Pages

02 Aralık 2016

Bugünü ve Yarınıyla Kürd Meselesi


I

Ortadoğu’daki mevcut sahneye hâlihazırda hâkim olan politik kargaşanın kendisini ifade ettiği yollardan biri de Kürd meselesinin şiddet zemininde yeniden dirilmesidir. Bu yeni koşullar dâhilinde Kürdlerin özerklik, bağımsızlık ve birlik gibi taleplerinin kapsamını nasıl analiz etmek gerekir? Bu analiz üzerinden, ilgili taleplerin bölgede ve dünyada tüm demokratik ve ilerici güçlerce desteklenmesi gerektiği sonucuna ulaşmak mümkün mü?

Bu konuyla dair tartışmalar, muazzam bir kafa karışıklığına yol açıyorlar. Bunun nedeni de günümüzde birçok aktörün ve gözlemcinin bu ve bununla bağlantılı meselelere dair tarih dışı bir vizyonun etrafında toplanıyor olması. Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, bugün ve gelecek, hatta geçmiş dönemler bağlamında tüm halklar için savunulacak mutlak bir hak hâline getirildi. Söz konusu hak, en temel kolektif haklardan biri kabul ediliyor, çoğunlukla (çalışma, eğitim, sağlık, politik katılım gibi) toplumsal kapsama sahip diğer kolektif haklara göre daha da üstün görülüyor. Gelgelelim bu mutlak hakkın öznesi, net bir biçimde tarif edilmiyor. Bu hakkın öznesi, belirli bir eyaletin veya devletin sınırları dâhilinde yaşayan herhangi bir cemaat, çoğunluk veya azınlık, kendi dili veya dini dâhilinde kendisini “özel” olarak tarif eden, örneğin doğru ya da yanlış, ayrımcılığın ve zulmün mağduru olduğunu iddia eden bir cemaat olabiliyor. Burada ben, geçmişte ve bugünde toplumsal hareketlerin taleplerini dillendirirken başvurdukları, toplumsal meselelere ve haklara yönelik bu tarihaşırı vizyonun karşısına başka bir yaklaşım çıkartacağım. Özelde modern kapitalist dünyayı geçmişin dünyasından ayıran çizginin önemine atıfta bulunacağım.

Geçmişin politik örgütlenmesi, iktidarın inşası açısından farklı formlar kazanmıştır. Bu iktidar, “imparatorluk”ların, daha dar anlamda az çok merkezîleşmiş krallıkların geniş coğrafyasında somutlanmıştır ve belirli koşullarda köylülerin ufkunu aşan iktidarların aşırı parçalandığı süreç de bu seyir dâhilinde cereyan etmiştir. Kapitalist moderniteyi önceleyen politik formlara ait bu yamalı bohçaya dönük bir eleştiri, bu makalenin konusu değil. Burada ben, sadece bölgedeki birkaç emperyal inşa sürecinden bahsedeceğim: Roma ve Bizans imparatorlukları, Arap-Pers Hilafeti ve Osmanlı İmparatorluğu.

Bu inşa süreçlerinin, yani imparatorlukların ortak niteliğine dair belirlemeler, insana katkı sunmaktan çok, onu yanlış yola sokacak cinsten. Ama gene de bu imparatorlukların iki ana niteliği paylaştığını söylemek gerek:

1. Coğrafî ölçeği açısından bu imparatorluklar, dilleri, dinleri, üretim tarzları ve toplumsal hayatları farklı halkları ve cemaatleri bir araya topluyorlar;

2. Toplumsal ve ekonomik hayatın yeniden üretim sürecini kontrol eden, kapitalizmin mantığı ama bu mantık, benim “haraca dayalı üretim tarzları” dediğim (yaygın olarak “feodalite” denilen) bağlam dâhilinde işliyor. Bu sebeple ben, tüm bu tarihsel imparatorlukların “imparatorluk” adı altında, tek özgül bir form olarak istismar edilmesini saçma buluyorum. Bu değerlendirmelerde imparatorluk kavramı, hem burada Ortadoğu bağlamında ele alınanları hem de ister ABD’nin resmî olmayan sömürgelerini içeren modern imparatorlukları isterse Britanya ve Fransa gibi devletlere ait sömürgeleri kapsasın, büyük kapitalist güçlerce kurulmuş emperyalist devletleri içeriyor. Paul Kennedy’nin o herkesin bildiği, “imparatorlukların çöküşü” tezi, artık tarihaşırı, spekülatif felsefelerin alanına fırlatılıp atılmalı.[1]

II

Buradan, doğrudan Kürd meselesiyle alakalı olan imparatorluğa dönelim: Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’nın geçmişinden kopmaya başlayıp kapitalist modernite aşamasına girdiği dönemde kuruldu. Osmanlı prekapitalistti. Türk imparatorluğu olarak tanımlanması doğru değil ve tüm değerlendirmeleri yanlışa sevk edecek nitelikte. Orta Asya’dan gelen, yarı göçebe Türkmen kabilelerinin fetih savaşları, Bizans ve Bağdat Halifeliği’nin yıkımına aracılık etti. Çoğu, Anadolu’ya ve Doğu Trakya’ya yerleşti. Ama sultanın iktidarı, Ermeni, Kürd, Arap, Elen ve Balkan Slavlarının topraklarına yayıldı. Bu imparatorluğu “çokuluslu” bir imparatorluk olarak tarif etmek, geleceğe ait bir gerçekliğin yanlış biçimde geçmişe yansıtılmasına neden oluyor, zira (Osmanlı karşıtı) Balkan ve Arap milliyetçilikleri, modern formları dâhilinde, kapitalizmin Osmanlı’ya nüfuz etmesinin birer ürünü.

Osmanlı’da Türkler ve diğer halklar, aynı yoldan sömürülüp zulme maruz kaldılar. Zira köylü azınlıkların tümü de aynı ağır vergi politikasına maruz kalıyor, hepsi de aynı otokratik iktidar tarafından eziliyordu. Bu noktada Hristiyanların özel kimi ayrımcılık biçimlerine maruz kaldıklarını söylemek lazım. Ama bu noktada Hristiyanlara ya da Türk olmayan Müslümanlara (Kürdlere ve Araplara) karşı uygulanan “ulusal” baskı biçimleri ele alınmayacak. Sultanın iktidarıyla bağlantılı yönetici sınıf, imparatorluğun tüm kısımlarından gelen, sivillerden, askerlerden ve saygın dinî isimlerden oluşuyordu. Bu sınıf, kapitalist nüfuzun ürettiği, bilhassa Rum ve Ermeni olan komprador burjuvazinin ilk örneklerini de içeriyordu.

Burada belirtilen, Osmanlı sistemine ait özel nitelikler, söz konusu doğu imparatorluğuna has değil. Benzer özelliklere, antik çağdaki imparatorluklar kadar Avusturya-Macaristan ve Rus imparatorluklarında da, hatta Menelik ve Haile Selassie’nin yönettiği Etiyopya’da bile rastlamak mümkün. Şehinşahın iktidarı, Amhara halkının hâkimiyetiyle ilişkili değil. Bu dönemde Amhara köylülerine diğer halklara kıyasla daha iyi muamele edilmedi. Yönetici sınıfın üyeleri, imparatorluğun tüm bölgelerinden devşiriliyordu (bunların önemli bir bölümü, yerli Eritrelilerdi).

Modern emperyalist sistemlerde ise buna benzer bir şeye rastlanmıyor. Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın sömürgeci imparatorlukları, tıpkı gayriresmî ABD imparatorluğu gibi, merkezdeki halkla sömürgedeki ve bağımlı ülkelerdeki halklar arasında yapılan o keskin ayrım üzerinden, sistematik bir biçimde inşa edilmişlerdi. O sömürgeler ve bağımlı ülkeler, merkezdeki halka bahşedilen temel haklardan mahrumlardı. Bu nedenle emperyalist kapitalizmin hükmettiği halkların mücadeleleri, ulusal kurtuluş mücadelelerine, kaçınılmaz olarak da anti-emperyalist mücadelelere dönüştü. Bizim anti-emperyalist, dolayısıyla ilerici olan bu modern milliyetçiliği, anti-emperyalist olmayan, milliyetçi hareketlere ait başka ifade biçimleriyle karıştırmamamız gerekiyor. Bu noktada, mevcut milliyetçiliğin emperyalist ulusların yönetici sınıflarından ya da Balkan halklarının mücadelelerinde görüldüğü üzere, anti-emperyalist, milliyetçi hareketlerden ilham alıyor olmasının bir önemi yok. Antik dönemin imparatorluklarına ait yapıları ve emperyalist kapitalist imparatorluklara has yapıları bir araya getirmek, buradan da aldatıcı bir kavram olan genel “imparatorluk” kavramı dâhilinde söz konusu yapıları birbirine karıştırmak ve aralarındaki ayrımları silikleştirmek, tarihsel toplumlara dair yürütülecek, titiz bir analize ilişkin temel koşulları bir biçimde ihlal edecektir.

III

Osmanlı’da milliyetçi ideolojiler, sonraki süreçte ortaya çıkıyorlar. Bu ideolojiler, on dokuzuncu yüzyılda, Balkanlar’da, Suriye’de, Ermeniler arasında, diğer milliyetçiliklere tepki olarak, Rumeli Türkleri arasında oluşuyorlar. Bu dönemde Kürd milliyetçiliğinin oluştuğuna dair en ufak işarete rastlanmıyor. Bu milliyetçiliklerin ortaya çıkışı, yeni kentleşme süreci ve hükümet idaresinin modernleşmesi ile yakından bağlantılı. Köylüler, kendi dillerini konuşmayı sürdürüyorlar. Osmanlı idaresi, taşrada kendisini sadece vergi ve asker toplarken gösteriyor. Ama yeni şehirlerde, bilhassa yeni ortaya çıkan, eğitimli orta sınıflar arasında, yazı dilindeki ustalık, gündelik hayatta bir gereklilik hâline geliyor. Modern anlamda ilk milliyetçiler, bu yeni sınıfların içerisinden çıkıyorlar. Kürd halkının yaşadığı Orta Anadolu gibi bölgelerin varlığı, Türk (Kemalist) milliyetçiliğinin, hatta Kürd milliyetçiliğinin oluşumunu izah ediyor.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bu iki imparatorluğun nihayetinde yok olmasına tanıklık eden sürecin niteliğini izah etmede yardımcı olacak bir örnek. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Avrupa kapitalizminin ortaya çıkışından önce kuruluyor, oysa en yakın komşusu ve (Avusturya, Bohemya gibi) kimi bölgeleri, kapitalizmin yeni temelleri üzerinde kuruluyorlar. Dolayısıyla “yeni “ulusal sorun”, on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkıyor. Avusturyalı Marksistler (Otto Bauer ve diğer isimler), sosyalistlerin itirazının bu yeni boyutuna dair iyi bir analiz ortaya koyuyorlar. Dönemin koşullarında bu siyaset önerileri, muhtemel en ilerici öneriler olarak görülmeli. Bu öneriler, büyük devletin çıkarlarını korumayı, ama devleti sosyalist (radikal, hatta sosyal demokrat) adımlarla hızlandırmayı, herkese adil davranmayı öne alan temkinli bir siyasete dayanan, halklar üzerine kurulu bir enternasyonalizmi kültürel özerklikle alakalı gerçek bir siyasetle birleştirdiler. Yaşanan olaylar, bu projenin başarılı olmasına izin vermedi; süreç, genel anlamda vasat bir burjuva milliyetçiliğinin hayrına olacak şekilde gelişti.

Bölgelerde, çevredeki kapitalizmle birlikte ortaya çıkan, vasat birer form kazanan Balkan ve Suriye-Arap milliyetçilikleri, Osmanlı’da muzaffer oldular ve onun ortadan kalkmasına katkı sundular. Ama bu milliyetçiliklere has zayıflıklar, destekçilerini dış güçlerin desteğini aramaya itti. Bu destek, Osmanlı idaresine karşı genelde Büyük Britanya ve Rusya’da alınmaya çalışıldı. Söz konusu arayışın bir de bedeli vardı: ortaya çıkan devletler, hâkim emperyalist güçlerin kontrolüne girdiler: Araplar Britanya ve Fransa’nın; Balkanlar da Almanya’nın hâkimiyeti altına girdi.

Osmanlı’ya katılmazdan önce güzel bir bağımsız uygarlığın gelişip serpildiği Ermenistan’da ulusun yenilenme süreci 1915 soykırımı ile kırıldı. Burada milliyetçilik, yeni iş ve finans sektörlerinde tercih imkânlarına sahip, Rumeli kentlerindeki (İstanbul, İzmir ve diğerleri) Ermeni göçmen burjuvazi ile Ermeni topraklarındaki eşraf ve köylüler arasında bölündü. Bu toprakların küçük bir kısmının Rus İmparatorluğu’na katılması (bu topraklar sonrasında Sovyetler’in idaresi altına girdi, ardından da bağımsız Ermenistan’a dönüştü) süreci daha karmaşıklaştırdı, zira bilhassa Birinci Dünya Savaşı esnasında Rus başkentinin yönlendirmelerinden korkulmaktaydı. Osmanlı idareciler, sonrasında soykırım yoluna başvurdular. Bu noktada katliamdan esas faydalananların ve onun faillerinin Kürdler olduğunu belirtmek gerek. İmha edilmiş Ermeni köylerine el koyan Kürdler, topraklarını iki katına çıkarttılar.

Modern Türk milliyetçiliği ise nispeten daha yakın bir zamana ait. İlkin eski asker, eğitimli isimler eliyle oluşturuldu. Bu isimler, İstanbul, İzmir, Selanik gibi şehirlerin idarecileriydi. Milliyetçilik, bu noktada Balkan ve Suriye-Arap milliyetçiliklerine tepki olarak oluşturuldu. Orta ve Doğu Anadolu’daki Türk (ve Kürd) köylülerinde herhangi bir makes bulmadı. Sonrasında Kemalizmin de gündemine alacağı bu milliyetçiliğe ait seçenekler şu şekildeydi: Avrupalılaşma, Osmanlıcılığa karşı düşmanlık ve yeni devletin Türk niteliği ile laikleşme tarzının tasdiklenmesi. Burada “laik” yerine “laikleşme” tabirini bilerek kullanıyorum, çünkü yeni Türk yurttaşı, İslam’a ait olmaya dayalı toplumsal nitelik üzerinden tarif edildi (katliamdan kurtulan Ermeniler, İstanbul ve İzmir’deki Rumlar dışlandı). Öte yandan İslam da Ankara’daki yeni hükümetinin hâkim olup maniple ettiği kamusal yapının mevcut statüsüne indirgendi.

Kemalistlerin 1919-1922 arası dönemde emperyalist güçlere karşı öncülük ettiği savaşlar, Anadolu’daki Türk (ve Kürd) köylülerinin yeni Türk milliyetçiliği ile birleşmesini sağladı. Kürdler, Türklerle ayrıştırılmayacak hâldeydiler. Kemalistlerin silâhlı kuvvetleri dâhilinde savaştılar. Kemalist Türk milliyetçiliği, koşulların zorlamasıyla, anti-emperyalist bir biçim kazandı. Ondaki anlayışa göre, Osmanlıcılık ve hilâfet, imparatorluk halklarını (Türkleri, Kürdleri ve Arapları) korumuyordu. Aksine bu iki unsur, Batı emperyalizminin ülkeye nüfuz etmesini ve emperyalizminin kapitalist, çevre ülke hâline gelmiş, hâkimiyet altındaki bir yapıya dönüşmesini kolaylaştırdı. Bu gerçeği o dönemde ne Balkan milliyetçiliği ne de Arap milliyetçiliği anladı: bu iki milliyetçilik, Babıâli’nin iktidarına karşı emperyalist güçlerden destek talep etti. Anti-emperyalist Kemalist milliyetçilik, Osmanlıcılığa son darbeyi indirdi.

IV

İlk başta anti-emperyalist bir niteliğe sahip olan Kemalist sistemin bu niteliği hızla zayıfladı. Merkezinde bağımsızlık çağrısı bulunan bir tür devlet kapitalizmi, zamanla ivme kaybederken, çevre ülkelere özgü bağımlı kapitalist kalkınma tarzı gelişme kaydetti. Türkiye, ilk baştaki kafa karışıklığına sebep olan burjuva milliyetçiliğin yol açtığı yanılsamanın bedelini ödedi. Kemalist liderler, kapitalist Türk ulusunu Batı Avrupa’nın sunduğu imaj üzerine kurabileceklerini zannettiler. Bu projenin çevre ülkelere özgü kapitalizmin görüldüğü tüm bölgelerde olduğu gibi Türkiye’de de başarısızlığa mahkûm olduğunu anlamadılar. Sovyetler Birliği’ne karşı duyulan korkunun katmerlediği sosyalizm düşmanlığı, Ankara’yı ABD’den destek bulmaya itti: Yunan albaylar gibi Türkiye’deki Kemalist generaller de hemen NATO’ya katıldılar ve Washington’ın bağımlısı hâline geldiler. Çevre ülkelere özgü kapitalist gelişme sürecinin hızlanması, kendisini Anadolu’da yeni ortaya çıkan kapitalist tarımda ortaya koydu ve taşeronluğa dayalı işkollarının kurulmasına yol açtı, ayrıca zengin köylüler sınıfı lehine işledi.

Bu toplumsal değişimler, Kemalizmin meşruiyetini azalttı. 1950’den itibaren, Washington’ın teşvik ettiği çok partili seçimler, yeni köylü sınıfının ve komprador sınıfın politik gücünü artırdı, bu güç, geleneksel Anadolu köylülüğünden neşet etti ve Rumeli’deki Kemalist politik sınıfın laikliğine yabancıydı. Türk siyasî İslam’ının ortaya çıkışı ve AKP’nin seçim başarısı, bu sürecin sonucu. Söz konusu gelişmeler, toplumdaki demokratikleşme sürecine katkı sunmadı, tersten Erdoğan’ın diktatöryel arzularını ve araçsallaştırılmış Osmanlıcılığın dirilişini tasdikledi. Osmanlıcılık, Osmanlı’nın kendisi gibi büyük emperyalist güçler, yani ABD tarafından istismar edildi. Bu olaylar, Kürd sorununun ön plana çıkmasına neden oldular.

Doğu Anadolu’daki kentleşme, hayatları mahvolmuş köylülerin batıdaki kentlere kitleler hâlinde göç etmesine neden oldu. Bu sebeple Türkiye Kürdleri, devlet için yeniden bir mesele hâline geldiler. Artık aynı Kürdler, “dağ Türkleri” olmadıklarının farkındalar, dillerinin ayrı olduğunu biliyorlar ve resmî düzeyde bu dilin kabul görmesini istiyorlar. Mesele, eğer yeni bir yönetici sınıf, demokratik yönde evrimleştiği ölçüde, Türkiye Kürdistan’ına gerçek bir kültürel özerklik vererek çözülecekmiş gibi görünüyordu. Ama aslında mesele bu değildi, hâlâ da değil. Kürdler, kendilerini mevcut koşullarda silâhlı kuvvetlerin baskısına tepki vermekle sınırlandırdılar. Bu mücadelenin ardındaki örgüt olarak PKK, radikal sosyalist bir geleneğe sahip olduğunu söylüyor ve kentlerdeki yeni proletaryayı saflarına kazandığını iddia ediyor. Bu örgütün sosyalizm, demokrasi ve iki milletli devletin kabulü konusunda Kürd ve Türk proleterlerini bir araya getirmeye çalışan, enternasyonalist bir eylem hattını seçtiği düşünülebilir, ama böylesi bir şey söz konusu değil.

V

Kürd halkı, belirli bir bölgede (Doğu Anadolu, Suriye’nin kuzey şeridi, Irak’ın kuzeydoğusu ve İran’ın batı dağları) yaşıyor olsa da Kürd sorunu, Türkiye’de Irak ve İran’dakiden farklı ele alınıyor. Antik çağın Medleri ve Parthialılarına dayanan Kürtçe, Farslarla aynı Hint-Avrupa dil ailesine mensup. Belki de bu nedenle Kürdlerle Farsların bir arada yaşaması, geçmişte bir sorun teşkil etmedi. Ayrıca Kürd meselesi, son dönemde bölgede yaşanan kentleşmeyle açığa çıktı. Dahası, eskiye nazaran daha da resmî bir nitelik arz eden Şiilik, İranlı Kürdler arasındaki Sünni çoğunluğun maruz kaldığı rahatsızlığın diğer bir kaynağı.

İngiliz Mandası tarafından çizilmiş sınırlar yüzünden Irak Kürdleri, Anadolu’daki Kürdlerle ayrıştılar. Ama Kürdler ve Araplar, kısmen bölge kentlerindeki nispeten güçlü komünist partinin enternasyonalizmi ve çokuluslu proletarya sayesinde bir arada yaşamayı sürdürdü. Ama Baas diktatörlüğündeki Arap şovenizmi, ne yazık ki bu sürece mani oldu.

Yeni Kürd meselesiyse, ABD’nin son geliştirdiği stratejinin bir ürünü. ABD, Irak ve Suriye’deki devleti ve toplumu yok etmeyi hedef belledi. Onun için sırada İran’a saldırmak var. Sözde demokrasi lafazanlığı ile alakası olmayan, Washington’daki hâkim demagoji, “toplulukların hakları”nın uygulamaya sokulması meselesine öncelik veriyormuş gibi görünüyor. “İnsan hakları”nı savunduğunu iddia eden söylemler de benzer bir işlev görüyorlar. Irak merkezî hükümeti bu nedenle yok ediliyor. Ülke, dört sözde devlete bölündü, ikisi Şiilik ve Sünnilik üzerine kurulu, diğer ikisi ise Kürd aşiretlerin özelliklerine dayanıyor. ABD’nin desteklediği Körfez ülkelerinin müdahalesi sayesinde gerici politik İslam, IŞİD’in yükselişine katkı sundu. Bu durum, Washington’ın projesinin başarılı olmasını sağladı. ABD’nin Irak Kürdlerini “demokrasi” adına desteklediğine, ama NATO’nun önemli bir müttefiki olan Türkiye’deki Kürdlere destek vermemesine tanık olmak gerçekten tuhaf. Her zamanki gibi, ABD için çifte standartçılık ana kural.

Irak Kürdistanı’nın farklı kısımlarında iktidarı elinde bulunduran iki politik parti “demokratik” mi? Biri diğerinden daha mı iyi? Bu noktada Washington propagandasına inanmak, çocukça bir yaklaşım olur. Mesele, kendilerini zengin etmeyi bilen siyasetçiler veya savaş ağaları kliği ile ilgili. Bunların sözde “milliyetçilik”leri anti-emperyalist değil. Anti-emperyalizm, kişisel kazancı için ABD’nin Irak’taki varlığının bir parçası olmayı değil, o varlıkla mücadele etmeyi gerektirir.

Yukarıdaki analiz, bugün işbaşında olan Kürd milliyetçiliklerini izah etmekte, onların bölgedeki anti-emperyalist direnişin ihtiyaçlarını ve bu mücadeleye eşlik etmesi gereken radikal toplumsal reformları, ayrıca ortak düşmana karşı Kürdlerin, Arapların ve İranlıların birliğini teşkil etme ihtiyacını göz ardı etmeleri sonucu yüzleştikleri sınırları ortaya koymaktadır. O ortak düşman, ABD ve onun İslamcı ya da değil, yereldeki tüm müttefikleridir.[2]

Samir Amin
1 Ekim 2016
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Paul Kennedy, The Rise and Fall of the Great Powers: Economic Change and Military Conflict from 1500 to 2000 (New York: Random House, 1987).

[2] Burada Kürd milliyetçiliğinden çoğul anlamda bahsediyorum. Çoğunlukla silâhlı olan bu hareketlerin hedefleri burada tanımlanmıyor: büyük bağımsız pankürdist bir devlet mi istiyorlar, iki, üç, dört veya beş Kürd devleti mi talep ediyorlar, yoksa parçası oldukları devletler dâhilinde özerklik için mi mücadele ediyorlar, bu sorulara cevap verilmiyor. Bu parçalılığın ve bulanıklığın muhtemel bir sebebi de Kürd dilinin tarihinde gizli. Araplar ve Farslar, on dokuzuncu yüzyılda kendi dilleri bağlamında muazzam bir yenilenme sürecine tanıklık ettiler. Türkler, benzer bir süreci 1920-1930 arası dönemde yaşadı. Kürdlerse bu türden bir yenilenmeye ihtiyaç duymadıkları koşullarda yaşamayı sürdürdüler. Dolayısıyla tek bir Kürd dili yok. Birbirine komşu ama aynı zamanda mesafeli diller söz konusu. Bu durum, büyük olasılıkla modern dünyanın ihtiyaçlarından kaynaklanmadı. Söz konusu zayıflık, dilin daha iyisine veya daha kötüsüne rıza gösteren, Farsçayı, Arapçayı ve Türkçeyi benimsemiş Kürd elitlerince asimile edilmesiyle alakalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder