Pages

19 Eylül 2016

ABD İsrail’i Neden Destekliyor?


Eğer milyarlarca dolarlık silâh anlaşmaları olmasaydı, İsrail ve ABD hiç bu kadar yakınlaşmazdı.

Geçen hafta haberlere yansıdığı kadarıyla, Obama ile Netanyahu arasına kara kedi girmesine karşın, ABD ve İsrail arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşma, ABD tarihinde bu ülkenin bir başka ülkeye vaat ettiği en büyük silâh yardımını içeriyor. On yıllık anlaşma, İsrail’in her yıl 3,8 milyar dolar yardım yapılmasını öngörüyor. İsrail’e önceki on yıllık anlaşma bünyesinde yapılan yardımın tutarı ise 3,1 milyar dolar.

Bu cömert yardıma kılıf bulma noktasında yorumcular ve devlet yetkilileri, İran ve IŞİD’e işaret ediyorlar. Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice’ın bir basın toplantısında ifade ettiği kadarıyla, “anlaşma, İsrail’in kendisini savunması için ihtiyaç duyduğu desteği sunacak.”

Ne var ki diplomasi dâhilinde dile getirilen basmakalıp sözler, Netanyahu’nun bir yıl önce İsrail meclisinde sarf ettiği sözlerden daha az aydınlatıcı: “[…] ‘Bize sonsuza dek kılıçla mı yaşayacaksınız?’ diye soruyorlar. Benim cevabım şu: Evet.”

İsrail, ABD’nin sunduğu imkân ve zemin üzerinden sürekli askerî eylem içerisinde olan bir ülke. Yeni yardım paketi için yapılan müzakerelere eşlik eden yirmi dört saatlik süre zarfında İsrail Gazze’yi bombaladı, Batı Şeria’daki Halil kentinde yeni yerleşimler inşa edileceğini duyurdu ve Suriye’de bulunan Golan Tepeleri’ne konuşlanmış Suriye Ordusu’na saldırdı. Bu adımların her biri, hem ABD desteğinin doğal bir sonucu hem de bir tür güç gösterisi.

Netanyahu da, birçok İsrailli ve ABD’li lider gibi, İsrail’in hedeflerine ulaşmak için komşularının elindeki askerî avantajlara kıyasla ezici bir güce sahip olması gerektiğini düşünüyor. İmha politikaları, işgaller ve ablukalar bu anlayışın ürünü.

Anlaşma ABD’nin de çıkarına: İsrail’in emsalsiz askerî gücü, bu ülkenin bölgede ABD hegemonyasına karşı ve düşman olan diğer ülkeleri dengelemesini mümkün kılıyor.

İsrailli siyasetçi Yair Lapid, Foreign Policy’ye yazdığı makalede bu hususu gayet açıktan dile getiriyor: “Amerika’nın İsrail’le kurduğu işbirliği, onun Ortadoğu’da aktif ve etkili bir siyaset yürütmesine imkân sağlıyor. Zira İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki ileri üssüdür.”

Bu sözlerde yeni bir şey yok. ABD hükümeti, uzun süredir İsrail ordusunun gücünün Ortadoğu’daki çıkarları adına daha da güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyor.

1989’dan beri ABD İsrail’e silâh depoladı. Bu silâhlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan çatışmalarda kullanıldı. Yair Lapid’in “Batı’nın ileri üssü” dediği ülke, bu amaçlarla devreye sokuldu. Ayrıca ABD, 2006’daki -Lübnan Savaşı ile 2014’teki Gazze saldırısı esnasında silâhları tükendiği için İsrail’in kendi cephaneliğinden istifade etmesini sağladı.

Daha da geriye gidebiliriz: Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’ın Arap milliyetçi hareketinin lideri olduğu ve bölgedeki Amerika ve Avrupa nüfuzuna karşı çıktığı dönemde İsrail işe yarar bir kale olduğunu ispatladı ve 1967’de Mısır’la savaşıp onu yendi. Birkaç yıl sonra, Soğuk Savaş’ın zirvede olduğu bir dönemde İsrailliler Mısır’daki Sovyet radarını çaldı ve istihbarî alanda önemli bir darbe gerçekleştirmiş oldu. 1970’te ABD hükümeti Vietnam Savaşı ile meşguldü. İsrail’den Ürdün’deki Kara Eylül katliamını durdurması muhtemel Suriye askerlerine mani olmasını istedi.

Son yıllarda ABD ve İsrail ülkedeki ünlü Demir Kubbe’yi de içeren füzesavarlı savunma sistemlerini birlikte tasarladı. Pentagon, Afganistan gibi yerlerdeki “ileri mevziler”i korumak için kendi Demir Kubbe versiyonunu geliştirdi. Bu çalışma, İsrail devletine bağlı Rafael İleri Savunma Sistemleri ve Raytheon isimli ABD’li bir özel şirketle birlikte yürütüldü. Tanıtım filminde Raytheon böbürlenerek şunları söylüyordu: “Demir Kubbe’nin ateşlediği önleme füzesi ‘Tamir’, savaşta gücünü ispatlamış tek füze.” (Lapid’in de söylediği gibi, “İsrail, ABD’ye saha koşullarında en ileri silâhların sınanması için nispeten ucuz bir yol ve imkân sunuyor.”)

Raytheon, ABD-İsrail arasındaki simbiyotik ilişkiden nemalanan tek savunma şirketi değil.

ABD, Amerika’daki savunma şirketlerine ait silâhlar konusunda gerekli yardımı makbuz formunda dağıtıyor. Devletin parası Raytheon, Boeing, Lockheed Martin ve benzeri şirketlere yolla aktarılıyor. ABD’li silâh şirketlerinin bu yolla zenginleşmesi yeni anlaşma ile daha da yoğunlaşacak: paket, süreç içerisinde bir şartı ortadan kaldırıyor: buna göre, İsrail devletine yardımın yüzde 26’sını şekelle ödeme imkânı veriliyor ve bu ülkedeki savunma sanayisini sübvanse edilmesini sağlıyor.

İki ülkenin savunma sektörleri arasındaki ilişki daha da derinleşiyor. Elbit Sistemleri gibi İsrail’e ait bir dizi savunma şirketi, ABD hükümeti ile sözleşmeler imzalayabilmek için ABD’de iştirakler kuruyor.

Ama savunma sanayiindeki eşantiyonlar anlaşmayı daha da tatlı hâle getirdi. Temelde ABD ile İsrail’i birbirine bağlayan tutkal, iki ülkenin Ortadoğu’daki mevcut güç dengesini korumaya dönük müşterek kararları.

Bu da İsrail’in elindeki “niteliksel açıdan güçlü askerî yönü”nü korumasını zorunlu kılıyor. Yani İsrail, bölgedeki diğer silâhlı kuvvetler karşısında daha üstün ekipman ve eğitime sahip olmaya mecbur. Bu anlayış ABD hukukunda bile kayıtlı bir husus: Silâh İhracatının Kontrolü Kanunu İsrail’in komşularına yapılacak her türden silâh satışının “İsrail’in elindeki niteliksel açıdan güçlü askerî yönü”nü olumsuz yönde etkilememesi gerektiğini söylüyor.

Lockheed Martin’in ürettiği F-35 savaş uçağı örnek verilebilir. Piyasaya çıktığında dünyanın en gelişkin savaş uçağı olduğunu söyleyen şirket, yüz milyon dolarlık uçak için birçok ülkenin kapıştığını iddia ediyor. Ama Ortadoğu’da ilk uçakları İsrail satın aldı. Nisan 2015’te Beyaz Saray’da yaptığı konuşmada Başkan Yardımcısı Joe Biden, F-35’lerin İsrail’e gönderileceği vaadinde bulundu ve “bu beşinci nesil uçağa Ortadoğu’da bir tek İsrail’in sahip olacağını” söyledi. Aynı şekilde ABD, Suudi Arabistan’ın elindeki F-15’leri bir üst modele taşıyınca, İsrail’e de F-15’ten daha üstün olduğu iddia edilen F-35’lerden yirmi adet verileceği söylendi.

İsrail’in kurucu babalarından ve Netanyahu’yu etkileyen en önemli isimlerden biri olan Ze’ev Jabotinsky, tüm bu olan biteni çok önceden zaten gayet iyi idrak etmiş biriydi. 1923 tarihli “Demir Duvar” başlıklı bir makalesinde şunu söylüyordu: “Dünyada yereldeki her halk sömürgecilere karşı direnir, Filistin’deki Arapların da yaptığı bu, tek damla umut kalana dek bu direnişe devam edecekler.” Jabotinsky’nin tespitiyle, İsrail etkin bir silâhlı direniş için herhangi bir umut kalmayana dek ordusunu güçlendirmek zorunda.

Bugün söz konusu mantık, genel manada İsrail’in komşuları için daha uygun. Birçoğu kendi geleceğini İsrail’in eline teslim etmeye hiç de niyetli değil. İster Lübnan’ı yeniden biçimlendirsin, ister Golan Tepeleri’ni ilhak etsin, isterse yeni yerleşimler açıp Kudüs üzerinde fiilî kontrol sağlasın, İsrail dış politikadaki hedeflerine ancak üstün şiddet araçlarına sahip olduğu takdirde ulaşabilir.

Yeni silâh anlaşmasında belirlenen paketin amacı, “tehlikeli komşu ülkeler”le kuşatılmış İsraillileri korumak değil. Anlaşmanın Amerika’nın demokrasinin değerini bildiğinin bir alameti olarak görülmesi de imkânsız. Anlaşma, İsrail saldırganlığının kendisine yol bulmasına katkı sunacak, ABD’nin bölgedeki ve dünyadaki silâh ticaretinde sahip olduğu gücünü pekiştirecek.

Ryan McNamara
18 Eylül 2016
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder