Pages

11 Eylül 2016

Cedel


Kürt belediyelerine atanan kayyıma “bu saldırı, Meclis’e atılan bombalardan farksızdır” sözüyle eleştiri yöneltmek yanlıştır. Bu yanlışlık, Demirtaş’ın “Erdoğan’ı değil, cumhurbaşkanlığı makamını alkışladım” sözünün güncel tezahürüdür. Kürd’ün kendine karşı kurulmuş bir devletten alacağı, alabileceği hiçbir şey yoktur. Söke söke aldığı varoluşsal haklarının kişisel cedelleşmeye kurban edilmemesi gerekir. Devletin eldiveni olarak demokraside pay sahibi olma çabası, devletin pratik örgütlenme sürecine dâhildir.

Aynı şekilde, “Kayyım Darbedir” lafı da varolduğu düşünülen bağlar üzerinden düşünmenin bir ürünüdür. “Türkiye demokrasisi” diye bir alan varsayılmakta ve oraya örtük ya da açık mesajlar gönderilmektedir. Kürd’ün o demokrasi alanı ile ilişkisi bir tebaa ilişkisinden başka bir şey değildir. Bu söylemle AKP’ye yapıldığı varsayılan darbeye atıfta bulunulmakta, hâlâ AKP’yle masa altından bir ilişki yürütmenin imkânları araştırılmaktadır. Esasen “demokrat ve sivil siyaset”, devlet mekanizması üzerindeki renkli örtüden başka bir şey değildir.

Devlet, demokrasi içinde ve bünyesinde, onun üzerinden örgütlenen bir güçtür. Statik, durağan, sabit bir koltuğun varolduğunu ve o koltuğa talip olmanın önemsenmesi gerektiğini söyleyenler, bilerek ve bilmeyerek o güce örgütlenmişlerdir. Bu nedenle, ehil, yetkin, belirli bir çapa sahip, kâmil, ileri vs. görülmedikleri için ezilenler ve sömürülenler, demokrasi mücadelesinden dışlanmaktadır. Özünde demokrasi mücadelesi, devletin hareket serbestiyeti içindir. Ve aslında ezilenlerin-sömürülenlerin güç imkânlarına dair bir pratik olabilmelidir.

Bu anlamda “seni başkan yaptırmayacağız” siyasetinin merkezine yerleştirilen, örtüyle dikilmiş elbiseler giyen isimlerin yanlış yaptığı görülmelidir. Önemli bir bölümü, esasen PKK’nin silâhlı varlığının tasfiyesi ve yaratacağı imkânlar, açacağı ikbal kapıları için böylesi bir yola tevessül etmiştir. Devlet, PKK’nin tarihsel varlığı ile kurduğu ilişki biçimlerini dönüşüme uğratmaya mecburdur, ama burada özde bir dönüşüm yaşandığı yanılsamasına kapılmakta ciddi bir sorun vardır. Liberallerin hücumu, sınıfsal bir eleştiriye tabi tutulamamıştır.

Liberallerin görevi, ezilenlerin-sömürülenlerin mücadele birikimlerini tarumar etmek, o birikim içerisinde sınıf atlamak isteyen failleri devlete bağlamaktır. “Kürd hareketinin basit bir demokrasi mücadelesi bileşenine indirgenmesini, Kürd halkı mı istemiştir?” sorusu, hâlâ meşru bir sorudur.

“Başkan yaptırmayacağız” siyaseti, sosyal medyada bizatihi kendisini başkan zannedenlerin ideolojisine teslim olmuştur. Bu da meseleyi Erdoğan’a hapseden bir dilin oluşmasına yol açmıştır. Artık herkes, kendi bireysel varlığını aşan bir gerçekle mücadele etme zorunluluğundan, o mücadelenin niteliksel sıçrama yaşaması gerekli emekten el yumuştur. Sosyal medya, ülkeye nizamat verenlerle, “ah ben başbakan olsam!” diyenlerle, aklını fikrini bireysel dünyasında gördükleri ile biçimlendirenlerle doludur.

Anti-Erdoğan siyaseti, bir sosyal medya yanılsamasıdır. Demek ki gerçek bir devrimci siyaset, sosyalliği başka yerlerde aramakla alakalıdır. Siyasetin kişiselleşmesi, kişinin siyasallaşmasını doğurmamaktadır. Sadece siyasetle gündelik merak düzeyinde haberdar olunmakta, giderek, “her şey oluruna varır, bu işleri bilenler var nasılsa” kolaycılığına teslim olunur.

Kayyım meselesi de maalesef basit birkaç basın açıklaması ve sosyal medyadaki yiğitlenmelerle geçiştirilecektir. Seslenilen yer artık açıktır. Ezilenin öfkesi, örgüt büroları-akademi-basın zinciri içerisinde lime lime edilecektir. Ezilenlerin, sömürülenlerin kirli yanları, o zincir aracılığıyla arındırılmak zorundadır. Tüm teorik, ideolojik değerlendirmelerin amacı bu yöndedir. O zincirin sahibi kadar, onun bileşenleri de kirlilikten nefret etmekte, ihtimallerden korkmaktadır.

Bir tamirci çırağına “ileride ne olmak istiyorsun, bir hayalin var mı?” diye sorarlar. Çocuk tek cevap verir: “Yok”. Emekli bir amcaya, “yılbaşında milli piyango sana çıksa ne yaparsın?” diye sorarlar. Amcanın cevabı nettir: “Bana çıkmaz.” İşte büro-akademi-basın zincirinde eksik olan, bu sınıfsal netliktir. O zincirin nerelere bağlı olduğu, kimlerin boğazına dolandığı artık görülmek zorundadır. Zincir, bireylerden oluşmaktadır ve karşısında ancak düşman varsaydığı bireyler görmektedir. Buradan mesele, bireysel tercihlere, (dindar olup olmama gibi) kişisel özelliklere, ağızdan çıkan sözlere indirgenmektedir. Herkes siyasetle ancak “ah yerinde ben olsam” düzeyinde alakadardır. Kolektif disiplin, örgütlülük, işbölümü ve hiyerarşik zorunluluklar hükmünü yitirmektedir.

Demokrasinin eşitlik ve özgürlük yanılsamasına kanmamak gerekir. Orada teşkil edilen zincirin bir halkasında, 7 Haziran öncesi sallanan Türk bayrakları asılıdır. 

Aynı bayrak, bugün belediye binalarının balkonundadır. Masa başında, gizli odalarda verilmiş sözler varsa, bilinmelidir. “Açıklık, demokrasi, sivil siyaset vs.” diyenlerin bu bilgileri saklamaması icab eder.

Bahsi geçen zincir, tekil bireyler özelinde teşkil edilmiştir. Gerçeğin çok boyutlu, çok katmanlı niteliği karşısında zincir, bilinci ve pratiği boğmakla görevlidir. Türkiye gerçeği nereye örgütleniyor, neyi örgütlüyor, nereden kuruluyor, nerede inşa ediliyor, tüm bu hususları görmekten kaçanlar, o zincire eklemlenme derdindedir. Sosyal medyada imza yaldızlama, benliğini okşama derdinde olanların, o gerçekle ilgili bir derdi ve öfkesi kalmamıştır.

Onlar, ne sömürülenin derdiyle, ne de ezilenin öfkesiyle hemhal olma çabasındadırlar. İnşaattan düşen işçi de, kayyım üzerinden hakkı çalınan Kürd emekçi de masa başı işlemlerin basit bir kaleminden ibarettir. Devlet, kendisine halel getirmeyecek isimlerle kurmaktadır zinciri. Tayin edeni, şakırdatanı, boynumuza dolayanı, neden dolandığını anlamak, önemli bir yükümlülüğümüzdür.

Eren Balkır
11 Eylül 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder