Din
Siyaseti
Pasolini’nin
Gospel isimli filmindeki mükemmellik, filmin bugün tanık olunan, dine
dönüşten farklı olarak yeni bir vizyon veya yeni bir Tanrı fikri öneriyor
olmasıdır. Bugünün dinî liderleri ve dinî-politik hareketleri, perhizden,
giyinmeden ve “geleneksel” yaşam tarzlarından dem vuruyorlar. Avrupa’da yaşayan
Müslümanlar için ana mesele, başörtüsü, çarşaf giymeme, örtünmenin yasaklanması
veya Suudi din adamlarının muz yemeye izin verip vermemesinden ibaret. Aynı
şekilde, Katolik rahipler de sadece kürtaj veya gey hakları konusunda
endişeliler. İşte tam da burada asıl soruyu sormak gerekiyor: peki din, tüm bu
meselelerin neresinde?
Bugün
“dine geri dönüş” sürecinin mevcut formlarında Tanrı’ya ve dine yer var mı?
Yeni ve eski yaşam tarzları arasındaki gerilim, eskiden beri varolan bir mücadelenin konusu.
Komünist Parti Manifestosu’nda Marx şunları yazıyor:
“Burjuvazi, bugüne dek
onurlandırılmış, hürmetle, hayranlıkla anılmış her türden mesleğin etrafındaki
haleyi söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim insanını ücretli
emekçilere dönüştürdü. Burjuvazi, ailenin üzerindeki o hislerle örülmüş örtüyü
parçaladı ve aile içi ilişkiyi sadece parayla kurulan ilişkilere indirgedi.”[1]
Başka
bir ifadeyle, yeni ve geleneksel arasındaki gerilim, güç ve kâr arasındaki
ilişkilere mündemiçtir. Ne var ki geleneklere atıfta bulunup onları devreye
sokarak burjuvazi, gelenekleri paraya dayalı çıkarları için araçsallaştırır.
Dindar köktenciler ise kapitalizmin kültüre yönelik bir tehdit teşkil ettiğini,
geleneklerin artık meşruiyetini yitirdiğini söylemektedirler. Bu anlamda
gelenekler ile yeni demokratik, hoşgörülü yaşam tarzları arasındaki ikilik,
gerçek bir ayrım olmakla kalmıyor, ayrıca az da olsa dinin kendisini de
kesiyor. Ancak dinin önemini reddetmemekle birlikte, ben bugünkü sunum biçimi
ve uygulama tarzı dâhilinde dinin temelde davranış, perhiz ve giyinme ile
alakalı el kitaplarına indirgendiği, bu hâliyle yozlaştığı kanaatindeyim. Bu özelliğiyle
dinin yüzleştiği asıl gerçek tehdit, esasında dinleri savunan dindarlar.
Gelgelelim,
bu noktada şu soruyu sormamız lazım: evrenselcilik öğretisinin kapalı cemaatler
öğretisine doğru gerilemesi nasıl mümkün olabilmektedir? Kimlikçi ve özele
kilitlenmiş siyasetten yana olan politik gruplar, dini ideolojik bir silâh
olarak mı ele alıyorlar? Eğer din gerici siyasetin eline geçmişse, o vakit
yüzümüzü yeniden dine dönmenin ne anlamı var? Veya dinde yeniden temellük
edilmeye değer bir şey var mı?
Althusser,
dünyanın ortaya çıkarttığı yanlış sonuçtan dem vuruyor. Ona göre, bu yanlışlık
sahte peygamberlerle alakalı (Althusser için Camus ve Malraux bu türden sahte
peygamberler). Bu isimler, sahte İsa’lar olduklarını iddia ediyorlar ve
yaptıklarını İsa’nın gelişine denk olaylar olarak sunuyorlar. Oysa sahte
peygamberlerin farkına varmamız gerektiğini söyleyen, bizzat İsa’nın kendisi.
İsa, bu sahte peygamberlerin son günler yaklaştığında açığa çıktığını söylüyor.
Buradaki paradoks açık: Her Hristiyan’ın yakınlaştığı o son, aynı zamanda
tarihte sahte peygamberlerin artık ortaya çıkmayacağı bir son değil.[2]
Pasolini’nin
filmi bir sahil sahnesi ile başlıyor. Sahilde insanlar gündelik işlerini
yapıyorlar. Sahnenin başında geniş çekim yöntemine, ardından da hızlı zumlama
yöntemine başvuruluyor. Sonraki sahnelerde bu insanların gündelik faaliyetleri
yakın çekimle veriliyor. Ardından bir sahne geliyor. Burada oturmakta olan İsa
Mesih sağa sola bakıyor. Bu sırada altı havari yanına geliyor. Havariler,
İsa’dan iki üç metre uzakta, ayakta duruyorlar. Kameranın mevcut konumu
üzerinden havariler ve İsa Mesih birbirlerine bakarken görülüyor, ama hiçbirisi
seyirciye, yani bize bakmıyor. Bu esnada bir havari şunu söylüyor: “John sana
şu soruyu soruyor: gelecek olan sen misin yoksa başka birini mi beklemeliyiz?”
Matta
7:21’de İsa şunu söylüyor:
“Cennet krallığına bana
‘Tanrı’ diyenler değil, cennette olan babamın iradesini yerine getirenler
girecektir, bu yüzden sahte peygamberlere dikkat edin. Bunlar karşımıza kuzu
postunda çıkacaklar ama o postun içinde vahşi bir kurt var.” (Matta 7:15).
Burada
özünde putperestlikle mücadeleye işaret ediliyor. Althusser ise proletaryanın
kapitalizm koşullarında yüzleştiği gerçek sorunu, yani işçi sınıfının maruz
kaldığı sömürüyü görmeyenlere karşı farklı bir mücadele verilmesi gerektiğinden
söz ediyor. Peki Althusser de o eleştirdiği aynı hatayı yapmıyor mu? Sahte
peygamber, gerçek sorunun gizemlileştirilmesini, onun üzerine örtü serilmesini
ifade ediyor, zira (Althusser’in anlayışı dâhilinde) sahte peygamber, sorunun
“gerçekliğini” göremiyor. Gelgelelim, gerçek sorunların (sömürü, zulüm ve
hâkimiyetin) çözümü olarak sosyalizmi tanımlayan Althusser, aynı tuzağa
düşmüyor, çünkü Hristiyanlık açısından “kendisini gerçek peygamber olarak
görsün ya da görmesin, sahte peygamber olmak için putperestlik yapmak gerekiyor.”
Ayrıca Althusser’in belirlediği geç dönem Marksizm açısından, “Tanrı’nın
kendisi de sınıf mücadelesini perdeleyen gizemlileştirici, putperestçe bir
figür olabiliyor.”[3]
Tüm
bu hususlar dikkate alındığında, dinî örgütlenme biçimlerine dayanan yeni bir
toplumsal ve politik kurtuluş mümkün mü? Kilise hakkında kelam eden Althusser,
bu önermeyi hasta bir adamla kıyaslıyor:
“Bugün dünya, kiliseyi
dinlemiyor, kilisenin sözleri günümüz insanına ulaşamıyor. Kilise, budünyanın
bugününde ve geleceğinde hâlihazırda yaşayan geniş kitleler için bir yabancı
hâline geldi. Diğer yandan, kiliseye imanla bağlı insanlar açısından şu soru
gündeme geliyor: bu insanların mümin halleri hâlen daha dindar mıdır? Bu
tarihsel durum, Hristiyanların içinde yaşadığı tarihsel bağlamla eşzamanlı
olarak gerçekleşiyor. Hristiyan olsun ya da olmasın, tüm insanlar, her momentte
bu gerçekliği karşısına alamıyorlar. Dolayısıyla, eskiden tüm yollar Roma’ya
çıkıyordu, bugünse tüm yollar, apaçık ortada olan, birbiriyle ilişkili iki
olguya çıkıyor: modern kilise, artık bugün kendi yurdundan sürgün edilmiştir,
müminlerin geniş bir çoğunluğu, esasen gerçek anlamda kilisede olmadıkları için
kilisededirler.”[4]
İdeolojik
açıdan kilisedeki yozlaşma, Althusser’in ifadesiyle, onun kendisi hakkında bir
tefekkür içine girememesiyle alakalı: kilise, bugün artık insanlara cazip
gelmeyen anlayışlar üzerinde yükseliyor.
Pasolini’nin
Gospel filminin ikinci yarısında karşımıza İsa Mesih bir tarladan aşağı,
arkasından gelen havarilerle yürürken çıkıyor. Yürüyüş sonrası duruyorlar.
Nadiren girdikleri diyalogların birinde Matta 16:16[5]–17’daki[6] sözler filmde
dile getiriliyor. Bir sonraki sahnede İsa Mesih, kolunu Peter’ın omzuna koyuyor
ve şunu söylüyor:
“Sana da söyleyeyim Peter.
Kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım. Ölüler diyarının kapıları bile onu esir
edemeyecek. Cennet krallığının anahtarlarını sana vereceğim. Yeryüzünde
bağlayacağın her şey göklerde de bağlanmış olacak; yeryüzünde çözeceğin her şey
göklerde de çözülmüş olacak.”
Bu
sahnede de gösterildiği gibi, Althusser de “kilisenin toplumsal kurtuluşu”nu
talep ediyor:
“Kiliseye hükmeden
toplumsal güçlere ancak o güçleri nesnel planda mağlup edebilecek, esasında
etmesi gereken toplumsal güçler eliyle diz çöktürülebilir. Bu güçlerin rastgele
bir nitelik arz etmesi mümkün değildir. Bu güçler, ortaya çıkışları ile birlikte,
eski yapıların yıkım sürecini tehdit etmeli, o yapıları tehditkâr, arkaik ve
modası geçmiş unsurlar olarak ortaya çıkartmalıdır. Bu diz çöktürme meziyetine
ve mücadele etme azmine sahip güçlere bugün örgütlü proletarya öncülük
etmektedir. Bu sorun ve bahsedilen mücadele, doğası gereği dine dair değildir;
kolektif dinî yabancılaşmanın ortadan kaldırılması, bir koşul olarak bu politik
ve toplumsal mücadeleyi önvarsaydığından, bu süreç yaşanmadan, herhangi bir
kurtuluşun, hatta dinî kurtuluşun kendisinin tasavvur edilmesi bile mümkün
değildir.”[7]
Bu
nedenle, kilisenin toplumsal ve politik planda yaşayacağı özgürleşme, “dinî
hayatın ve dinin kendisinin yeniden fethedilmesi”ne bağlıdır.
“Önsel olarak bir tür
yabancılaşma olmayan dine hükmeden güçlere diz çöktürülmesi, Hristiyanların
gerçek bir dinî hayatı yeniden yaşamalarını sağlayacaktır. Zira Hristiyanlar,
bu gerçek dinî hayatın mevcut koşullarını ve sınırlarını pratikte, mücadele içerisinde
zaten tanımlamaya başlamıştır.”[8]
Bu
tespitin ışığında, kilisenin özgürleştirilmesi için gerekli araçlara işaret
etmek suretiyle Althusser başka bir şey yapmaktadır: o, özünde partiye dayalı
politikanın evrensel düzeyde yeniden tahayyül edilebilmesine ilişkin felsefî ve
dinî argümanları ya da koşulları sunmaktadır. Kilise ve parti, ürkütücü
görülen, modası geçmiş kolektif örgütlenme modellerine ait birer ad olmalarıyla
ortaklaşmaktadır. Her ikisi de insanların ihtiyaçlarını ve taleplerini temsil
etme noktasında başarısız olmuştur. Buradan şu soruyu sormak mümkündür:
Althusser’in ve Pasolini’nin dile getirdiği önermeler üzerinden bizim, “ne tür
bir parti örgütlenmesi gerekli?” sorusu üzerine yeniden kafa yormamız mümkün
müdür?
Yeniden
düşünmemiz gereken parti, politikanın dinî temellerine (eşitliğe, özgürlüğe ve
evrenselliğe) dayanan bir partidir. Bu partinin yapacağı liderlik dünyevî
olmalı, toprağa kök salmalı, aynı zamanda her türden teolojik vaade imanla
bağlı kalmalıdır. Böylesi bir liderlik, olayların tesadüfî akışına güçlü
bağlarla bağlı olmalı, kaderden çok durumsallığa, ihtimallere bakmalıdır.
Pasolini’nin İsa’sı türünden bir liderdir burada asıl talep edilen. Filmin
ikinci yarısında karşımıza çıkan bu İsa versiyonu, gayet rahatsız edici ve
öfkeli bir isimdir. O “tapınağa girer ve orada alım satım, tefecilik işleri
yapanları kovar, tefecilerin masalarını devirir, güvercin satanların
koltuklarını dışarı atar.” O noktada İsa onlara, “benim evime ‘ibadet evi
denilecek’ diye yazılmıştır, siz ise onu haydut yatağına çeviriyorsunuz.”
(Matta 21:13). Devamında İncil şunu söylemektedir: “Ayrıca İsa, mabette yanına
gelen körleri ve topalları da iyileştirdi.” (Matta 21:14). Bu noktada Pasolini,
Kutsal Kitap kaynaklı bu sözleri filmi üzerinden başka bir forma kavuşturur.
Diğer filmlerdeki İsa’dan farklı bir İsa takdim eden Pasolini, Hristiyanlar
arasında yaygın olarak görülen, öğretiyle alakalı birçok sunum tarzından da
ayrışır. Pasolini’nin İsa’sı, belirli meseleleri dert edinen, tek çıkış yolu
yeryüzünde cennet kurulması olan insanlara sevdalı olan birisidir: “İki ya da
üç kişi benim adımla her nerede bir araya gelirse, ben orada onların arasında
olurum” (Matta 18:20). Tıpkı politika (ve kurtuluşa yazgılı politika gibi)
kilise de kendisini yeniden icat etmek zorundadır. Bu ise ancak sömürülen,
dışlanan, zulüm görenler güçlerini birleştirip devrimci kurtuluş için
çalışmaları ile mümkündür. Kilisenin (veya her türden dinî kurumun) toplumsal
kurtuluş mücadelesi, aynı zamanda bir evrensel kurtuluş mücadelesidir.
Pasolini’nin de ortaya koyduğu biçimiyle, bugün temelde ideolojik hâkimiyeti
ebedi kılan bu toplumsal koşulları yeniden üreten, kilise türünden bir ahlakî
otoriteye değil, politik otoriteye sahip bir liderliğe ihtiyaç vardır. Sadece
temsil etme yerine bu liderlik, müştereklerin yeni örgütlenme formunun merkezi
olabilmelidir. Bu tespitin ışığında, son sözlerimizi bir şiir aracılığıyla dile
getirebiliriz:
Arap
mısın, Balkanlı mısın
Antik çağlara ait bir halk mısın
Yoksa yaşayan, Avrupalı bir ulus musun
Nesin?
Bebeklerin açlıktan öldüğü,
Ruhu çürümüş siyasetçilerin toprak ağalarının
Gerici valilerin emrinde çalıştığı
Saçları arkaya doğru taranmış
Ayakları kokan beş para etmez avukatların
Ortalıkta cirit attığı bir ülke misin?[9]
Agon Hamza
[Kaynak:
Althusser and Pasolini: Philosophy, Marxism, and Film, Palgrave
Macmillan, 2016, s. 165-169.]
Dipnotlar:
[1] Karl Marx ve Friedrich Engels, Manifesto of the Communist Party, MIA.
[2]
Louis Althusser, The Spectre of Hegel: Early Writings, Verso,
Londra, 2014, s. 10.
[3]
Roland Boer, Criticism of Heaven: On Marxism and Theology, Brill,
Leiden/Boston, 2007, s. 117.
[4]
Althusser, The Spectre of Hegel, s. 192–193.
[5]
Ona “peki ben kimim sence?” diye sordu, Simon Peter’da şu cevabı verdi: “Sen
Mesih’sin, yaşayan Tanrı’nın Oğlu’sun.”
[6]
İsa ona şunu söyledi: “Ne mutlu sana Yunus oğlu Simon, çünkü bunu sana ifşa
eden etten kemikten insanlar değil, göklerdeki Babam’dır.”
[7] Althusser, The Spectre of Hegel, s.
202.
[8]
A.g.e., s. 203.
[9]
The Selected Poetry of Pier Paolo Pasolini, Çift Dilli Baskı, Yayına Hz. ve
Çeviren: Stephen Sartarelli, University of Chicago Press, Şikago ve Londra, 2014,
s. 295.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder