdan daha özgündür ve daha fazla Marx’a benzemektedir; ama
Kautsky, Marx’ın hiçbir zaman etkileyemediği bir siyasete dair yorumlarda
bulunurken, Lenin, sözlerini Marx’tan bir tür parola gibi almış, aynı siyaset
üzerine konuşmuş, Lenin’in ölümü sonrası bu sözler, yeni gerçeklikler yaratmayı
sürdürmüştür.”
Lenin’e
atfedilen bir ifade var. Unamuno bu sözü Hristiyanlığın Izdırabı kitabında
göklere çıkartıyor. Bu söz, yaptıklarının gerçekliğe aykırı olduğunu düşünen
birinin altındaki halıyı çekecek cinsten: “Gerçek olamayacak kadar kötü!”
Marksizm,
devrimci olduğu momentlerde asla pasif ve kaba bir determinizme boyun eğmemiş
ve zaten o momentlerde Marksizm olmuştur. Reformistlerse, ekonomiye ait, hâlen
oluşmakta olan determinizme meyilli bir akıl uyarınca, savaş sonrasında yaşanan
huzursuzluk esnasında devrime karşı direnç geliştirmişlerdir. Gerçekte bu akıl,
muhafazakâr burjuvazinin aklıdır. O ancak söz konusu determinizmin sosyalist
değil, burjuva niteliğini açığa vurabilir.
Tersten
birçok eleştirmeni, Rus Devrimi’ni bağnaz ütopyacıların rasyonalist, romantik
ve tarih karşıtı çabası olarak anlamıştır. Her şeyden önce, tüm renkleriyle
reformizm, Üçüncü Enternasyonal’e bağlı partilerin taktiklerini “sağcı” ve
“darbeci” olarak etiketlemiş, devrimcilerde görülen, tarihi zorlama eğilimini
asla tasvip etmemiştir.
Marx,
realist bir siyasetten başka bir şey düşünemez ve öneremezdi. Bu sebeple Marx,
sosyalizme uzanan en dolaysız yolu ortaya koydu ve kapitalist ekonominin
gelişme sürecini tüm yoğunluğu ve ayrıntıları ile açıkladı. Ama Marx, yeni
düzenin önkoşulu olarak, sınıf savaşı aracılığıyla proletaryanın ruhanî ve
fikrî bir muhteva kazanması gerektiğini de gördü.
Marx’tan
önce dünya, hiçbir politik veya toplumsal öğretinin tarih ve bilimle
çelişmediği bir noktaya ulaşmıştı zaten. Dinler, tarihsel ve bilimsel
deneyimden koptukları ölçüde çöküyordu. Dolayısıyla tüm öğeleriyle bugüne ait
olan sosyalizm gibi bir politik fikrin bu türden görüşlere karşı kayıtsız
kalmasını istemek, tam bir saçmalık olacaktır.
Julien
Benda’nın Trahison de Clercs [“Aydınların İhaneti”] isimli çalışmasında
tespit ettiği üzere, bugün varolan ve gericilikle malul tüm politik hareketlere
asıl niteliğini veren, onların kendilerini tarihin seyrine tekabül eden bir güç
olarak gösterme çabalarıdır.
Her
türlü gericiden daha pozitivist olan sağcı L’Action Francaise [“Fransız
Eylemi”] hareketindeki gericilere göre, liberal devrimin başlattığı dönem,
tümüyle romantik ve tarih karşıtıydı. Marksist determinizmin sınırları ve
işlevi ise çok uzun zaman önce belirlenmişti.
Görecelikçi
felsefeye bağlı İtalyan felsefeci Adriano Tilgher gibi tüm parti kriterlerinden
habersiz olan eleştirmenler, hep şu türden yorumlara başvuruyorlar:
“Başarı kazanmak için
sosyalist taktik, hareket edeceği zemin olarak mevcut tarihsel durumu göz
önünde bulundurmalı ve sosyalizmin kurulması için koşulların henüz
olgunlaşmadığı yerlerde kuruluşu zorlamaktan kaçınmalıdır. Diğer yandan
olayların seyri konusunda dinginliği esas almalı; olayların seyrine müdahale
ederken, o seyri sosyalist yöne çekmek için uğraşmalı, bu sayede nihai dönüşüm
için gerekli hazırlıkları yapmalıdır. Dolayısıyla Marksist taktik, tıpkı
Marksist öğreti gibi, dinamik ve diyalektiktir: sosyalist irade boşlukta
oluşmaz, önceden varolan durumu hiçe saymaz, insanların kalplerine yönelik
seslenmelerin vehmine kapılmaz. O, tarihsel gerçekliğe sıkı sıkıya, tüm
somutluğuyla bağlı kalır ve ondan asla kopmaz. Ayrıca sosyalist irade, tarihsel
gerçekliğe tüm canlılığı ile tepki geliştirir, bu noktada proletaryayı maddi ve
manevi açıdan güçlendirir ve ona burjuvazi ile arasındaki çelişki konusunda
gerekli bilinci aşılar. Öfkesinin zirvesine ulaştığında burjuvazi, tüm
kapitalist güçleri elinde topladığında, bu düzeni yıkıp yerine herkesin hayrına
ve avantajına olan sosyalist bir rejim kurmak gerekecektir.” [La Crisi
Mondiale e Saggi critice di Marxismo e Socialismo –Dünya Krizi ve
Marksizmle Sosyalizme Dair Eleştirel Denemeler]
Eleştirmenleri
pek anlamasa da hakikatte sosyalizmdeki iradeci yanın, ondaki determinist
temele kıyasla daha az belirginlik arz ettiğini söylemek pek mümkün değildir.
Bu olguyu tespit etmek için Marx ve Engels’in Londra’dayken proleter hareket
içerisinde yaptıklarına bakmak yeterli olacaktır. Birinci Enternasyonal’den ilk
sosyalist devlet deneyi olan Sovyetler Birliği’ne kadar birçok pratikte onların
izi vardır. Bu süreçte Marksizmin her bir sözü ve eylemi, inanca, iradeye,
kahramanlığı ve yaratımı esas alan muhakemeye rengini çalmıştır. Ondaki itici
güçte “ne şiş yansın ne kebap” diyen bir tavrı ve pasif bir determinizmle
yoğrulmuş bir hissiyatı aramak tam bir saçmalıktır.
José Carlos Mariátegui
Mundial, 7 Aralık 1928
Amauta, Kasım-Aralık 1928, s. 14-16
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder