Yıllar önce devrimci fikirlerle tanışıp bu fikirlerin gerçekleşmesine heves ettiğimizde anne ve babalarımızın bize çok temel bir nasihatleri olurdu. Bu nasihat, kafamızda taşıdığımız fikirlerin gerçekleşmesine heves ettiğimiz yolun yanlışlığıyla ilgiliydi. Bu fikirleri öyle bir iktidar savaşı aracılığıyla gerçekleştiremezdik. Çünkü hem karşımıza aldığımız devlet çok güçlüydü hem de adına iktidar mücadelesi vermeye heves ettiğimiz halk buna değmezdi.
Eğer illaki bu fikirlerin gerçekleşmesine ilişkin duyduğumuz hevesi içimizde bir türlü bastıramıyorsak, tutulması gereken yol belliydi.
Çok çalışıp okumalı, üniversiteye girmeli, hâkim, savcı, polis, asker, doktor, vali, kaymakamlık gibi makamları mesken tutmalı ve bu mesken tuttuğumuz makamlardan istifade ederek halkımıza fikirlerimiz doğrultusunda hizmet etmeliydik. Hem böylelikle genç yaşımızda olmayacak bir düşün peşinde perişan olup harcanmazdık hem de bu ceberut devletin içine yerleşerek onu bir parça kendi zihniyetimiz doğrultusunda şekillendirirdik.
Ancak anne babalarımızın bize devlete belli
makamları mesken tutmak suretiyle içten fethetmeyi mi önerdiği yoksa devleti
böylesi bir yolla solculaştırmayı mı önerdiği pek açık değildi. Ancak bu
nasihatlerini o günlerde de devlette örgütlenmeleriyle meşhur fetöcülerle
örneklendirdiklerine göre, galiba bize bir içten fütuhat metodu öneriyorlardı.
Biz de onlar gibi yapmalı, asker, polis, savcı, hâkim olmalı ve böylesi bir
güce dayanarak o kutsal saydığımız düşüncemiz doğrultusunda halkımıza hizmet
etmeliydik. Genel olarak bu nasihate iki noktadan karşı çıkardık. Devlette ne
kadar makam, mevki, pozisyon elde edersek edelim, devlet bu pozisyonlarda
istediğimiz gibi çalışmamıza izin verecek bir yapısallığa sahip değildi. Yani
ne kadar da faili meçhulleri aydınlatmaya ya da onlarla mücadele etmeye inançlı
bir savcı olsak da devlet yapısal olarak kontr-gerilla özelliğine sahip olduğu
müddetçe (ki bu özellik, devletin politik-hukukî yapısına içkin bir özellikti)
solcu bir savcı olmamız genel durumu pek de değiştirmeyecekti. Bu nasihate
karşı koyduğumuz ikinci nokta, Komünist Manifesto’da kulağımıza küpe
olmuş bir ilkeydi. Aynen şöyle derdi Manifesto’da:
“Komünistler görüşleriyle
amaçlarını gizlemeye gönül indirmezler. Amaçlarına ancak bugüne dek süregelen
tüm toplumsal düzeni zorla devirmekle ulaşılabileceğini açıkça söylerler.
Varsın egemen sınıflar komünist devrim korkusuyla titresin.” [Komünist
Manifesto, K.Marx-F.Engels, çev. Levent Kavas, İthaki yay., 2006, syf.
145.]
Aslında
bu ilke, komünist bir bireyin görüşlerini gizleme gereksinimi duymamasıyla
ilgili etik bir ilke değildir. Bu, varolan toplumsal düzene içkin olan sorunun
ayan beyan ortada olduğunu ve bu soruna ilişkin çözümün bu ayan beyanlığın
gerektirdiği bir biçimde ifadelendirilmesinden başka bir yolu olmadığının
bilincini anlatan epistemolojik bir ilkedir. Marx “unrecht schlechtin”
der. Kati adaletsizlik, mutlak haksızlık ya da düpedüz haksızlık. Kapitalist
toplum, tüm işleyiş ve örgütlenişiyle düpedüz bir haksızlığın, yani apaçık,
ayan beyan ortada olan bir haksızlığın içkin olduğu bir formdur. Bu içkinliği
ifade etmek de bu içkinliğin çözümünün ne olduğunu ortaya koymak da daha baştan
komünist bir bireyin görüş ve amacının apaçık olarak ortaya konulmasını
belirler. Böylesi bir epistemoloji, uygun zamana kadar sistem içinde güç
biriktirip sonra bu uygun zamanda harekete geçme üzerine praksisleşemez. Mülksüzleri,
emekçileri, proleterleri harekete geçirmek, onların zaten her gün başlarına
gelen açık seçikliği açık seçik olarak ifade etmekle olanaklıdır.
Şimdi
hayatın diyalektiği, yıllar önce anne babalarımızın bize önerdiği metodu, bu
metodu uygulayan bir yapının başına gelenlerle yanıtlamış bulunuyor. Cemaat,
yıllar boyunca binbir fesat, hile, hurdayla devlette mesken tuttu. Hâkimi,
savcısı, polisi, askeri, valisi, kaymakamı, öğretmeniyle devlete yerleşen
devasa bir güç oldu. İktidar paylaşımında söz sahibi oldu ve belli bir dönem
istediği işleri istediği şekilde yaptı. Ama gel gör ki 3 yıla yakın süren bir
iç fetretin ve devlet içi savaşın tarafı oldu. Son olarak ordu içindeki gücüyle
bir cunta hareketine teşebbüs etti ve sonuç ortada.
Reel
politik kendi sonuçlarına varacak ve resmî tarihe kayıtlanacaktır. Burada bu
sonucun dışında dikkat çekilmesi gereken iki nokta vardır. İlki devleti içten
fethetme gibi bir yöntemin kadim ve ceberut devlet geleneği tarafından
sindirilemeyeceği ve kusulacağının ortaya çıkmasıdır. Toplumsal sistem, ya
reform yoluyla yumuşatılır ya da devrim yoluyla parçalanır. Bunların dışındaki
yollar elbette ki yollardır, ama politik yollar değildir. Toplumsal form, ona
ancak politik bir yol üzerinden ulaşıldığında etki alır. Çünkü toplumsal form,
zaten daha baştan politik olanın özselliğiyle belirlenmiştir. Bu da πόλιϛtir (polis, eski Yunancada kent,
şehir, şehir devleti, devlet anlamlarına gelen kelime. İnsanın bir-aradalığını
insanın politik özü olarak belirleyen tarihsel deneyimin kavramsallığını da
karşılar) yani konuşma, çalışma, paylaşma, anlama, dinleme, iletişim,
karşılıklı yarar gibi usullerle oluşmuş bir-aradalıktır. Bu bir-aradalık,
kendisine dokunulması yolunu bu yüzden daha baştan politik bir form sahibi olma
zorunluluğuyla yükler. Ama statükoya kendini zerk edip oraya yerleşmek ve bu
yerleşme üzerinden toplumsal forma dokunmaya çalışmak, baştan zorunlu olarak
varsayılan politik form sahibi olma gereğini dışladığı için statüko bu güçleri
ya kusar ya da kullanıp atar. Yıllar içerisinde gözümüzün önünde olan da budur.
İkinci farklı sonuç “vatan hainliği” kategorisiyle ilgilidir. Kategori de
eski Yunanca kökenli bir kelime. Esasta suçlama, itham demek. Yıllar boyunca bu
kategori sol, sosyalist düşünceye yüklenirdi (sonradan buna Kürt hareketi de
eklendi). Yani sol düşünce bu kategoriyle kategorize edilirdi. Sol, sosyalist
düşünceye sahip olmak, servet düşmanlığı yanında vatan hainliği kategorisini de
daha baştan yüklenmeyi içeriyordu. Şimdi bu yüklenme paylaşılmıştır. Sağ
liberalizm ve muhafazakârlıkla yüklü bir İslamcılığın yıllarca taşıyıcısı olmuş
bir yapı artık bu kategorinin paydaşıdır. Kimse dış güç, ajanlık gibi
paravanların arkasına saklanmasın. Yıllar boyunca tüm söylemi, anlayışı,
dünyaya ve hayata bakışı, kültürü ve bilinci sağ muhafazakâr bir harca sahip
İslamcı bir örgütlenme vatan hainliği kategorisinin altına düşmüştür.
Şimdi
yıllar sonra bize nasihat eden anne babalarımızın karşısına geçip, biraz
nostalji biraz da hayatın diyalektiğinin öğreticiliği adına, Komünist
Manifesto’nun son paragrafındaki cümleleri yeniden tekrar edebiliriz.
“Komünistler görüşleriyle
amaçlarını gizlemeye gönül indirmezler. Amaçlarına ancak bugüne dek süregelen
tüm toplumsal düzeni zorla devirmekle ulaşılabileceğini açıkça söylerler.
Varsın egemen sınıflar komünist devrim korkusuyla titresin.”
Ozan Çılgın
24
Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder