Eğer milyarlarca dolarlık silâh anlaşmaları olmasaydı,
İsrail ve ABD hiç bu kadar yakınlaşmazdı.
Geçen hafta haberlere yansıdığı kadarıyla, Obama ile
Netanyahu arasına kara kedi girmesine karşın, ABD ve İsrail arasında bir
anlaşma imzalandı. Anlaşma, ABD tarihinde bu ülkenin bir başka ülkeye vaat
ettiği en büyük silâh yardımını içeriyor. On yıllık anlaşma, İsrail’in her yıl
3,8 milyar dolar yardım yapılmasını öngörüyor. İsrail’e önceki on yıllık
anlaşma bünyesinde yapılan yardımın tutarı ise 3,1 milyar dolar.
Bu cömert yardıma kılıf bulma noktasında yorumcular ve
devlet yetkilileri, İran ve IŞİD’e işaret ediyorlar. Ulusal Güvenlik Danışmanı
Susan Rice’ın bir basın toplantısında ifade ettiği kadarıyla, “anlaşma,
İsrail’in kendisini savunması için ihtiyaç duyduğu desteği sunacak.”
Ne var ki diplomasi dâhilinde dile getirilen
basmakalıp sözler, Netanyahu’nun bir yıl önce İsrail meclisinde sarf ettiği
sözlerden daha az aydınlatıcı: “[…] ‘Bize sonsuza dek kılıçla mı
yaşayacaksınız?’ diye soruyorlar. Benim cevabım şu: Evet.”
İsrail, ABD’nin sunduğu imkân ve zemin üzerinden
sürekli askerî eylem içerisinde olan bir ülke. Yeni yardım paketi için yapılan
müzakerelere eşlik eden yirmi dört saatlik süre zarfında İsrail Gazze’yi
bombaladı, Batı Şeria’daki Halil kentinde yeni yerleşimler inşa edileceğini
duyurdu ve Suriye’de bulunan Golan Tepeleri’ne konuşlanmış Suriye Ordusu’na
saldırdı. Bu adımların her biri, hem ABD desteğinin doğal bir sonucu hem de bir
tür güç gösterisi.
Netanyahu da, birçok İsrailli ve ABD’li lider gibi,
İsrail’in hedeflerine ulaşmak için komşularının elindeki askerî avantajlara
kıyasla ezici bir güce sahip olması gerektiğini düşünüyor. İmha politikaları,
işgaller ve ablukalar bu anlayışın ürünü.
Anlaşma ABD’nin de çıkarına: İsrail’in emsalsiz askerî
gücü, bu ülkenin bölgede ABD hegemonyasına karşı ve düşman olan diğer ülkeleri
dengelemesini mümkün kılıyor.
İsrailli siyasetçi Yair Lapid, Foreign Policy’ye
yazdığı makalede bu hususu gayet açıktan dile getiriyor: “Amerika’nın İsrail’le
kurduğu işbirliği, onun Ortadoğu’da aktif ve etkili bir siyaset yürütmesine
imkân sağlıyor. Zira İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki ileri üssüdür.”
Bu sözlerde yeni bir şey yok. ABD hükümeti, uzun
süredir İsrail ordusunun gücünün Ortadoğu’daki çıkarları adına daha da
güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyor.
1989’dan beri ABD İsrail’e silâh depoladı. Bu
silâhlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan çatışmalarda kullanıldı. Yair
Lapid’in “Batı’nın ileri üssü” dediği ülke, bu amaçlarla devreye sokuldu.
Ayrıca ABD, 2006’daki -Lübnan Savaşı ile 2014’teki Gazze saldırısı esnasında
silâhları tükendiği için İsrail’in kendi cephaneliğinden istifade etmesini
sağladı.
Daha da geriye gidebiliriz: Mısır cumhurbaşkanı Cemal
Abdünnasır’ın Arap milliyetçi hareketinin lideri olduğu ve bölgedeki Amerika ve
Avrupa nüfuzuna karşı çıktığı dönemde İsrail işe yarar bir kale olduğunu
ispatladı ve 1967’de Mısır’la savaşıp onu yendi. Birkaç yıl sonra, Soğuk
Savaş’ın zirvede olduğu bir dönemde İsrailliler Mısır’daki Sovyet radarını
çaldı ve istihbarî alanda önemli bir darbe gerçekleştirmiş oldu. 1970’te ABD
hükümeti Vietnam Savaşı ile meşguldü. İsrail’den Ürdün’deki Kara Eylül
katliamını durdurması muhtemel Suriye askerlerine mani olmasını istedi.
Son yıllarda ABD ve İsrail ülkedeki ünlü Demir
Kubbe’yi de içeren füzesavarlı savunma sistemlerini birlikte tasarladı.
Pentagon, Afganistan gibi yerlerdeki “ileri mevziler”i korumak için kendi Demir
Kubbe versiyonunu geliştirdi. Bu çalışma, İsrail devletine bağlı Rafael İleri
Savunma Sistemleri ve Raytheon isimli ABD’li bir özel şirketle birlikte
yürütüldü. Tanıtım filminde Raytheon böbürlenerek şunları söylüyordu: “Demir
Kubbe’nin ateşlediği önleme füzesi ‘Tamir’, savaşta gücünü ispatlamış tek
füze.” (Lapid’in de söylediği gibi, “İsrail, ABD’ye saha koşullarında en ileri
silâhların sınanması için nispeten ucuz bir yol ve imkân sunuyor.”)
Raytheon, ABD-İsrail arasındaki simbiyotik ilişkiden
nemalanan tek savunma şirketi değil.
ABD, Amerika’daki savunma şirketlerine ait silâhlar
konusunda gerekli yardımı makbuz formunda dağıtıyor. Devletin parası Raytheon,
Boeing, Lockheed Martin ve benzeri şirketlere yolla aktarılıyor. ABD’li silâh
şirketlerinin bu yolla zenginleşmesi yeni anlaşma ile daha da yoğunlaşacak:
paket, süreç içerisinde bir şartı ortadan kaldırıyor: buna göre, İsrail
devletine yardımın yüzde 26’sını şekelle ödeme imkânı veriliyor ve bu ülkedeki
savunma sanayisini sübvanse edilmesini sağlıyor.
İki ülkenin savunma sektörleri arasındaki ilişki daha
da derinleşiyor. Elbit Sistemleri gibi İsrail’e ait bir dizi savunma şirketi,
ABD hükümeti ile sözleşmeler imzalayabilmek için ABD’de iştirakler kuruyor.
Ama savunma sanayiindeki eşantiyonlar anlaşmayı daha
da tatlı hâle getirdi. Temelde ABD ile İsrail’i birbirine bağlayan tutkal, iki
ülkenin Ortadoğu’daki mevcut güç dengesini korumaya dönük müşterek kararları.
Bu da İsrail’in elindeki “niteliksel açıdan güçlü
askerî yönü”nü korumasını zorunlu kılıyor. Yani İsrail, bölgedeki diğer silâhlı
kuvvetler karşısında daha üstün ekipman ve eğitime sahip olmaya mecbur. Bu
anlayış ABD hukukunda bile kayıtlı bir husus: Silâh İhracatının Kontrolü Kanunu
İsrail’in komşularına yapılacak her türden silâh satışının “İsrail’in elindeki
niteliksel açıdan güçlü askerî yönü”nü olumsuz yönde etkilememesi gerektiğini
söylüyor.
Lockheed Martin’in ürettiği F-35 savaş uçağı örnek
verilebilir. Piyasaya çıktığında dünyanın en gelişkin savaş uçağı olduğunu
söyleyen şirket, yüz milyon dolarlık uçak için birçok ülkenin kapıştığını iddia
ediyor. Ama Ortadoğu’da ilk uçakları İsrail satın aldı. Nisan 2015’te Beyaz
Saray’da yaptığı konuşmada Başkan Yardımcısı Joe Biden, F-35’lerin İsrail’e
gönderileceği vaadinde bulundu ve “bu beşinci nesil uçağa Ortadoğu’da bir tek
İsrail’in sahip olacağını” söyledi. Aynı şekilde ABD, Suudi Arabistan’ın elindeki
F-15’leri bir üst modele taşıyınca, İsrail’e de F-15’ten daha üstün olduğu
iddia edilen F-35’lerden yirmi adet verileceği söylendi.
İsrail’in kurucu babalarından ve Netanyahu’yu
etkileyen en önemli isimlerden biri olan Ze’ev Jabotinsky, tüm bu olan biteni
çok önceden zaten gayet iyi idrak etmiş biriydi. 1923 tarihli “Demir Duvar”
başlıklı bir makalesinde şunu söylüyordu: “Dünyada yereldeki her halk
sömürgecilere karşı direnir, Filistin’deki Arapların da yaptığı bu, tek damla
umut kalana dek bu direnişe devam edecekler.” Jabotinsky’nin tespitiyle, İsrail
etkin bir silâhlı direniş için herhangi bir umut kalmayana dek ordusunu
güçlendirmek zorunda.
Bugün söz konusu mantık, genel manada İsrail’in
komşuları için daha uygun. Birçoğu kendi geleceğini İsrail’in eline teslim
etmeye hiç de niyetli değil. İster Lübnan’ı yeniden biçimlendirsin, ister Golan
Tepeleri’ni ilhak etsin, isterse yeni yerleşimler açıp Kudüs üzerinde fiilî
kontrol sağlasın, İsrail dış politikadaki hedeflerine ancak üstün şiddet
araçlarına sahip olduğu takdirde ulaşabilir.
Yeni silâh anlaşmasında belirlenen paketin amacı,
“tehlikeli komşu ülkeler”le kuşatılmış İsraillileri korumak değil. Anlaşmanın
Amerika’nın demokrasinin değerini bildiğinin bir alameti olarak görülmesi de
imkânsız. Anlaşma, İsrail saldırganlığının kendisine yol bulmasına katkı
sunacak, ABD’nin bölgedeki ve dünyadaki silâh ticaretinde sahip olduğu gücünü
pekiştirecek.
Ryan McNamara
18 Eylül 2016
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder