Diyet
“Ve
demokrasiye inananlar için, komünizmle özgürlükçü demokrasinin bir arada
yürüyemeyeceğini, bizim gibi düşünenler için, bu komünizm tehlikesini önlemek
gereklidir. Ama nasıl komünizm, beynelmilel komünizm tek değilse, komünizmi
önlemenin yolları da tek değildir. Bunun bir yolunu Demirel idaresi 12 Mart’tan
önce denedi, başarılı olamadı. Şimdi biz, başka bir yol deneyeceğiz,
arkadaşlar. (C.H.P. sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)”[1]
Bu sözler, Bülent Ecevit’e ait. 5 Şubat 1974 tarihli.
Devamında Ecevit, Batılı devletlerin komünizmin açığa çıkmasını sağlayıp
önlediğinden bahsediyor. Bir ay sonra da genel af çıkıyor. Bir başka yerde,
“CHP güçlü oldukça Türkiye’de komünizm olmayacaktır.” diyor. Lenin ise “saf
değilseler, düşmanı en iyi kendi sözlerinden tanırsınız” tespitini yapıyor.
Özünde Ecevit de Lenin de haklı. Ecevit, aynı zamanda tutarlı. Bu tutarlılık
çizgisi, doksanların ortalarında “burası devlete meydan okunacak yer değil”
lafını da 19 Aralık’ı da kesiyor.
Aradan geçen onca zamanda 74 affının diyeti ödenmiş
olmalı. İdeolojik olarak bugün Ecevit’in ne olduğuna dair yığınla laf edecek
sol öznelerin onun yanına hizalanması manidar. “Açığa çıkartalım, önleyelim”
dediği komünist hareket, cehepeleşerek ölüyor. Doksanların öğrenci hareketi,
bugün SBF kapısında daha da cılızlaşıyor. Yirmi yılda her mevzi, mevkiler adına
terk ediliyor. Her yeni kuşak, iyi niyetiyle bir şeyler yapmak istiyor, ama o
kollar gene kesiliyor.
Mülkiyet Marşı
Belki menkıbedir ama Ankara SBF’de anlatılan bir
hikâyedir: okulun karşısında bir büfe vardır. Bir sebeple büfe sahibi,
ülkücülerin tehdidiyle yüzleşir. O gün Mahirler, büfecinin yanına giderler ve
sabaha kadar orada nöbet beklerler.
Bugün bu tür bir ilişki var mıdır, sorulması gereken
budur. Laf düzeyinde tek ilişki “Mülkiye Marşı” ile kurulmaktadır. O marşı
kampüste söyleyenler, Tayyip’in de “yıldızı güneşe çevirmek”ten bahsettiğini,
“Türkoğlu’nun azmi”nden dem vurduğunu unutmaktadırlar. Cahil kalabalıklar,
burjuvazi eliyle aydınlanana dek devrim hayaldir onlar için. Armut piş ağzıma
düş stratejisinin bir geleceği yoktur.
Ecevit çizgisi, FKF’nin ve başkalarının Mülkiye’de
marş okumasını da kesiyor. Ecevit bir yerde Kıbrıs Harekâtı kararının ne
kendisine ne de Erbakan’a ait olduğunu söylüyor. (Belki de genel af kararı da
ona ait değil.) O marşta geçen “Türkoğlu” kimse, aşağılık köle gördüğü
kesimlere ihtiyaç duyuyor. Kararı o veriyor. AKP’ye, içine girdiği sürece ve
akıbetine dair karar da bir boyutuyla ona ait. Onu görmeyen siyaset,
körleşiyor. Ecevit’in Demirel’de aşağılık gördüğü yönlere işaret edip
böbürlenmek siyaset zannediliyor.
İslam düşmanlığı adına devlete ve cumhuriyete
hizalananlar, “devlete meydan okunmayacak yer”deler. Artık yerliler!
Sırt
AKP’yle mücadelede sırtını devlete ve cumhuriyete
dayayanlar, fena hâlde yanılıyorlar dolayısıyla. Bu yanılgı dâhilinde, AKP
Tayyip’e indirgeniyor, Tayyip de “Ortadoğu bataklığı”ndan, “Ortaçağ
karanlığı”ndan çıkmış veya uzaydan düşmüş bir yaratık gibi takdim ediliyor.
Sırtın dayanması gereken yer, hayatın üretildiği alanlar ve devrimci güçtür
oysa.
O alanlarla ve güçle ilişki olmayınca, sosyal medyaya
örgütleniliyor. O, sanki sol oyalansın diye icat edilmiş. Bauman okuyup
akademiye kapak atmaya çalışanlar, onunla ilgili konferanslar düzenleyenler,
Bauman’ın sosyal medya ile ilgili uyarılarını dikkate almıyorlar.[2] Bir
röportajında Bauman, her şeyin “sil” tuşuna basmak kadar basitleştiğini, artık
gerçek ilişkilerin kurulamadığını söylüyor. Tayyip de giderek “sil” tuşuna
basınca silinecek bir şey zannedilmeye başlanıyor, gerçek ilişkiler bir yük
gibi değerlendiriliyor.
27 Mayıs benzetmelerine sarılmak da bu sanallığın bir
sonucu. Çaresiz kalınınca hazır güce biat ediliyor. Devletle ve cumhuriyetle
düşünmek, hareket etmek alışkanlık hâlini alıyor. Tayyip, dolaylı olarak, solu
tüm katmanlarıyla devlete ve cumhuriyete örgütlüyor.
O nedenle yere cüppeler seriliyor, polisin geçişi
bekleniyor ve hemen fotoğraf çekiliyor. Kameranın dönüp çekeceği bir kitle yok
çünkü. Eyleme katılmayan hocalarına bağıran gençler, üniversitede eylem yapan
sağcılar, solun uzun zamandır kalesi olan bir kampüsün tel tel dökülüşü
yansımıyor o fotoğraflara. Herkes hemen Gezi nostaljisiyle avutuyor kendisini.
Çünkü perde gerisinde ne konuşuluyor, ne sözler veriliyor, nerelerle ilişkiler
kuruluyor, belirsiz.
Soma’da işçilere “madene inmeselerdi”, arkadaşları
inşaattan düşüp ölen işçiye “çalışmasaydın” diyen bir zihniyetin başka
sarılacağı bir şeyi yok bugün. Her şey, bireysel meziyetten, maharetten ve
talihten ibaret.
Dolayısıyla küçük burjuvanın herkesi kendisine mecbur
etmeye dönük eylemliliği, mecburiyetlere karşı körleşilmesini beraberinde
getiriyor. Bu eylemlilik, bir özsavunma hâli. O hâl dâhilinde ortak davaya,
davanın ortaklaşmasına asla bakılmıyor. Doksanlardaki öğrenci
eylemliliklerinden bugüne nasıl gelindi, kesinlikle sorgulanmıyor. Mesele,
bireysel acıya, bireysel tercihe, bireysel tavra indirgeniyor. Böylesi bir mesele
de yere ayağını vurduğunda zelzeleye sebebiyet vermiyor.
Varlık Fonu
Sosyal medyada sıkça turlandırılan videoda varlık
fonuna değil, Yiğit Bulut’a laf ediliyor ve sadece “biz daha iyi yönetiriz”
deniliyor. Bireysel meziyetlerin, üstünlüklerin yüceltilmesinde bir hinlik söz
konusu. Somut maddi ilişkiler, sınıfsız, çelişkisiz bir yere fırlatılıp
atılıyorlar. Yani devletin kendisi değil, devletin başındaki çete, bir avuç
cahil dikkate alınıyor. Acı gerçek şu: kitleler, bu bireysel hezeyanlarla hiç
mi hiç ilgilenmiyorlar.
O nedenle Cebeci diye hashtag açanların “bütün hayatı
bu okumuş insanlardan nefret etmekle geçmiş, en sonunda hesaplaşma fırsatını
yakalamış cahil ve çomar sürüsü” veya “anlaşılan birileri ‘diplomasız’ olmanın
acısını akademisyenlerden çıkartıyorlar” demesinin bir anlamı yok.
Özünde varlık fonu, emperyalizm ve burjuvazi lehine
ülkeyi şirket misali yönetmeye dair bir hamle. Bu hamle, üniversitelerde sosyal
bilimlerin üzerine çizik atıyor, bu kuruma ayar çekiyor. Ama sol, varlık
fonundaki jöleliyle ve rektörün soyadıyla uğraşıyor. Doksanlarda herkesi
ilgilendiren, kesen, kuşatan bir davayı örgütlemeyi, böylesi bir davaya
örgütlenmeyi zul addediyor. Mesele bu. Bu sürece dair onca emare varken ve asıl
işi, öğrencilere not vermek değil, bu emareleri okuyup kolektif politik
programa katkı sunmak olan akademisyenler, nedense yumurta-kapı noktasında
hamle yapıyorlar.
Her direniş önemlidir ama bağı, bağlamı ve anlamı
varsa. Misal, işten atılan işçilerle, toprağından atılan köylüyle, evden atılan
gençle ilişki kurmayan, kendi bireysel derdinin peşine düşen pratik, bir
mücadelenin değil, ancak bir “performans”ın altına imza atabilir. Bugünse başka
başlıklarda olduğu gibi, kimileri örgütlenmeyi ve siyaseti kendilerine layık
özel bireyleri yan yana dizmek olarak anlıyorlar.
Kimin?
Oysa Godard’ın Çinli Kız filminde, kampüs
maoistlerinin iç gerilimi dâhilinde, şu tarz bir cümleye rastlanıyor: “Doğru
devrimci bir hatta sahip azınlık, asla azınlık değildir.” Bugün az ve azınlık
olma, sadece edebiyatın konusu. Vicdana abanılmasının, duygu ve bilgi üzerinden
üstünlük kurulmaya çalışılmasının sebebi burada.
Az, tekil, birey olan, düşmanı da bu şekilde
tanımlayabiliyor. Esasen CHP’nin altı oku AKP’nin dört parmağında
billurlaşıyor, rafine ediliyor. Altı okla değil sadakla, parmakla değil, sadağa
dilediği zaman uzanan elle, elin sahibiyle uğraşmak gerekiyor.
Eren Balkır
11 Şubat 2017
Dipnotlar:
[1] TBMM Hükümetler-Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri, Dr. İrfan
Neziroğlu ve Dr. Tuncer Yılmaz, Cilt. 5, Aralık 2013, s. 4184.
[2] “Zygmunt Bauman Söyleşisi”, Ricardo de Querol, 25
Ocak 2016, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder