Dostum
olan bir editör, bana gönderdiği eposta mesajında şunu söylemiş: “Eğer
antikapitalizm ve bireysel özgürlük kitaplarda veya makalelerde
dillendirilmese, sağın onları kullanması mümkün olmazdı.” Evet bu tespit doğru,
hatta böylesi bir durumda faşizm yeryüzünden silinip giderdi.
Faşizm,
solcu ve sağcı kimi konumların bileşkesinden türedi. Solun konumlarının belirli
bir kısmı kolektivizm, sendikacılık, ekoloji ve faşist teşebbüslerle örtüşen
otoriterizmle alakalıydı. Yetmişlerde kısmen sol otoriterizm eğilimlerine tepki
olarak, özel bir antifaşist hareket türedi. Bu hareket, “post-sol” düşünce
olarak biliniyor.
Antikapitalizmin
ve “bireysel” özgürlüğün” ideolojik saflığını muhafaza ettiğini düşünen,
yazının başında bahsini ettiğim editör arkadaşım türünden radikal isimler,
faşist ideolojiye belirli noktalarda yakınlaştıklarını, ona karşı belli düzeyde
zafiyet taşıdıklarını görmüyorlar.
Post-sol,
büyük ölçüde solun ve sağın politik ideolojisinden özerk bir bireysel özgürlük
fikrinden yana olan, öte yandan, solculuğun kimi unsurlarını muhafaza eden bir
eğilimden türedi. Post-sol, kendi içinde çelişen bazı konumlar alsa da,
köklerini çoğunlukla bireyci Max Stirner’e dayandırıyor. Stirner, Avrupalı bireyin
ulus, sınıf ve inanç karşısında üstün olduğuna inanan ve büyük ölçüde Hegel’den
etkilenmiş olan bir isim.
Stirner’in
1856’da ölmesinin ardından, kolektivizmin ve yeni-kantçılığın popülaritesi,
ondaki bireyci felsefeyi gölgede bıraktı. Bu gölge, Nietzsche’nin yüzyılın
sonuna doğru ünlenmesi ile kalktı. Stirner’den etkilenen Nietzsche, sosyalizmin
ve “modern dünya”nın “üst insan” olarak bilinen put kırıcı, aristokrat
felsefeci eliyle aşılacağından bahsedip durdu.
On
dokuzuncu yüzyıl süresince Stirnerciler, “üst insan”ı kadınların üstün Avrupa
ırkını doğurmasına ilişkin sorumluluk anlayışı ile birleştirdiler. Onlara göre
kadınlar, “yeni insan”ı dünyaya getirmelilerdi. Bu insan, hem “yeni çağ”ı
üretecek, hem de onun eseri olacaktı. Aynı şekilde, özgürlük ve eşitlik
fikrinden tiksinen sağcı aristokratlar da seçkincilik anlayışlarını ve sol
halkçılıkla kitle temelli uygarlığa yönelik nefretlerine fikrî temel bulmak
için yüzlerini Nietzsche'ye ve Stirner’e çevirdiler. Bu iki isimden etkilenen
kimi anarşistler ve bireyciler, Dostoyevski gibi isimlerle ilgilendiler.
Dostoyevski, modern dünyanın manevi krizine ve kitleler çağına son verecek olan
“muhafazakâr devrim” fikrini geliştirmişti. Anarşist Victor Serge’ün ifadesiyle,
“Dostoyevski’de en iyi ve en kötü, ayrılmaz bir bütündü. O, hem hakikatin
peşindeydi, hem de hakikatten korkardı. O, yoksul ve büyük bir insan gördüğünde
korkuya kapılırdı.”
Tarihin
“büyük insan”ı veya “yeni insan”ı, ne solcu ne de sağcıdır. O, modern dünyayı
yok edip, yerine sürekli gelişen bir imaj koymuştur. Peki bu imaj, ne tür bir
forma kavuşacaktır?
İtalya’da
fütürist hareket ve muhtelif romantik milliyetçi akımlarla bağlantılı olan
gericiler, Nietzsche ve Stirner ile tanımlı bireyci akıma yakınlıklarını ifade
ettiler. Yaşanacak felâketlerin modern dünyaya diz çöktürüp, yeni insanın
doğacağı yeni çağı kurmasını uman fütüristler, imparatorluğa dair tumturaklı
sözlerle “anarşistlere ait yıkıcı tavrı” kaynaştırmaya çalıştılar.
Bu
bireycilik ve “muhafazakâr devrim” eğilimleri içerisinde en popüler isim,
İtalyan estet Gabrielle D’Annunzio’ydu. D’Annunzio, Birinci Dünya Savaşı sonrası
İtalya adına yeniden almak için Fiume isimli liman kentine 1919’da cüretkâr bir
saldırı gerçekleştirmek için 2.600 asker topladı. Bu macera esnasında işgal
gücünün elinde, üzerinde kafatası ve çapraz kemiklerin bulunduğu siyah bayrak
bulunuyordu. Askerlerse, saldırı esnasında ulusal birlikle ilgili şarkılar
söylüyorlardı. İtalya bu işgal girişimine karşı koydu, kent-devleti romantik
milliyetçi liderlerinin eline teslim etti. Milliyetçi sendikacı Alceste De
Ambris’in hazırladığı anayasa, işbirliğine giden sendikalar sayesinde,
korporatif ekonomi üzerine kurulu ulusal dayanışmanın zeminini meydana getirdi.
Bu süreçte bazı kehanetlerini dile getiren D’Annunzio, balkondan herkese
şiirler okudu. Eril bir kişilik olan D’Annunzio, imparatorluktan ve krallıktan
yana olan, aynı zamanda kardeşlik üzerine kurulu duygulara sahip, radikal bir
isimdi. Asıl talepte bulunduğu hususlarsa, ulus için fedakârlık ve ona yönelik
sevgiydi.
Fiume’deki
özerk bölgesi ordunun eline geçince D’Annunzio, İtalya’ya döndü. Bu dönemde
aşırı milliyetçiler, fütüristler, sanatçılar ve aydınlar, onu gelişmekte olan
faşist hareketin lideri olarak selamladılar. Faşizmin ruhuna seslenen siyaset
kutsallaştırıldı, estetik törenler ve radikal şiddet bu sürece katkı sundular.
Muhtemeldir ki Mussolini, liderlik konusunda onu bir rakip olarak görüyor
olmasına karşın, ondaki tarzı ve ruh hâlini görmezden gelmedi, Fiume’deki
sonuçsuz macera üzerinden çok sayıda insanda kazandığı estetik albeniyi epey
ciddiye aldı.
Mussolini’ye
göre, faşizm partiye karşıydı, o salt hareketti. D’Annunzio’nun öfkesini,
kafataslı, çapraz kemikli bayrağını ve beldeki hançerini miras alan faşist kara
gömlekliler (squadristi), ondaki “Umurumda Değil” (Me ne frego)
marşında ifade edilen “umursamaz” tavrı da benimsediler.
Fiume
macerasına katılan bazı isimler, D’Annunzio faşist harekete katılınca onu
yüzüstü bıraktılar, gidip faşist tehditle mücadele etmek için Arditi del
Popolo (“Halkın Cesurları”) milislerine katıldılar. Diğerleri ise kara
gömlekliler içinde eridiler.
* * *
Eskiden
solcu olan Mussolini, devrimci sembollerle aşırı milliyetçi yeniden doğuş
fikrini buluşturma konusunda hiç güçlük çekmedi. 1920’de yaptığı bir konuşmada,
“tüm türleri ve vücut bulduğu tüm biçimleriyle kahrolsun devlet. Dünün,
bugünün, yarının tüm devletleri, kahrolsun. Burjuvası, sosyalisti, tüm
devletler yıkılsın. Bizim gibi bireycilikten başka bir fikri olmayan kişilere
göre, bizi bugünün karanlığından ve yarının kasvetinden, bugün saçma gibi
görünse de tek teselli şey olan anarşi dini kurtaracak” diyordu. Bir başka
konuşmasında ise şu soruyu soruyordu: “Şu Stirner neden geri dönmemeli?”
Mussolini’deki
anarşizm anlayışı çok önemli, zira o, anarşizmi faşizmin ön delili, onun
zihinde önceden tasarlanmış hâli olarak görüyordu. Nazi partisi üyesi hukukçu
Carl Schmitt’e kendisindeki mit anlayışıyla alakalı olarak şunu söylemekteydi:
“Eğer
anarşist yazarlar, mitik olanın otorite ve birliğe karşı önemini keşfetmiş
olsalardı, istemeden de olsa yeni bir düzen, disiplin ve hiyerarşi anlayışı
üzerine kurulu bir başka otoritenin temelini atmak için onlar da işbirliğine
giderlerdi.”
Faşizmin
diyalektiği burada iki yönlüdür: her dönemde faşizmin potansiyelini sadece
modern dünyanın anarşizme has bir şekilde yıkılması açığa çıkartabilir, oysa
Mussolini’ye göre, paradoksal biçimde, anarşizmin mitik devletsiz toplumu,
ancak kendi disiplinini kendisi sağlayan bir düzenden neşet edecektir.
Antifaşist
anarşist bireyciler ve nihilistler, Mussolini’ye göre bir tür “pasif hiççiliği”
temsil ediyorlardı. Nietzsche’ye göre bu eğilim çürümeydi, modernitedeki
zayıflıktı. Mussolini için savaşmış eski askerler, bireyciliğin Bolşevikler
eliyle ezilmesine karşı çıkmış, “savaşçıların karşı-partisi”nden yana saf
tutmuşlardı. Faşizm, erkeklerdeki kadın düşmanlığını istismar etmiş, topyekûn
çöküş vizyonlarındaki “pasif hiççiliği” “aktif hiççilik” hâline getirmişti. Ona
göre, yeni çağın yeniden doğuşu, yeni insanın elindeydi.
Yirmilerde
ve otuzlarda Avrupa genelinde tanık olunan faşizme yönelim, sadece eski
komünistler, sendikacılar ve sosyalistler arasından çıkan kolektivist sol ile
sınırlı değildi. Avrupalı avangart ve entelektüel seçkinlerin muğlâk siyaseti
de yüzünü faşizme çevirmişti. Fransa’da Georges Bataille ve Antonin Artaud gibi
isimler, acımasızlık, akıldışılık ve seçkincilik üzerine kurulu faşist
estetikle ilişkili denemelerin altına imza atmışlardı.
1934’te
Bataille, “büyük faşist toplumlar”a yer açmak istediğini açıktan deklare eden
bir isimdi. O, dünyaya dair “gelişkin formlar”a sahip olduğuna, “haşmetli ve
asil duygulara seslendiğine” inanıyordu. Bataille’ın Stirner’e yönelik
hayranlığı, sonrasında onu “paradoksal biçimde faşist olan bir eğilim”
içerisine girmekten alıkoymamıştı. Louis-Ferdinand Céline ve Maurice Blanchot
gibi diğer ünlü liberterler de kin yüklü antisemitizm türünden faşist temaları
kullanmışlardı.
Tıpkı
Blanchot gibi Nazileri destekleyen, dışavurumcu şair Gottfried Benn de içe
bakıp duran nihilizmin ve ızdırabın hümanizm karşıtı diline başvuruyor, sadece
hayvanî dürtülere ve akıldışı güdülere önem veriyordu. Varoluşçu felsefeci ve
Nazi partisi üyesi Martin Heidegger ise fenomenolojisi dâhilinde Niçeci
nihilizmi ve estetiği geliştirdi, kaygı meselesini modern hayatın merkezine
yerleştirdi, varoluşu hakiki bir sanat faaliyetinde saklı olduğunu düşündüğü
yıkıcı işlem üzerinden rahatlatmaya çalıştı.
Hitler’in
iktidara gelişini sevinçle karşılayan yazar Ernst Jünger, “aktif nihilizm”in
gücünü önemsiyor, uygarlığın “büyülü sıfır noktası” üzerinden çökmesini
arzuluyordu. Bu çöküş sayesinde kendisinin “anarklar” dediği aşırı bireyci
aktörlerin kuracağı yeni çağ başlayacaktı. Stirner’in etkisi, hem ilk yılları
itibarıyla Mussolini’de, hem de Jünger’de mevcuttu. İlerleyen süreçte bu etki,
Carl Schmitt ve Julius Evola gibi faşist hareketin diğer üyelerince sonraki
döneme taşındı.
Uygarlığın
çöküşü peşinde olan isimler içerisinde belki de en önemlisi, Evola’ydı. Ona
göre yeni çağ, “evrensel birey”in manevi uyanışının gerçekleştiği, erkeklerin
üstün olduğu, fedakârane bağlılığın esas olduğu bir çağdı. Davaya bağlı bir
faşist ve bireyci olarak Evola, kutsal şiddete, ırkçılığa, antisemitizme ve
gizeme sadık bir kişiydi. “Politik asker” öğretisinin sahibi olan Evola,
şiddeti çoğunluk karşısında bireyin üstün olmasını sağlayan bir tür doğal
hiyerarşinin oluşturulması noktasında önemli görüyordu. Onun inancına göre büyü
pratiği, insanı aristokratik bir ruha kavuşturuyordu. Bu ruhsa ifadesini, ancak
fedakârlıkta ve samuraylara has onur anlayışında bulabilirdi.
Evola,
bilgiye olan susuzluğunu dindirmesi için kendisini Viyana’ya davet eden
SS’lerle bu fetih, seçkincilik, fedakârlıktan zevk alma anlayışını
paylaşıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Evola’daki manevi faşizm, aslen Yunan
olan Fransız ezoterisist Savitri Devi’nin yazılarında da çıkar karşımıza. Devi,
günümüzde tanık olduğumuz Derin Ekoloji’ye benzeyen, Nazilere has hümanizm
karşıtı bir doğa ibadeti geliştirmişti. İnsan haklarına karşı çıkan Devi,
dünyanın iç içe geçen yaşamsal güçlerin bütünlüğü olduğu düşüncesindeydi. Ona
göre, bu bütünlükte hiç kimse bir başkasına karşı ahlakî bir ayrıcalığa sahip
değildi.
İkinci
Bölüm: Post-Sol’un Oluşumu
İki
dünya savaşı arası dönemde faşizm, çok sayıda antikapitalisti ve bireyciyi
cezbetti. Bu etkileşim, esas olarak elitizm, siyasetin estetikleştirilmesi ve
modern dünyanın yıkımına dönük nihilist arzu dolayımı ile gerçekleşti.
İmparatorluğun yıkılması ardından faşistler, hem devlet hem de toplumsal
hareketler içerisinde çeşitli dolaplar çevirerek, hareketlerinin közünü yeniden
alevlendirmeye çalıştılar. Belli ölçüde Hitler’e karşı çıkıp uygarlığın yıkımı
ile “yeni insan” fikrine dayalı elitizmi harmanlayan özgün “milli sendikacılık”
fikrine geri dönülmesi çağrısında bulunmak, faşistler arasında popüler bir
eğilim hâlini aldı. Faşistler, bu süreçte NATO ve çokkültürcü liberalizme
karşı, Avrupa’daki etnisitelerin ulusal kurtuluşunu savundular. Bir yandan da
yeni faşist melez fikirler oluşturmak adına, İtalyan felsefeci Julius Evola ile
aslen Yunan olan Fransız yazar Savitri Devi’nin okültizmiyle satanizmi
birleştirdiler. Savaş sonrasında altkültürlere faşizm, politik muhalefetin
okültizmle kutsallaştırılmasıyla, ekolojiyle ve anti-otoriterizmle sızdı.
Altmışlarda
Ya Sosyalizm Ya Barbarlık, İşçilerin Gücü (Pouvoir ouvrier) ve
Sitüasyonistler gibi sol-komünist gruplar, La Vielle Taupe (“İhtiyar
Köstebek”) gibi yayınevlerinde bir araya gelip sanayileşmiş uygarlıkta gündelik
hayatı sanat ve dönüştürücü pratikler aracılığıyla eleştirdiler. Bu hareketin
üyelerinden biri olan Gilles Dauvé’ye göre, bu La Vieille Taupe yayınevinde
toplaşan küçük grup, müştereklik fikrini, yani tüm toplumsal ilişkilerin
devrimci dönüşümü fikrini geliştirdi. “Aşırı solcu” olan bu yeni hareket, Mayıs
1968 boyunca Paris’te öğrencilerin ve işçilerin gerçekleştirdiği büyük
ayaklanmaya yol açacak olan genç, entelektüel isyana ait estetiğe ilham verdi.
Aşırı
solun yarattığı, güçlü ve otorite karşıtı akım ve Mayıs 1968’deki ayaklanma,
Avrupa’da benzer hareketlere katkı sundu. Bunlardan biri de süreç içerisinde
Fiat’ta yapılan bir grevden kitlesel sokak gösterileri, kiralık ev grevleri, ev
işgalleri gibi eylemleri içeren genel başkaldırıya dönüşen İtalyan Otonom
Hareketi idi. Otonom hareketinin büyük bir kısmı solcu olmaya devam etse de
üyeleri, yerleşik sol akımlara eleştiriler yönelttiler. Otonomistler,
çoğunlukla şehir gerillalarının acemi stratejilerine karşı çıktılar. 1977’de
“Silâhlı Neşe” takma adıyla yazılar yazan bireyci anarşist Alfredo Bonanno,
İtalyan solculara patriarkal iddiaları gerilla savaşına terk etmeyi ve halkın
isyancı mücadelesine iştirak etmeyi önerdi. Marksist teorisyen Jacques Camatte
ise eskiden solculuğun kötümser itirazını benimseyen bir isimken, doğaya bağlı
basit bir hayatı benimsedi. Bu eğilim, İtalyan solu içindeki çelişkileri daha
da derinleştirdi.
Otoriterizm
karşıtlığı ile birlikte ekolojinin belirlediği uygarlık eleştirileri,
altmışların ve yetmişlerin bir ürünüydü. Bu önemli eğilim, yeni bir kimlik
dâhilinde, hem sola hem de sağa karşı çıktı. Popüler toplumsal hareketlere ait
bu türden akımları benimseyen ve sol ile sağ arasındaki ideolojik çizgileri
bulanıklaştıran faşist ideologlar, “etnik çoğulculuk” düşüncesinin çerçevesini
oluşturdular. Söylemlerini “farklılık hakkı” (etnik ayrılıkçılık) fikri üzerine
kuran faşistler, kendilerini Avrupalı yeni sağ, milli devrimciler ve devrimci
gelenekçiler gibi etiketlerin ardına sakladılar. “Avrupalı yeni sağ”, aşırı
solun savunduğu, modern dünyaya yönelik itirazı benimseyip, Avrupa’nın yerli
haklarını ve kıtanın pagan köklerini öne çıkarttılar. Sonrasında faşistler,
köke dayanma anlayışından maneviyata dayalı fikirler türettiler, Nazilerin ve
Alman etnisite (volkische) hareketinin benimsediği, “kan ve toprak”
ekolojisini yeniden anımsattılar.
İtalya’da
bu hareket, “Hobbit Kampı”nı kurdu. Bu, Marco Tarchi gibi Avrupalı yeni sağın
önemli bir siması tarafından örgütlenmiş bir ekoloji festivaliydi. Kamp,
Sitüasyonist tarzı afişlerle ve bildirilerle hayal kırıklığına uğramış gençlere
pazarlandı. İtalyan “milli devrimci” Roberto Fiore, Bolonya’daki bir tren
istasyonunu bombalama eylemine katılma suçlamasıyla ülkeden kaçtı, Tarchi’nin
Avrupalı yeni sağcı meslektaşı Michael Walker’ın Londra’daki evine sığındı. Bu
evde Fiore, Walker ve bir grup faşist militan, 1980’de Resmi Milli Cephe
denilen politik örgütü kurdu. Bu grup, avangart faşist estetikten istifade
etti, yeni folk, gürültü ve başka deneysel müzik türlerine can verdi.
* * *
Faşistlerin
yeşil harekete girip, solcu otoriterizm karşıtı düşünceyi istismar ettikleri
dönemde Sitüasyonizm de dönüşmeye başladı. Yetmişlerin başında
post-sitüasyonizm, ABD’de kolektivist düşünce ile Stirnerci egoizmi meczeden
kolektifler üzerinden açığa çıktı. 1974’te Bizim İçin isimli grup Açgözlü
Olma Hakkı başlığını taşıyan bir broşür kaleme aldı. Bu broşür,
diğerkâmlığı şiddetle eleştiriyor, egoist açgözlülüğü sosyal kimlik ve refahın
teşkil ettiği bir tür sentezle, özetle, fazla olanla ilişkilendiriyordu. Metin,
1983’te Loompanics Unlimited isimli liberter bir grup tarafından yeniden
yayınlandı. Önsözü ise ismi pek bilinmeyen, Bob Black diye biri kaleme aldı.
Post-sitüasyonizm,
zamanla bireyciliğe evrildi. Bir dizi Avrupalı aşırı solcu ise yüzünü sağa
çevirdi. Paris’te bulunan La Vieille Taupe grubu, antifaşizmin
gerekliliğini redde tabi tuttu, Holokost’un, Yahudi Soykırımı’nın kapitalist
düzenin muhafazası için gerekli bir yalan olduğunu söyledi. 1980’de bu
yayınevi, o ünlü Mémoire en Défense centre ceux qui m’accusent de falsifier
l’histoire [“Beni Tarihi Tahrif Etmekle Suçlayan Bellek Savunma
Merkezleri”] isimli kitabı yayınladı. Kitabın yazarı, Holokost’u inkâr eden bir
isim olan Robert Faurisson’du. Bu yayınevi ve kurucusu Pierre Guillaume,
uluslararası planda ciddi eleştirilere maruz kalsa da solcu profesör Noam
Chomsky gibi isimlerden destek gördü. Guillaume ve arkadaşları eleştirilmiş
olmasına karşın, aşırı soldaki antifaşizme yönelik reddiye daha da yaygınlaştı.
Buna katkı sunan bir isim de Dauvé’ydi. Dauvé, seksenlerin başında özgül bir
hareket olarak faşizmin yok olduğu iddiasındaydı.
Faşizmin
tarihe ait yapay bir olgu hâline geldiğine dair düşünce, faşizmin çeşitli
alanlara sızmasına katkı sundu. Bu süreçte Faurisson ve Guillaume, aşırı sağın
el üstünde tuttuğu isimler mertebesine yükseldi. Holokost inkârı örneğinde
görüldüğü üzere, aşırı sol teori, etnisiteye dair terimlere ve düşüncelere
karşı bağışık değildi. Etnisiteyle alakalı düşünceler, Resmi Milli Cephe’nin
ortaya koyduğu çalışmaların temelini teşkil ediyordu. Bu çalışmaların çoğunu
kaleme alan Troy Southgate, Sitüasyonistlerden, ayrıca solcu ve sağcı birçok
kişiden etkilenmiş bir isimdi. Southgate, “Yeşil Anarşist” denilen, Punk’a
meyilli dergiyle bağlantılı radikal politikaya odaklanmıştı. Bu derginin ana
derdi, modern uygarlığın yıkılması ve ilkel hayata geri dönmekti. 1991’de Yeşil
Anarşist dergisinin editörleri, yurtsever bir militarist olduğu için editör
ekibinde yer alan arkadaşları Richard Hunt’ı dergiden kovdular. Hunt da Yeşil
Alternatif isminde başka bir dergi çıkarttı ve kısa bir süreyle
Southgate’le biraraya geldi. İki yıl sonra Southgate, Devrimci Milliyetçilik
İrtibat Komitesi’ni kurmak amacıyla Jean-François Thiriart ve Christian Bouchet
ile ittifak kurdu.
ABD’de
“anarko-primitivist” veya “Yeşil Anarşist” eğilim, eski aşırı solcu John
Zerzan’ın başının altından çıktı. Uygarlığı dünyanın düşmanı olarak tanımlayan
Zerzan, moderniteyi redde tabi tutan, sürdürülebilir geçimlik hayat tarzına
geri dönülmesi fikrini savunuyordu. Zerzan, ırkçılığa karşı çıksa da kısmen
Martin Heidegger’in düşüncesi üzerinden, insanlarla dünya arasında, hakiki,
sembolik düşüncenin aracılık etmediği ilişkiler kurulması fikrini savunuyordu.
Bu geri dönüş de elbette uygarlığın tümden çökmesini gerekli kılmaktaydı, yani
milyarlarca değilse de milyonlarca insan ölmeliydi. Zerzan, kendisini
destekleyen Ted Kaczynsky’nin öldürdüğü insanlar konusunda net hiçbir şey
söylememekteydi.
Zerzan’la
otoriterizme karşı çıkma ve kabileci, avcı-toplayıcı topluma geri dönme fikri
konusunda uyuşan, okültist Hakim Bey, “Geçici Özerk Alan” fikrini geliştirdi.
Hakim Bey’e göre böylesi bir alan, sefahate dayalı, devrimci şiirin erotik ve
kurtarılmış sahasını açığa çıkartacaktı. Ama 1991 tarihli metninde Hakim Bey,
D’Annunzio’nun Fiume’yi işgalini savundu, sağı ve solu aşmaya dönük tarihsel
eğilimleri öne çıkarttı.
Zerzan
ve Hakim Bey ile birlikte Bob Black de bugün post-sol olarak adlandırılan
akımın temelini teşkil eden isimlerden. 1997 tarihli kitabı Solculuktan
Sonra Anarşizm’de Black, bireycileri “yaşam tarzı anarşizmi” olarak
eleştiren solcu anarşist Murray Bookchin’e cevap verdi. Zerzan’ın uygarlık
eleştirisinden, Stirner ve Nietzsche’den beslenen Black, çalışmanın reddini
Bookchin’le tanımladığı otoriter sol eğilimlere karşı bir tür çare olarak
savunmaktaydı.
Böylece
post-sol, aşırı solcuların, yeşil anarşistlerin, spritüalistlerin ve
egoistlerin internet dergilerinde, kitaplarda ve Anarşi: Silâhlı Arzu dergisi
ile Beşinci Sınıf gibi dergilerde yayınlanan yazılar aracılığıyla
oluşmaya başladı. Bu düşünürler ve yayınlar kendi aralarında birçok yönden
ayrışsalar da post-solun önemli vasıfları, temelde uygarlığın çöküşüne dönük
eskatolojik beklentiyi sürdürmeye devam etti. Bu beklentiye bir de solla sağı
redde tabi tutan bireycilik ve kolektivizm sentezi eşlik ediyordu. Oluşan
düşüncenin merkezinde hümanizme, aydınlanma geleneğine ve demokrasiye karşı
çıkan, organik, kabile toplulukları ve dünya anlayışı duruyordu. Bu post-sol
metinler, bol bol Stirner, Nietzsche, Jünger, Heidegger, Artaud ve Bataille
alıntıları içeriyordu. Temelde bu metinler, solla sağı, bireycilikle
“muhafazakâr devrim”i birleştiren, senkretik bir düşünsel eğilim meydana
getirmekteydi. İleride göreceğimiz üzere bu durum, düşünce alanında faşizmin
sızacağı yığınla delik açılmasına neden oluyordu.
Üçüncü
Bölüm: Faşist Sızma
Doksanlarda
Christian Bouchet, Jean-François ve Troy Southgate’in meydana getirdiği,
sonrasında Avrupa Kurtuluş Cephesi adını alan “milliyetçi devrimci” ağ,
karşı-kültür ile avangart sanat arasındaki bağları keşfe çıktığını iddia eden
San Fransiskolu dazlak örgütü Amerika Cephesi ile birleşti. Satanist Nazizm
hareketini inşa etmeye yönelik geçmişte ortaya konulan çabalarda da görüldüğü
üzere, Amerika Cephesi lideri Bob Heick de faşist müzisyen Boyd Rice ile
dostluk kurdu, öte yandan satanizm, okültizm ve paganizmden oluşan bir karışıma
destek çıktı. Müzik diye gürültü yapan, avangart sanatçı iddiasında olan Rice,
Abraksas Vakfı adında bir “faşist düşünce kuruluşu” kurdu. Bu kuruluş,
yetmişlerde faşist militan James Mason’ın bir araya getirdiği, Charles Manson’a
ait tarikatçı fikirler ile satanizmi ve faşizmin bir bileşimini savunmaktaydı.
Rice’ın kanatları altında yaşayan, onun uzun yıllardır dostu olan, Abraksas
üyesi Michael Moynihan, Abraksas çizgisine uygun olan, Charles Manson’ın
İskandinav Black Metal’inden militan İslam’a, oradan Evola, James Mason, Bob
Black ve John Zerzan’a uzanan birçok metni yayınlayan radikal yayıncılık
şirketi Feral House’a katıldı.
Benzer
çalışmalar dâhilinde, Troy Southgate’in Fransa’daki müttefiki Christian
Bouchet, neo-folk, yeni “anarşik” İskandinav Black Metal dünyası etrafında
gelişen sektörü destekleyen dağıtım ağları ve dergiler kurdu. Sonrasında
milliyetçi anarşistler, yeşil anarşizme bağlı internet grupları kurmaya veya bu
gruplara sızmaya çalıştılar. Southgate ve Bouchet’nin ağı Rusya’ya doğru
genişledi, ünlü Rus faşist Alexander Dugin, Zerzan’ın çalışmalarına hayran olan
bir isim olarak, yeni bir öncü ideolog hâline geldi.
Post-solcuları
bu türden gelişmeler üzerinden tanımak mümkün. 1999’da Silâhlı Arzunun
Dergisi: Anarşi’nin editörlerinden Bob Black’in kitapları için yazdığı
yazıda Lawrence Jarach, “milliyetçi anarşizm”in yükselişine karşı uyarılarda
bulunuyordu. 2005’te Zerzan’ın dergisi Yeşil Anarşi, Southgate’in
“milliyetçi anarşizm”ine yönelik uzun bir eleştiriye yer verdi. Bu uyarılar
önemliydi. Söz konusu eleştiriler, esas olarak milliyetçi anarşizmin Yeryüzü
Kurtuluş Cephesi [YKC] gibi doğrudan eylem hareketleri ve örgütleri içerisinde
yuvalandığı üzerinde duruyordu. Adı geçen cephe, kendisini endüstriyel
uygarlığın yıkımı için sabotaj ve mülk imhası gibi eylemlere adamış, çevreci
anarşist bir örgüttü.
YKC’nin
doksanların sonunda ve 2000’lerin başında kundaklama eylemlerine imza ettiği
dönemde, eski bir üyesinin bana anlattığı kadarıyla örgüt, Nathan “Sürgün”
Block ve Joyanna “Sadie” Zacher’in İskandinav black metal’ine âşıktı, ayrıca
sürekli Charles Manson’a atıfta bulunuyor, elitist, sol karşıtı bir zihniyeti
teşvik ediyordu. Bu isimler, Abraksas, Feral House ve Bouchet’nin dağıtım
ağlarından bahsediyorlardı, ama yürüttükleri siyaset, o dönem faşizm bağlamında
değerlendirilmiyordu. Öte yandan genel görüşleri gayet netti. Eski YKC üyesinin
aktardığı biçimiyle, sonrasında Nathan Block’un yönettiği bir Tumblr hesabı
keşfedildi. Antifaşistlerin tespit ettiği bu internet sayfasında okültçü faşist
referanslara rastlanmakta, bunlar milliyetçi anarşist simbiyolojiyi, gamalı
haçları, ayrıca Evola ve Jünger gibi isimlerden yapılan alıntıları
içermekteydi.
Demek
ki Zerzan ve Bob Black’in Feral House ile birlikte kitap yayınlamak istemesi,
bir tesadüf değildi. Yeşil Anarşi dergisinin milliyetçi anarşizme karşı
kayda değer uyarılarda bulunduğu 2005’te Zerzan’ın iki kitabı aynı yayınevinden
çıktı. Burada post-sol ile faşizm arasındaki alt kültür düzleminde gerçekleşen
kesişimlerin ilk örneklerine rastlanmaktaydı. Post-solcular, faşistlerle
işbirliği hâlindeydiler.
Yeşil
Anarşi’nin entrizme, sızmaya karşı uyarılarda bulunduğu bir dönemde
Zerzan, kitaplarını Feral House’a veriyordu. Anti-politika Kurulu olarak
bilinen internet forumu, bu yakınlaşmaya dair örneklerle doluydu. Kral
Abaküs’ü Öldürmek isimli derginin içinden çıkan bu kurulun binden fazla
kayıtlı üyesi vardı ve onlarca insandan katkı alıyordu. Bu internet kürsüsü,
post-solculara tartışma zemini sunmaktaydı. İsyancılık, müşterekçilik, yeşil
anarşi ve egoizm ile ilgili olan bu tartışmalar, tuhaf bir rekabetçi
putkırıcılık üretmekteydi. “Cinsellik karşıtlığı, kolektivist ahlakçılık gibi
konu başlıkları ile özerk antifaşizm eleştirisi gibi çalışmalar, bu tür çabalar
üzerinden popülerleşti. Ahlaka ve ahlakçılığa yönelik saldırılarda asıl dert,
herkesin solcu ırkçılık karşıtlığı ile bağlantılı olan “kimlik siyaseti”nden ve
“beyazlardaki suçluluk” hissinden kurtulmalarını sağlamaktı.
Bu
tartışmaların sürdüğü ortamda post-milliyetçi anarşizmi benimsemiş olan Andrew
Yeoman isimli bir genç çıktı ortaya. Yeoman’ın forumdan çıkartılması
istendiğinde site yöneticisi bu talebe karşı çıktı ve “beyaz bir milliyetçiyi
çıkartırsak solcular gibi davranmış oluruz” dedi. Başka bir şey denemek
zorundalardı. Ne yaptılarsa işe yaramadı, sonrasında Yeoman, Körfez Bölgesi
Milliyetçi Anarşistleri isminde bir grup oluşturdu, kitap fuarlarına katıldı,
Minutemen ve Amerika Cephesi ile anarşistlerin işbirliği yapması gerektiğini
söyledi.
Anti-politika
Kurulu’nun önemli bir yönü de onun nihilist ve isyancı teorileri sürekli
dillendirmesiydi. Her iki görüş, 2008 finans krizi sonrası popülerleşti. Hakim
Bey’in (Peter Lamborn Wilson’ın) kaleme aldığı “Yeni Nihilizm” isimli makalede
dile getirildiği biçimiyle, 2010’a doğru ortaya çıkan, 2010’larda gelişen yeni
nihilizm dalgasını aşırı sağdan ayırmak mümkün değildi, zira bu dalga, birçok
farklı görüşü bünyesinde cem etmişti. Esasında Stormfront sitesi içinde
“TAZriot” ve “whitepunx” gibi sürüyle kullanıcıya rastlamak mümkündü. Bu
isimler, temelde Stirnercilikteki ırkçı konumdan neşet etmiş basit, bireyci
ilkeleri savunuyorlardı. Politik doğruculuğa ve beyazların suçluluk duymasına
karşı çıkan bu post-solcu ırkçıların temel arzusu, beyazlar için ayrı radikal
mekânlar ve özerk bölgeler oluşturmaktı.
Sıkı
bir araştırma üzerinden Portland’deki Rose Şehri Antifa örgütü whitepunx’ın
kimliğini ortaya çıkarttı: “Tetik” Tom Christensen, şehirdeki pankçılar
arasında adı sanı bilinen biriydi. Kendisi Stormfront sitesine şunu
yazmaktaydı: “Hiç antifaşist olmadım, ama birkaçıyla takıldığım doğrudur. Müzik
piyasasında pankçı olarak yer aldım, oralarda antifaşistlere denk geldim.
Birkaçıyla arkadaş oldum. Beni yanlarına çekmek istedilerse de beceremediler.
Ben beyaz milliyetçisiydim. Fikrimi kimseye açmıyordum, başkalarının
görüşlerine kendimi kapattım. Bu insanların bazılarını tanımanın işime
yaradığını söylemem lazım. Bugün antifaşist hareket ve SHARP [Irkçı Önyargılara
Karşı Dazlaklar] içerisindeki her ismi tanırım.”
Christensen’in
dediğine göre post-solcularla takılmış, Yeoman gibi o da onlarla tartışma
yürütmüştü. Bir yıl bile geçmeden Christensen, “Sence Muhbir Olmak
Düşmanlarımızın Aleyhineyse Kabul Edilir Bir Şey midir?” başlıklı bir yazı
yazdı ve orada şunları söyledi: “Ertesi gün aklıma ilginç bir fikir geldi ve
insanların görüşlerini dinlemek istedim. Polis, hareketin düşmanı olan
kişileri, solcuları, kızılları, anarşistleri suçlamaya yetecek deliller istese,
ne yaparız? Verir miyiz o delilleri? Solcuları ihbar eder misiniz, ispiyonlar
mısınız?” 21 beyaz milliyetçi “evet” dedi bu soruya. Bazıları da Christensen’i
tanıdığı isimleri ihbar etmesini istedi, bazıları çeteye sadık kaldığını
ısrarla dile getirdi. Bu adamın polise gidip gitmediğini bilmiyoruz, fakat Mayıs
2013’te Stormfront’taki yazışmalar tahkikat jürisinin önüne geldi, ardından da
dört anarşist mahkemeye çağrıldı. Dördü mahkemeye saygısızlık suçunu
işledikleri iddiasıyla tutuklandı.
Post-solcularla
faşistler arasındaki kesişmeye dair diğer bir rahatsız edici örnek ise Ultra
isimli nihilist örgütle bağlantılı radikallerin Portland’deki Rose Şehri
Antifaşist Örgütü’nü Jack Donovan’ı teşhir eden bir yazı yayınladıkları için
ağır eleştiri yöneltmesiydi. Şiddet araçlarını kullanan beyaz milliyetçisi
örgüt Vinland Kurtları’nın üyesi olan Donovan, Kabuki Güç Labı isimli bir spor
salonu işletiyor, bir yandan da erkekçilik yanlısı videolar çekiyordu. Yazının
yayınlandığı 2016 Kasım’ında bir Ultra üyesinin aynı zamanda söz konusu spor
salonuna gittiği anlaşıldı. Donovan, spor salonu dışında bir de dövmeci dükkânı
işletiyor, bu dükkânda Liberter Parti üyesi faşist Augustus Sol Invictus’a
faşizmin simgesi olan değnekler demeti dövmesi yapıyordu. Spor salonunun
üyelerinden birinin aktardığı kadarıyla “Jack çelişkili görüşlere sahipti,
çoğunlukla kabul etmediği işler yapabiliyordu. Ama onun bu hâlinin spor
salonundaki tavır ve davranışlarını etkileyip etkilemediğini bilmiyorum.”
Milliyetçi Politika Kurumu ve Baskı Projesi gibi internet ortamlarında “ırkla
ilgili gerçekçi” istatistikler paylaşan Donovan, aynı zamanda biyolojik
bölgecilik görüşünü benimsiyor, uygarlığın çöküşü görüşüne destek veriyordu. Bu
çöküş teorisine göre kimlikle bağlantılı, doğal hiyerarşilere tabi olan kabile
yapıları aralarında gerçekleşecek savaşta tersyüz olacaktı. Bu, Ultra grubunda
ve post-solcu örgütlerin üyelerinde makes bulan bir görüştü.
Faşistleri
savunmanın ve onlarla işbirliği kurmanın aynı şey olmadığı, bu iki yaklaşımın
tesadüfi kesişimlerin dışında ele alınması gerektiği iddia ediliyor bugünlerde.
Oysa kesişim noktaları, esasen göz ardı etme, savunma veya işbirliği yapma ile
ilgili bir eğilime işaret ediyorlar. İşbirliği ve savunma meselesi, birlikte
varlık imkânı bulabiliyor. Bu ikisini savunanlar yan yana gelebiliyorlar.
Örneğin Oregon eyaletinin Portland şehrinde İngiliz aşırı solcu grup Wildcat,
antisemitizme kaymadan önce post-solcularla birlikte bir okuma grubu
oluşturmuştu. Grubun kurucusu, kısa bir süre sonra Eugene şehrindeki Pasifika
Forumu denilen eski solcu, yeni faşist örgüte katıldı ve antisemitist lider Tim
Calvert’ı savunur konuma geldi. Son olarak da Yahudi Soykırımı’nı inkâr eden
David Irving’in etkinliğinde görüldü.
Aşırı
sağ ile post-solcu nihilizm arasındaki işbirliğinin, hatta sentezin en
sıkıntılı örneği, muhtemelen alternatif sağ içinde gerçekleşeniydi. Donovan,
bugün alternatif sağın bir üyesi kabul ediliyor. Christensen ise Facebook’taki
bir yazısında kadın düşmanı Mağrur Delikanlılar isimli grubu övüyor. Alternatif
sağla bağlantılı olan bu grup ve bireyler, Matriks filmine atıfla, “kırmızı
hapı seçenler” olarak tarif ediliyorlar. Filmdeki gibi bunlar da kırmızı hapla
distopik gerçeğin farkına vardıklarını, uyandıklarını söylüyorlar. Kırmızı hapı
yutmak, alternatif sağ üyeleri için antisemitist komplo teorilerinin, kadın
düşmanlığının ve beyaz milliyetçiliğinin sunduğu “gerçekliği” bilince çıkartmak
demek. “Bıçak Ustaları” denilen, internet ortamlarında provokatif içerikler
üreten isimlerin faal oldukları internet forumları, antisemitizme ve nefret
söylemine evriliyorlar. En uç biçimlerinde, son yıllarda, artık “siyah hap”tan
söz ediliyor. Bu isimler, yukarıda tarif edilen bireycilik ve nihilizm akımları
üzerinden, ayrım gözetmeyen şiddeti göklere çıkartan kişilere dönüşüyorlar.
Siyah
hapçılar, tüm teorilere bağlı oldukları iddiasındalar. Bu eğilim, post-solcu
örgütler arasında hayli popüler olan ve modern dünyayı hedef alan, ayrım
gözetmeyen şiddet eylemlerini savunan Yabana Meyilli Bireyler denilen uygarlık
karşıtı militan örgütün yaklaşımını anımsatıyor. Siyah hapçıları etkileyen
diğer bir isim de Adam Lanza. Bu adam, Connecticut eyaletinin Newtown
şehrindeki Sandy Hook İlkokulu’nda 20 çocuğu ve altı öğretmeni, ayrıca kendi
annesini öldürmeden önce John Zerzan’a telefon eden kişi. Zerzan, Yabana
Meyilli Bireyler’i şiddetle eleştirdi, Lanza’nın korkunç eyleminden aylar sonra
bir makale kaleme alarak post-solcu nihilistlerden bir umut kapısı bulmalarını
istedi: “Görünen o ki egoizm ve nihilizm anarşistler arasında bayağı rağbet görüyor,
Kendilerini egoist ve nihilist olarak tanımlayanlar, umarım umutsuz
değildirler. Vesveselere hayır, umuda evet.” Zerzan, bu bildirisini
genişleterek kitap hâline getirdi ve kitabı 10 Kasım 2015’te Feral House
yayımlandı. Oysa yayınevi bir gün önce, yazarları arasında Nazi dazlak Eddie
Stampton’ın da bulunduğu Beyaz Milliyetçi Dazlak Hareketi isimli kitabı
yayımlamıştı.
Sonuç
Bahsi
edilen kesişimler ışığında görülüyor ki birçok bireyci anarşist, post-solcu ve
nihilist, bulundukları ortamları ve ağları faşistlerle paylaştıklarını hiç
inkâr etmiyor. Birçok örnekte de görüldüğü üzere, bu isimler, bir yandan da
faşistlere karşı mücadele etmeye ve hareketi ele almaya çalışıyorlar. Ama öte
yandan da keyfi bir tutumla, aynı anarşistler, faşistlerden kendilerini ayırma
konusunda herhangi bir sorumluluk da üstlenmiyorlar. Radikal ortamlarda
faşistlerin, anarşistlerin ve romantiklerin faal oldukları birçok nokta mevcut.
Buna karşın hâlen daha bazıları, bu türden birlikteliklerin hor görülmesinin
yanlış bir fikri yaymaktan başka bir işe yaramayacağını, bunların “yardım ve
yataklık suçu” üzerinden eleştirilemeyeceğini iddia ediyorlar.
Bu
makalede aktarılan bilgiler üzerinden şunu söylemek mümkün: oluşan çapraşık
ilişkiler ve kesişimlerde karşımıza daha çok egoizm ve radikal çevrecilik
teorisi çıkıyor. Stirnercilikten ve Niçeci felsefeden türetilen egoizm, bireyin
tecrübe ettiği toplumsal yabancılaşmaya somutluk kazandırıyor, ayrıca büyüklük
kompleksi ile elitist bir kendi kendini yetkilendirme anlayışına yol açıyor.
İsyancılıkla ve radikal çevrecilikle birleştiğinde egoizmin av-avcı” anlayışına
veya “kurt-kuzu” elitizmine dönüşmesi mümkün. Bu anlayış, ahlakçı bulduğu için
başkalarına yönelik merhameti ve şefkati redde tabi tutuyor. Bu türden bir
yabancılaşmış, bigâne elitizmin, intikam, nefret ve zorbalıkla bağlantılı,
gerçeklikten kopuk estetik ve duygusal konumlar alınmasına neden olacağı açık.
Hümanizmi
ve şehir temelli modernizmi reddeden akımlardan neşet eden, post-sol tarafından
sıklıkla benimsenen radikal çevrecilik teorisi, insan kayıplarını kitlesel yok
oluş dalgaları üzerinden anlayabiliyor. Bu sayede radikal çevreciler, “sürüyü
telef edecek” veya insanların milyarlar değilse bile milyonlar hâlinde ölmesine
neden olacak bir çöküş beklentisi içerisindeler. Radikal çevrecilik teorisinin
bu yönü “çok insan var” diyen görüşlere yakın duruyor, hatta onlarla iç içe
geçiyor. Bu tür görüşleri beyaz milliyetçileri ve Tanton Ağı’yla bağlantılı
göçmen karşıtı aktivistler ortaya atıyorlar. Bazı radikal çevreci egoistler
(veya nihilistler) görevlerini uygarlığa ahlak karşıtı darbeler indirmek
suretiyle bu tür bir çöküşü ve yıkımı tetiklemek olarak tarif ediyorlar.
Hakim
Bey’in Geçici Özerk Bölgesi, Mussolinicilerin Yugoslavya’daki Fiume şehrini
almasına dönük övgüler, Zerzan ve Black’in kitaplarını Feral House’a
yayımlatması, Ultra örgütünün Donovan’ı savunması, post solun beyaz
milliyetçilerle ilişkilerinin bazen net olmamakla birlikte, işbirliği temelli
ilerlediğini ortaya koyuyor. Yeoman ve Christensen ile ilgili diğer örneklerse
post-solcuların faşist düşüncelere yönelik hoşgörüsünün o düşünceleri farkında
olmadan benimsemekle, beyaz milliyetçilere kürsü temin etmekle ve sızma
faaliyetlerine açık olmakla sonuçlandığını gösteriyor. Bazen “sol eleştirisi”
kılıfı altında hoşgörüyle karşılanan kimi görüşlerin “doğal hiyerarşiler”e onay
veren yaklaşımları içerdiği görülüyor. Zira aşırı milliyetçilik, anavatanla ve
ecdatla kurulan etnik-biyolojik ve ruhani bağ olarak anlaşılıyor. Bu anlayış,
kadınların mücadelesine ve antifaşist mücadeleye karşı çıkıyor, öte yandan
şiddeti ve zorbalığı fetişleştiriyor.
Bugün
sızma faaliyeti içerisindeki faşizmi ifşa etmek, buna bağlı olarak, güçlü,
dolaysız ağlar kurulmak zaruri ise o vakit faşistlerle ilişki kuran radikal
hareketlerin tanınmasının eskisine nazaran daha fazla önem arz ettiğini görmek
gerek. Anarşistler, faşist sızmaya davetiye çıkartan kaçamak sözleri terk
etmeli, anarşiyi eşitlik ve özgürlük mücadelesinin mütemmim cüzü olarak ele
almalıdır. Kapsamlı öğrenme süreçleri, gruplar arasında gelişkin polemiklere
yol açacak olsa da tüm biçimleri ve muhtelif kılıflarıyla faşizme karşı
verilecek mücadelede dayanışma içerisine girmenin bu öğrenme süreçlerinden daha
önemli olduğu görülmeli.
Alexander Reid Ross
29 Mart 2017
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder