Kürt belediyelerine atanan kayyıma “bu saldırı,
Meclis’e atılan bombalardan farksızdır” sözüyle eleştiri yöneltmek yanlıştır.
Bu yanlışlık, Demirtaş’ın “Erdoğan’ı değil, cumhurbaşkanlığı makamını
alkışladım” sözünün güncel tezahürüdür. Kürd’ün kendine karşı kurulmuş bir
devletten alacağı, alabileceği hiçbir şey yoktur. Söke söke aldığı varoluşsal
haklarının kişisel cedelleşmeye kurban edilmemesi gerekir. Devletin eldiveni
olarak demokraside pay sahibi olma çabası, devletin pratik örgütlenme sürecine
dâhildir.
Aynı şekilde, “Kayyım Darbedir” lafı da varolduğu
düşünülen bağlar üzerinden düşünmenin bir ürünüdür. “Türkiye demokrasisi” diye
bir alan varsayılmakta ve oraya örtük ya da açık mesajlar gönderilmektedir.
Kürd’ün o demokrasi alanı ile ilişkisi bir tebaa ilişkisinden başka bir şey
değildir. Bu söylemle AKP’ye yapıldığı varsayılan darbeye atıfta bulunulmakta,
hâlâ AKP’yle masa altından bir ilişki yürütmenin imkânları araştırılmaktadır.
Esasen “demokrat ve sivil siyaset”, devlet mekanizması üzerindeki renkli
örtüden başka bir şey değildir.
Devlet, demokrasi içinde ve bünyesinde, onun üzerinden
örgütlenen bir güçtür. Statik, durağan, sabit bir koltuğun varolduğunu ve o
koltuğa talip olmanın önemsenmesi gerektiğini söyleyenler, bilerek ve
bilmeyerek o güce örgütlenmişlerdir. Bu nedenle, ehil, yetkin, belirli bir çapa
sahip, kâmil, ileri vs. görülmedikleri için ezilenler ve sömürülenler,
demokrasi mücadelesinden dışlanmaktadır. Özünde demokrasi mücadelesi, devletin
hareket serbestiyeti içindir. Ve aslında ezilenlerin-sömürülenlerin güç
imkânlarına dair bir pratik olabilmelidir.
Bu anlamda “seni başkan yaptırmayacağız” siyasetinin
merkezine yerleştirilen, örtüyle dikilmiş elbiseler giyen isimlerin yanlış
yaptığı görülmelidir. Önemli bir bölümü, esasen PKK’nin silâhlı varlığının
tasfiyesi ve yaratacağı imkânlar, açacağı ikbal kapıları için böylesi bir yola
tevessül etmiştir. Devlet, PKK’nin tarihsel varlığı ile kurduğu ilişki
biçimlerini dönüşüme uğratmaya mecburdur, ama burada özde bir dönüşüm yaşandığı
yanılsamasına kapılmakta ciddi bir sorun vardır. Liberallerin hücumu, sınıfsal bir
eleştiriye tabi tutulamamıştır.
Liberallerin görevi, ezilenlerin-sömürülenlerin
mücadele birikimlerini tarumar etmek, o birikim içerisinde sınıf atlamak
isteyen failleri devlete bağlamaktır. “Kürd hareketinin basit bir demokrasi
mücadelesi bileşenine indirgenmesini, Kürd halkı mı istemiştir?” sorusu, hâlâ
meşru bir sorudur.
“Başkan yaptırmayacağız” siyaseti, sosyal medyada
bizatihi kendisini başkan zannedenlerin ideolojisine teslim olmuştur. Bu da
meseleyi Erdoğan’a hapseden bir dilin oluşmasına yol açmıştır. Artık herkes,
kendi bireysel varlığını aşan bir gerçekle mücadele etme zorunluluğundan, o
mücadelenin niteliksel sıçrama yaşaması gerekli emekten el yumuştur. Sosyal
medya, ülkeye nizamat verenlerle, “ah ben başbakan olsam!” diyenlerle, aklını
fikrini bireysel dünyasında gördükleri ile biçimlendirenlerle doludur.
Anti-Erdoğan siyaseti, bir sosyal medya
yanılsamasıdır. Demek ki gerçek bir devrimci siyaset, sosyalliği başka yerlerde
aramakla alakalıdır. Siyasetin kişiselleşmesi, kişinin siyasallaşmasını
doğurmamaktadır. Sadece siyasetle gündelik merak düzeyinde haberdar olunmakta,
giderek, “her şey oluruna varır, bu işleri bilenler var nasılsa” kolaycılığına
teslim olunur.
Kayyım meselesi de maalesef basit birkaç basın
açıklaması ve sosyal medyadaki yiğitlenmelerle geçiştirilecektir. Seslenilen
yer artık açıktır. Ezilenin öfkesi, örgüt büroları-akademi-basın zinciri
içerisinde lime lime edilecektir. Ezilenlerin, sömürülenlerin kirli yanları, o
zincir aracılığıyla arındırılmak zorundadır. Tüm teorik, ideolojik
değerlendirmelerin amacı bu yöndedir. O zincirin sahibi kadar, onun bileşenleri
de kirlilikten nefret etmekte, ihtimallerden korkmaktadır.
Bir tamirci çırağına “ileride ne olmak istiyorsun, bir
hayalin var mı?” diye sorarlar. Çocuk tek cevap verir: “Yok”. Emekli bir
amcaya, “yılbaşında milli piyango sana çıksa ne yaparsın?” diye sorarlar.
Amcanın cevabı nettir: “Bana çıkmaz.” İşte büro-akademi-basın zincirinde eksik
olan, bu sınıfsal netliktir. O zincirin nerelere bağlı olduğu, kimlerin
boğazına dolandığı artık görülmek zorundadır. Zincir, bireylerden oluşmaktadır
ve karşısında ancak düşman varsaydığı bireyler görmektedir. Buradan mesele,
bireysel tercihlere, (dindar olup olmama gibi) kişisel özelliklere, ağızdan
çıkan sözlere indirgenmektedir. Herkes siyasetle ancak “ah yerinde ben olsam”
düzeyinde alakadardır. Kolektif disiplin, örgütlülük, işbölümü ve hiyerarşik
zorunluluklar hükmünü yitirmektedir.
Demokrasinin eşitlik ve özgürlük yanılsamasına kanmamak gerekir. Orada teşkil edilen zincirin bir halkasında, 7 Haziran öncesi sallanan Türk bayrakları asılıdır.
Aynı bayrak, bugün belediye binalarının
balkonundadır. Masa başında, gizli odalarda verilmiş sözler varsa,
bilinmelidir. “Açıklık, demokrasi, sivil siyaset vs.” diyenlerin bu bilgileri
saklamaması icab eder.
Bahsi geçen zincir, tekil bireyler özelinde teşkil
edilmiştir. Gerçeğin çok boyutlu, çok katmanlı niteliği karşısında zincir,
bilinci ve pratiği boğmakla görevlidir. Türkiye gerçeği nereye örgütleniyor,
neyi örgütlüyor, nereden kuruluyor, nerede inşa ediliyor, tüm bu hususları
görmekten kaçanlar, o zincire eklemlenme derdindedir. Sosyal medyada imza
yaldızlama, benliğini okşama derdinde olanların, o gerçekle ilgili bir derdi ve
öfkesi kalmamıştır.
Onlar, ne sömürülenin derdiyle, ne de ezilenin
öfkesiyle hemhal olma çabasındadırlar. İnşaattan düşen işçi de, kayyım
üzerinden hakkı çalınan Kürd emekçi de masa başı işlemlerin basit bir
kaleminden ibarettir. Devlet, kendisine halel getirmeyecek isimlerle
kurmaktadır zinciri. Tayin edeni, şakırdatanı, boynumuza dolayanı, neden
dolandığını anlamak, önemli bir yükümlülüğümüzdür.
Eren Balkır
11 Eylül 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder