I
Ortadoğu’daki mevcut sahneye hâlihazırda hâkim olan
politik kargaşanın kendisini ifade ettiği yollardan biri de Kürd meselesinin
şiddet zemininde yeniden dirilmesidir. Bu yeni koşullar dâhilinde Kürdlerin
özerklik, bağımsızlık ve birlik gibi taleplerinin kapsamını nasıl analiz etmek
gerekir? Bu analiz üzerinden, ilgili taleplerin bölgede ve dünyada tüm
demokratik ve ilerici güçlerce desteklenmesi gerektiği sonucuna ulaşmak mümkün
mü?
Bu konuyla dair tartışmalar, muazzam bir kafa
karışıklığına yol açıyorlar. Bunun nedeni de günümüzde birçok aktörün ve
gözlemcinin bu ve bununla bağlantılı meselelere dair tarih dışı bir vizyonun
etrafında toplanıyor olması. Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, bugün ve
gelecek, hatta geçmiş dönemler bağlamında tüm halklar için savunulacak mutlak
bir hak hâline getirildi. Söz konusu hak, en temel kolektif haklardan biri
kabul ediliyor, çoğunlukla (çalışma, eğitim, sağlık, politik katılım gibi)
toplumsal kapsama sahip diğer kolektif haklara göre daha da üstün görülüyor.
Gelgelelim bu mutlak hakkın öznesi, net bir biçimde tarif edilmiyor. Bu hakkın
öznesi, belirli bir eyaletin veya devletin sınırları dâhilinde yaşayan herhangi
bir cemaat, çoğunluk veya azınlık, kendi dili veya dini dâhilinde kendisini
“özel” olarak tarif eden, örneğin doğru ya da yanlış, ayrımcılığın ve zulmün
mağduru olduğunu iddia eden bir cemaat olabiliyor. Burada ben, geçmişte ve
bugünde toplumsal hareketlerin taleplerini dillendirirken başvurdukları,
toplumsal meselelere ve haklara yönelik bu tarihaşırı vizyonun karşısına başka
bir yaklaşım çıkartacağım. Özelde modern kapitalist dünyayı geçmişin
dünyasından ayıran çizginin önemine atıfta bulunacağım.
Geçmişin politik örgütlenmesi, iktidarın inşası
açısından farklı formlar kazanmıştır. Bu iktidar, “imparatorluk”ların, daha dar
anlamda az çok merkezîleşmiş krallıkların geniş coğrafyasında somutlanmıştır ve
belirli koşullarda köylülerin ufkunu aşan iktidarların aşırı parçalandığı süreç
de bu seyir dâhilinde cereyan etmiştir. Kapitalist moderniteyi önceleyen
politik formlara ait bu yamalı bohçaya dönük bir eleştiri, bu makalenin konusu
değil. Burada ben, sadece bölgedeki birkaç emperyal inşa sürecinden bahsedeceğim:
Roma ve Bizans imparatorlukları, Arap-Pers Hilafeti ve Osmanlı İmparatorluğu.
Bu inşa süreçlerinin, yani imparatorlukların ortak
niteliğine dair belirlemeler, insana katkı sunmaktan çok, onu yanlış yola
sokacak cinsten. Ama gene de bu imparatorlukların iki ana niteliği paylaştığını
söylemek gerek:
1. Coğrafî ölçeği açısından bu imparatorluklar,
dilleri, dinleri, üretim tarzları ve toplumsal hayatları farklı halkları ve
cemaatleri bir araya topluyorlar;
2. Toplumsal ve ekonomik hayatın yeniden üretim
sürecini kontrol eden, kapitalizmin mantığı ama bu mantık, benim “haraca dayalı
üretim tarzları” dediğim (yaygın olarak “feodalite” denilen) bağlam dâhilinde
işliyor. Bu sebeple ben, tüm bu tarihsel imparatorlukların “imparatorluk” adı
altında, tek özgül bir form olarak istismar edilmesini saçma buluyorum. Bu
değerlendirmelerde imparatorluk kavramı, hem burada Ortadoğu bağlamında ele
alınanları hem de ister ABD’nin resmî olmayan sömürgelerini içeren modern imparatorlukları
isterse Britanya ve Fransa gibi devletlere ait sömürgeleri kapsasın, büyük
kapitalist güçlerce kurulmuş emperyalist devletleri içeriyor. Paul Kennedy’nin
o herkesin bildiği, “imparatorlukların çöküşü” tezi, artık tarihaşırı,
spekülatif felsefelerin alanına fırlatılıp atılmalı.[1]
II
Buradan, doğrudan Kürd meselesiyle alakalı olan
imparatorluğa dönelim: Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’nın geçmişinden kopmaya
başlayıp kapitalist modernite aşamasına girdiği dönemde kuruldu. Osmanlı
prekapitalistti. Türk imparatorluğu olarak tanımlanması doğru değil ve tüm
değerlendirmeleri yanlışa sevk edecek nitelikte. Orta Asya’dan gelen, yarı
göçebe Türkmen kabilelerinin fetih savaşları, Bizans ve Bağdat Halifeliği’nin
yıkımına aracılık etti. Çoğu, Anadolu’ya ve Doğu Trakya’ya yerleşti. Ama
sultanın iktidarı, Ermeni, Kürd, Arap, Elen ve Balkan Slavlarının topraklarına
yayıldı. Bu imparatorluğu “çokuluslu” bir imparatorluk olarak tarif etmek,
geleceğe ait bir gerçekliğin yanlış biçimde geçmişe yansıtılmasına neden
oluyor, zira (Osmanlı karşıtı) Balkan ve Arap milliyetçilikleri, modern
formları dâhilinde, kapitalizmin Osmanlı’ya nüfuz etmesinin birer ürünü.
Osmanlı’da Türkler ve diğer halklar, aynı yoldan
sömürülüp zulme maruz kaldılar. Zira köylü azınlıkların tümü de aynı ağır vergi
politikasına maruz kalıyor, hepsi de aynı otokratik iktidar tarafından
eziliyordu. Bu noktada Hristiyanların özel kimi ayrımcılık biçimlerine maruz
kaldıklarını söylemek lazım. Ama bu noktada Hristiyanlara ya da Türk olmayan
Müslümanlara (Kürdlere ve Araplara) karşı uygulanan “ulusal” baskı biçimleri
ele alınmayacak. Sultanın iktidarıyla bağlantılı yönetici sınıf, imparatorluğun
tüm kısımlarından gelen, sivillerden, askerlerden ve saygın dinî isimlerden
oluşuyordu. Bu sınıf, kapitalist nüfuzun ürettiği, bilhassa Rum ve Ermeni olan
komprador burjuvazinin ilk örneklerini de içeriyordu.
Burada belirtilen, Osmanlı sistemine ait özel
nitelikler, söz konusu doğu imparatorluğuna has değil. Benzer özelliklere,
antik çağdaki imparatorluklar kadar Avusturya-Macaristan ve Rus
imparatorluklarında da, hatta Menelik ve Haile Selassie’nin yönettiği
Etiyopya’da bile rastlamak mümkün. Şehinşahın iktidarı, Amhara halkının
hâkimiyetiyle ilişkili değil. Bu dönemde Amhara köylülerine diğer halklara
kıyasla daha iyi muamele edilmedi. Yönetici sınıfın üyeleri, imparatorluğun tüm
bölgelerinden devşiriliyordu (bunların önemli bir bölümü, yerli Eritrelilerdi).
Modern emperyalist sistemlerde ise buna benzer bir
şeye rastlanmıyor. Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın sömürgeci imparatorlukları,
tıpkı gayriresmî ABD imparatorluğu gibi, merkezdeki halkla sömürgedeki ve
bağımlı ülkelerdeki halklar arasında yapılan o keskin ayrım üzerinden,
sistematik bir biçimde inşa edilmişlerdi. O sömürgeler ve bağımlı ülkeler,
merkezdeki halka bahşedilen temel haklardan mahrumlardı. Bu nedenle emperyalist
kapitalizmin hükmettiği halkların mücadeleleri, ulusal kurtuluş mücadelelerine,
kaçınılmaz olarak da anti-emperyalist mücadelelere dönüştü. Bizim
anti-emperyalist, dolayısıyla ilerici olan bu modern milliyetçiliği,
anti-emperyalist olmayan, milliyetçi hareketlere ait başka ifade biçimleriyle
karıştırmamamız gerekiyor. Bu noktada, mevcut milliyetçiliğin emperyalist
ulusların yönetici sınıflarından ya da Balkan halklarının mücadelelerinde
görüldüğü üzere, anti-emperyalist, milliyetçi hareketlerden ilham alıyor
olmasının bir önemi yok. Antik dönemin imparatorluklarına ait yapıları ve emperyalist
kapitalist imparatorluklara has yapıları bir araya getirmek, buradan da
aldatıcı bir kavram olan genel “imparatorluk” kavramı dâhilinde söz konusu
yapıları birbirine karıştırmak ve aralarındaki ayrımları silikleştirmek,
tarihsel toplumlara dair yürütülecek, titiz bir analize ilişkin temel koşulları
bir biçimde ihlal edecektir.
III
Osmanlı’da milliyetçi ideolojiler, sonraki süreçte
ortaya çıkıyorlar. Bu ideolojiler, on dokuzuncu yüzyılda, Balkanlar’da,
Suriye’de, Ermeniler arasında, diğer milliyetçiliklere tepki olarak, Rumeli
Türkleri arasında oluşuyorlar. Bu dönemde Kürd milliyetçiliğinin oluştuğuna
dair en ufak işarete rastlanmıyor. Bu milliyetçiliklerin ortaya çıkışı, yeni
kentleşme süreci ve hükümet idaresinin modernleşmesi ile yakından bağlantılı.
Köylüler, kendi dillerini konuşmayı sürdürüyorlar. Osmanlı idaresi, taşrada kendisini
sadece vergi ve asker toplarken gösteriyor. Ama yeni şehirlerde, bilhassa yeni
ortaya çıkan, eğitimli orta sınıflar arasında, yazı dilindeki ustalık, gündelik
hayatta bir gereklilik hâline geliyor. Modern anlamda ilk milliyetçiler, bu
yeni sınıfların içerisinden çıkıyorlar. Kürd halkının yaşadığı Orta Anadolu
gibi bölgelerin varlığı, Türk (Kemalist) milliyetçiliğinin, hatta Kürd
milliyetçiliğinin oluşumunu izah ediyor.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bu iki
imparatorluğun nihayetinde yok olmasına tanıklık eden sürecin niteliğini izah
etmede yardımcı olacak bir örnek. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Avrupa
kapitalizminin ortaya çıkışından önce kuruluyor, oysa en yakın komşusu ve
(Avusturya, Bohemya gibi) kimi bölgeleri, kapitalizmin yeni temelleri üzerinde
kuruluyorlar. Dolayısıyla “yeni “ulusal sorun”, on dokuzuncu yüzyılda ortaya
çıkıyor. Avusturyalı Marksistler (Otto Bauer ve diğer isimler), sosyalistlerin
itirazının bu yeni boyutuna dair iyi bir analiz ortaya koyuyorlar. Dönemin
koşullarında bu siyaset önerileri, muhtemel en ilerici öneriler olarak
görülmeli. Bu öneriler, büyük devletin çıkarlarını korumayı, ama devleti
sosyalist (radikal, hatta sosyal demokrat) adımlarla hızlandırmayı, herkese
adil davranmayı öne alan temkinli bir siyasete dayanan, halklar üzerine kurulu
bir enternasyonalizmi kültürel özerklikle alakalı gerçek bir siyasetle
birleştirdiler. Yaşanan olaylar, bu projenin başarılı olmasına izin vermedi;
süreç, genel anlamda vasat bir burjuva milliyetçiliğinin hayrına olacak şekilde
gelişti.
Bölgelerde, çevredeki kapitalizmle birlikte ortaya
çıkan, vasat birer form kazanan Balkan ve Suriye-Arap milliyetçilikleri,
Osmanlı’da muzaffer oldular ve onun ortadan kalkmasına katkı sundular. Ama bu
milliyetçiliklere has zayıflıklar, destekçilerini dış güçlerin desteğini
aramaya itti. Bu destek, Osmanlı idaresine karşı genelde Büyük Britanya ve
Rusya’da alınmaya çalışıldı. Söz konusu arayışın bir de bedeli vardı: ortaya
çıkan devletler, hâkim emperyalist güçlerin kontrolüne girdiler: Araplar
Britanya ve Fransa’nın; Balkanlar da Almanya’nın hâkimiyeti altına girdi.
Osmanlı’ya katılmazdan önce güzel bir bağımsız
uygarlığın gelişip serpildiği Ermenistan’da ulusun yenilenme süreci 1915
soykırımı ile kırıldı. Burada milliyetçilik, yeni iş ve finans sektörlerinde
tercih imkânlarına sahip, Rumeli kentlerindeki (İstanbul, İzmir ve diğerleri)
Ermeni göçmen burjuvazi ile Ermeni topraklarındaki eşraf ve köylüler arasında
bölündü. Bu toprakların küçük bir kısmının Rus İmparatorluğu’na katılması (bu
topraklar sonrasında Sovyetler’in idaresi altına girdi, ardından da bağımsız Ermenistan’a
dönüştü) süreci daha karmaşıklaştırdı, zira bilhassa Birinci Dünya Savaşı
esnasında Rus başkentinin yönlendirmelerinden korkulmaktaydı. Osmanlı
idareciler, sonrasında soykırım yoluna başvurdular. Bu noktada katliamdan esas
faydalananların ve onun faillerinin Kürdler olduğunu belirtmek gerek. İmha
edilmiş Ermeni köylerine el koyan Kürdler, topraklarını iki katına çıkarttılar.
Modern Türk milliyetçiliği ise nispeten daha yakın bir
zamana ait. İlkin eski asker, eğitimli isimler eliyle oluşturuldu. Bu isimler,
İstanbul, İzmir, Selanik gibi şehirlerin idarecileriydi. Milliyetçilik, bu
noktada Balkan ve Suriye-Arap milliyetçiliklerine tepki olarak oluşturuldu.
Orta ve Doğu Anadolu’daki Türk (ve Kürd) köylülerinde herhangi bir makes
bulmadı. Sonrasında Kemalizmin de gündemine alacağı bu milliyetçiliğe ait
seçenekler şu şekildeydi: Avrupalılaşma, Osmanlıcılığa karşı düşmanlık ve yeni
devletin Türk niteliği ile laikleşme tarzının tasdiklenmesi. Burada “laik”
yerine “laikleşme” tabirini bilerek kullanıyorum, çünkü yeni Türk yurttaşı,
İslam’a ait olmaya dayalı toplumsal nitelik üzerinden tarif edildi (katliamdan
kurtulan Ermeniler, İstanbul ve İzmir’deki Rumlar dışlandı). Öte yandan İslam
da Ankara’daki yeni hükümetinin hâkim olup maniple ettiği kamusal yapının
mevcut statüsüne indirgendi.
Kemalistlerin 1919-1922 arası dönemde emperyalist
güçlere karşı öncülük ettiği savaşlar, Anadolu’daki Türk (ve Kürd) köylülerinin
yeni Türk milliyetçiliği ile birleşmesini sağladı. Kürdler, Türklerle
ayrıştırılmayacak hâldeydiler. Kemalistlerin silâhlı kuvvetleri dâhilinde
savaştılar. Kemalist Türk milliyetçiliği, koşulların zorlamasıyla,
anti-emperyalist bir biçim kazandı. Ondaki anlayışa göre, Osmanlıcılık ve
hilâfet, imparatorluk halklarını (Türkleri, Kürdleri ve Arapları) korumuyordu.
Aksine bu iki unsur, Batı emperyalizminin ülkeye nüfuz etmesini ve
emperyalizminin kapitalist, çevre ülke hâline gelmiş, hâkimiyet altındaki bir
yapıya dönüşmesini kolaylaştırdı. Bu gerçeği o dönemde ne Balkan milliyetçiliği
ne de Arap milliyetçiliği anladı: bu iki milliyetçilik, Babıâli’nin iktidarına
karşı emperyalist güçlerden destek talep etti. Anti-emperyalist Kemalist
milliyetçilik, Osmanlıcılığa son darbeyi indirdi.
IV
İlk başta anti-emperyalist bir niteliğe sahip olan
Kemalist sistemin bu niteliği hızla zayıfladı. Merkezinde bağımsızlık çağrısı
bulunan bir tür devlet kapitalizmi, zamanla ivme kaybederken, çevre ülkelere
özgü bağımlı kapitalist kalkınma tarzı gelişme kaydetti. Türkiye, ilk baştaki
kafa karışıklığına sebep olan burjuva milliyetçiliğin yol açtığı yanılsamanın
bedelini ödedi. Kemalist liderler, kapitalist Türk ulusunu Batı Avrupa’nın
sunduğu imaj üzerine kurabileceklerini zannettiler. Bu projenin çevre ülkelere
özgü kapitalizmin görüldüğü tüm bölgelerde olduğu gibi Türkiye’de de
başarısızlığa mahkûm olduğunu anlamadılar. Sovyetler Birliği’ne karşı duyulan
korkunun katmerlediği sosyalizm düşmanlığı, Ankara’yı ABD’den destek bulmaya
itti: Yunan albaylar gibi Türkiye’deki Kemalist generaller de hemen NATO’ya
katıldılar ve Washington’ın bağımlısı hâline geldiler. Çevre ülkelere özgü
kapitalist gelişme sürecinin hızlanması, kendisini Anadolu’da yeni ortaya çıkan
kapitalist tarımda ortaya koydu ve taşeronluğa dayalı işkollarının kurulmasına
yol açtı, ayrıca zengin köylüler sınıfı lehine işledi.
Bu toplumsal değişimler, Kemalizmin meşruiyetini
azalttı. 1950’den itibaren, Washington’ın teşvik ettiği çok partili seçimler,
yeni köylü sınıfının ve komprador sınıfın politik gücünü artırdı, bu güç,
geleneksel Anadolu köylülüğünden neşet etti ve Rumeli’deki Kemalist politik
sınıfın laikliğine yabancıydı. Türk siyasî İslam’ının ortaya çıkışı ve AKP’nin
seçim başarısı, bu sürecin sonucu. Söz konusu gelişmeler, toplumdaki
demokratikleşme sürecine katkı sunmadı, tersten Erdoğan’ın diktatöryel
arzularını ve araçsallaştırılmış Osmanlıcılığın dirilişini tasdikledi.
Osmanlıcılık, Osmanlı’nın kendisi gibi büyük emperyalist güçler, yani ABD
tarafından istismar edildi. Bu olaylar, Kürd sorununun ön plana çıkmasına neden
oldular.
Doğu Anadolu’daki kentleşme, hayatları mahvolmuş
köylülerin batıdaki kentlere kitleler hâlinde göç etmesine neden oldu. Bu
sebeple Türkiye Kürdleri, devlet için yeniden bir mesele hâline geldiler. Artık
aynı Kürdler, “dağ Türkleri” olmadıklarının farkındalar, dillerinin ayrı
olduğunu biliyorlar ve resmî düzeyde bu dilin kabul görmesini istiyorlar.
Mesele, eğer yeni bir yönetici sınıf, demokratik yönde evrimleştiği ölçüde,
Türkiye Kürdistan’ına gerçek bir kültürel özerklik vererek çözülecekmiş gibi
görünüyordu. Ama aslında mesele bu değildi, hâlâ da değil. Kürdler, kendilerini
mevcut koşullarda silâhlı kuvvetlerin baskısına tepki vermekle
sınırlandırdılar. Bu mücadelenin ardındaki örgüt olarak PKK, radikal sosyalist
bir geleneğe sahip olduğunu söylüyor ve kentlerdeki yeni proletaryayı saflarına
kazandığını iddia ediyor. Bu örgütün sosyalizm, demokrasi ve iki milletli
devletin kabulü konusunda Kürd ve Türk proleterlerini bir araya getirmeye
çalışan, enternasyonalist bir eylem hattını seçtiği düşünülebilir, ama böylesi
bir şey söz konusu değil.
V
Kürd halkı, belirli bir bölgede (Doğu Anadolu,
Suriye’nin kuzey şeridi, Irak’ın kuzeydoğusu ve İran’ın batı dağları) yaşıyor
olsa da Kürd sorunu, Türkiye’de Irak ve İran’dakiden farklı ele alınıyor. Antik
çağın Medleri ve Parthialılarına dayanan Kürtçe, Farslarla aynı Hint-Avrupa dil
ailesine mensup. Belki de bu nedenle Kürdlerle Farsların bir arada yaşaması,
geçmişte bir sorun teşkil etmedi. Ayrıca Kürd meselesi, son dönemde bölgede
yaşanan kentleşmeyle açığa çıktı. Dahası, eskiye nazaran daha da resmî bir
nitelik arz eden Şiilik, İranlı Kürdler arasındaki Sünni çoğunluğun maruz
kaldığı rahatsızlığın diğer bir kaynağı.
İngiliz Mandası tarafından çizilmiş sınırlar yüzünden
Irak Kürdleri, Anadolu’daki Kürdlerle ayrıştılar. Ama Kürdler ve Araplar,
kısmen bölge kentlerindeki nispeten güçlü komünist partinin enternasyonalizmi
ve çokuluslu proletarya sayesinde bir arada yaşamayı sürdürdü. Ama Baas
diktatörlüğündeki Arap şovenizmi, ne yazık ki bu sürece mani oldu.
Yeni Kürd meselesiyse, ABD’nin son geliştirdiği
stratejinin bir ürünü. ABD, Irak ve Suriye’deki devleti ve toplumu yok etmeyi
hedef belledi. Onun için sırada İran’a saldırmak var. Sözde demokrasi
lafazanlığı ile alakası olmayan, Washington’daki hâkim demagoji, “toplulukların
hakları”nın uygulamaya sokulması meselesine öncelik veriyormuş gibi görünüyor.
“İnsan hakları”nı savunduğunu iddia eden söylemler de benzer bir işlev
görüyorlar. Irak merkezî hükümeti bu nedenle yok ediliyor. Ülke, dört sözde
devlete bölündü, ikisi Şiilik ve Sünnilik üzerine kurulu, diğer ikisi ise Kürd
aşiretlerin özelliklerine dayanıyor. ABD’nin desteklediği Körfez ülkelerinin
müdahalesi sayesinde gerici politik İslam, IŞİD’in yükselişine katkı sundu. Bu
durum, Washington’ın projesinin başarılı olmasını sağladı. ABD’nin Irak
Kürdlerini “demokrasi” adına desteklediğine, ama NATO’nun önemli bir müttefiki
olan Türkiye’deki Kürdlere destek vermemesine tanık olmak gerçekten tuhaf. Her
zamanki gibi, ABD için çifte standartçılık ana kural.
Irak Kürdistanı’nın farklı kısımlarında iktidarı
elinde bulunduran iki politik parti “demokratik” mi? Biri diğerinden daha mı
iyi? Bu noktada Washington propagandasına inanmak, çocukça bir yaklaşım olur.
Mesele, kendilerini zengin etmeyi bilen siyasetçiler veya savaş ağaları kliği
ile ilgili. Bunların sözde “milliyetçilik”leri anti-emperyalist değil.
Anti-emperyalizm, kişisel kazancı için ABD’nin Irak’taki varlığının bir parçası
olmayı değil, o varlıkla mücadele etmeyi gerektirir.
Yukarıdaki analiz, bugün işbaşında olan Kürd
milliyetçiliklerini izah etmekte, onların bölgedeki anti-emperyalist direnişin
ihtiyaçlarını ve bu mücadeleye eşlik etmesi gereken radikal toplumsal
reformları, ayrıca ortak düşmana karşı Kürdlerin, Arapların ve İranlıların
birliğini teşkil etme ihtiyacını göz ardı etmeleri sonucu yüzleştikleri
sınırları ortaya koymaktadır. O ortak düşman, ABD ve onun İslamcı ya da değil,
yereldeki tüm müttefikleridir.[2]
Samir Amin
1 Ekim 2016
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Paul Kennedy, The Rise and Fall of the Great Powers: Economic Change and
Military Conflict from 1500 to 2000 (New York: Random House, 1987).
[2] Burada Kürd milliyetçiliğinden çoğul anlamda
bahsediyorum. Çoğunlukla silâhlı olan bu hareketlerin hedefleri burada
tanımlanmıyor: büyük bağımsız pankürdist bir devlet mi istiyorlar, iki, üç,
dört veya beş Kürd devleti mi talep ediyorlar, yoksa parçası oldukları
devletler dâhilinde özerklik için mi mücadele ediyorlar, bu sorulara cevap
verilmiyor. Bu parçalılığın ve bulanıklığın muhtemel bir sebebi de Kürd dilinin
tarihinde gizli. Araplar ve Farslar, on dokuzuncu yüzyılda kendi dilleri
bağlamında muazzam bir yenilenme sürecine tanıklık ettiler. Türkler, benzer bir
süreci 1920-1930 arası dönemde yaşadı. Kürdlerse bu türden bir yenilenmeye
ihtiyaç duymadıkları koşullarda yaşamayı sürdürdüler. Dolayısıyla tek bir Kürd
dili yok. Birbirine komşu ama aynı zamanda mesafeli diller söz konusu. Bu
durum, büyük olasılıkla modern dünyanın ihtiyaçlarından kaynaklanmadı. Söz
konusu zayıflık, dilin daha iyisine veya daha kötüsüne rıza gösteren, Farsçayı,
Arapçayı ve Türkçeyi benimsemiş Kürd elitlerince asimile edilmesiyle alakalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder