Sur’da on yaşındaki kız çocuğu anadan üryan soyulan milletin ecdadı, yüzyıl önce anasının, kızının başındaki örtü zorla alınıp yere çalındığında dağı taşı ateşe vermişti.
Bugün o milleti o görüntüler karşısında lâl
edenlerin yüreği yansın, kavrulsun.
Vitali Hakko, “zenginliğimi şapka ve kıyafet devrimine
borçluyum” diyor. Bugün solu, sosyalizmi o Hakko aşkına lâl edenler utansın.
Hakko’nun doksanlarla beraber eşarp ürettiğini görmeyen gözler, körlüklerine
yansın.
Suudi Arabistan’dan Fas’a çarşafın hem kadın bedeni hem de “terör” edebiyatı üzerinden sökülüp atılmasına fazla sevinmesinler.
On
yıl o on yaşındaki kız çocuğuna mini etek giydirip uyduruk şarkılar
söylettiren, ağzına bir parmak bal niyetine TV ekranlarında yarıştıranlar, o
özgürlükten nasipleneceklerini düşünmesinler. Ne veriyorsan onu alırsın, ne
alırsan onu verirsin.
Devlet, Hakko’dan çok mu ötedir? Sanmayın ki devlet
nötr, sivil topluma karşı, STK’lara sadece alerji geliştiriyor. Bir bir
oralarda örgütleniyor. Lâzım neyse onu yapıyor. Engels, “Bonapartizm modern
burjuvazinin gerçek dinidir” diyor ve burjuvazinin kendisini yöneten bir yapı
olmadığını belirtiyor.
O hâlde bugün güvenliğe vurgu yapanlar, İslam
düşmanlığı kılıfı ardında “modern burjuvazinin dini”ne örgütleniyorlar. Çünkü
problem, şahıslar düzeyinde devrimler tarihinde belirli momentlere dair
bilginin abartılmasında. Yani düşünce âleminde devrimin o devrim bilgisiyle
olduğu zannediliyor. Dolayısıyla, devrim kafada zaten bitmiş bir olgu. O günde
bitirilen bir şeyin geleceğe taşınma ihtimali de kalmıyor. Gerçeği güçlüler
tayin ediyorlar. Güçsüzlerin bahtına o güçlülere dair, geçmişe ait bir edebiyat
düşüyor. Bugüne ve yarına ne eylem ne söz kalıyor. Buradan da “bu ülkede zaten
devrim oldu, yenisi gereksiz, yanlış, fazla ya da tehlikeli” diyenlerle aynı
çizgiye geliniyor. “Modern burjuvazinin gerçek dini”, bunu emrediyor.
Şahıslar, kendilerini önemli kıldıklarını düşündükleri
güce abanıyorlar. Her şey zıddı ile kaimse, devlet de bir tür zıtlıkla kaim. O
zıtlığın ardında var/kaim olan, devlet oluyor. Dolayısıyla devlet, belirli
momentlerde herkese varoluşunu kendisine bağlamayı emrediyor.
Şahıslar, bu düzlemde önemsiz. Kimin ne kılıkta
bildiri dağıttığının o an için önemi yok. O bildiride “fuhşa, zinaya, kumara”
karşı ifadeler yer alıyor. Ve eğer birileri polise seslenip ya da polis gibi
ses edip bildiriyi dağıtana laiklik bekçisi olarak “o bildirinin izni var mı?”
diye soruyorsa, devlet güvenlik mahkemelerinin ilga edildiğini söylemek mümkün
görünmüyor. Çünkü Hakko, hem şapka hem başörtüsü satmak zorunda. Kabaca şapka
mı başörtüsü mü diye kavga ederken, o Hakko’ya karşı bir mevzi asla örülemiyor.
15-16 Haziran direnişinde o güne dek sol hareketi
desteklemiş, sosyalist olmuş Bedri Rahmi Eyüboğlu, direnişin içinde,
fabrikasında mahsur kalan Yahudi işadamı Vitali Hakko’yu kurtarmaya gidiyor.
Hakko, bunu anılarında anlatıyor. O Vitali Hakko, oğluna vasiyet ediyor: “Sakın
bu ülkeyi terk etme, buradan daha güvenli bir yer bulamazsın.”
O Eyüboğlu ailesinin şiirlerine, resimlerine
takıldığımızda, kardeşlerden birinin hangi sermaye ilişkileriyle altmışlarda
Sosyalist Kültür Derneği’ne para yatırdığını görmek gerekiyor. Dolayısıyla,
altmış darbesi ile analoji/paralellik kuranların, orada ne diyetler ödendiğini,
hangi güç karşılığında nelerin terk edildiğini dikkate alması gerekiyor. İlki
trajediydi, ikincisinin komedi olması kaçınılmaz.
Olası darbe, müdahale sonrası AKP’nin devrilişine,
burjuvaziden, emperyalistten veya devletten yana omuz verenlerin, o paralelliği
belirli bir muhasebe ile kurması gerekiyor. Bugün “hükümet eleştirilir, devlet
eleştirilmez” noktasına gelenlerin devrim ve sosyalizm mücadelesi verdiklerini
iddia etmeleri mümkün görünmüyor.
Mecliste yaşananın belli ölçüde bir mizansen olduğu
anlaşılıyor. AKP, bir Müslüman’ın durduk yere dayak yediğini, ama onun
aklıselim bir tavır sergilediğini gösteren kurmaca videolar dolaştırıyor. Eren
Erdem, “Sakin olun, bir şey yapmayın, Nisan’da gidecek” diyor. “Soykırım”
çıkışının bu mizansenin dışında olup olmadığını, gene zaman gösterecek.
Meclisin itibarı, itibarsızlığı, kuliste içilen
çaylar, her öznenin çürümesini, dişinin sökülmesini, daha da geriye
savrulmasını beraberinde getiriyor. Bugün bu geriye çekiliş, alanları,
kitleleri küfürlerine konu edinenlerin, ucuz sivil toplum, sivil itaatsizlik
veya sivil birey eylemleri ile ayağa kalkacaklarını düşünmeleri, büyük bir
yanılsama. Devlet, boşa saran bir kayış, dişleri takılan bir çark değil.
Sur’daki kız çocuğu ile birlikte üşümeyen bir
siyasetin bugüne değeceği bir yüreği, yarına uzanacağı bir eli yok.
Eren Balkır
14 Ocak 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder