9 Eylül 1993’te Arafat, İzak Rabin’e bir mektup yazar.
Mektup, şu cümleyi içermektedir: “FKÖ, İsrail devletinin barış ve güvenlik
içerisinde varolma hakkını tanımaktadır.” Bu tanımaya karşın İsrail, çöken
dizleri görür ve “İsrail’in bir Yahudi devleti olarak varolma hakkını da
tanıyacaksınız” der. Buna da “peki” denilir.
O vakit “nereden çıktı bu İslamcılar?” diye yakınıp
duranların, devletler kadar mazlum kitlelerin de salt sınıfsal değil, milli ve
dini tepkiler geliştirdiklerini görmeleri gerekiyor. Devlet, Filistin kurtuluş
mücadelesinin sınıfsal ve milli düzlemde elde ettiği mevzii ezelden beri
muhafaza ettiği din kozu ile dağıtmak isteyince, kitleler de bu yönde tepki
geliştirmişlerdir. Filistinli analar, evlatlarını bu rahim içinde büyütüp
doğurmuşlardır. Anlaşılmayan budur.
Laik-modernist İsrail devletinin Yahudi devleti olmasını anlamayanlar, ne IŞİD’i ne de özelde AKP’li devleti anlayabilirler. Zira onlar, ne kitlelerin içindedir ne de önünde.
Örgütleyen örgütlenmelidir. O
rahimde gene doğulmalıdır. Mücadele, o doğumun sancısında, kanındadır.
* * *
“Her eteğini savuran kendisini Rosa, her bıyığını
buran kendisini Stalin zannediyor.” [Hikmet Kıvılcımlı] Doktor, bu sözü
taklitçiliğe, kelimelerin büyüsüne itiraz etmek, öznel ideolojik kurguların
beyhudeliğini vurgulamak, yerlici değil, ama yerli bir mücadele perspektifi
oluşturmak için sarfeder.
Bugün kadın eylemlerinde cadı şapkaları takılır.
Bir-iki kitaptan edinilen malumatla, geçmişte cadıların kadın olduğu için idam
edildiğine inanılır. O şapkaların sebebi budur. Politik bir dönemde, kapitalizm
ve burjuvazi toprağı ve hayatı çitlemekte, sapkın, mülhid, zındık olanı tasfiye
etmektedir. O cadılar, burjuva devrimi sonrası oluşan ideolojik iklimin “kadın”
dediği şey değil, başka yola işaret ettiği için öldürülmüştür. (Ayrıca
öldürülenlerin önemli bir bölümü erkektir!) Bağlamından çıkartıldığında, saf
“kadın” olunduğunda, o politik olan da berhava olmaktadır. Ki zaten faşizm
antipolitizm; liberalizm apolitizmdir.
Politik olanın dışında durmanın öğretildiği, devlet ve
burjuvazinin politik olana saldırdığı koşullarda etek savurmanın, bıyık
burmanın da bir anlamı yoktur. Doktor, Rosa ve Stalin’in politik bağlamını
bilmekte, o bağlam zihinde tekrar canlandırıldığında politik olunulacağı
sanrısını suyun yüzündeki köpük gibi dağıtmaya çalışmaktadır.
Hayaller eskiden Moskova, Tiran, Pekin, Havana iken
bugün tümüyle Paris’tir. AKP’nin “asgari burjuva demokrasisi ilkeleri”ni bile
çiğnediği söylenerek, burjuvazi ve sınıf dışı, uzaydan gelmiş bir istilacı güç
olarak gösterilmesi durumunda en geniş kitlenin seferber edileceği düşünülmektedir.
Oysa bugün AKP ne yapıyorsa burjuvaca, burjuva adına, burjuvayla yapmaktadır.
“Asgari burjuva demokrasisi ilkeleri” diye beş vakit dua edenlerin sokağa
çıkması, hayata karışması, sabahın beşinde işe giden bir işçi kadının koluna
girmesi, madene inmesi, inşaat işçileriyle öğlen arası soğan kırması, Kürd ile
yanık bir stran mırıldanması, Egeliyle artık hasret kaldığı tütünün kokusunu
içine çekmesi, Artvinliyle seneye kesilecek derenin suyundan bir avuç içmesi
gerekmektedir. Artık alamet-i farika hâline gelmiş eteğe ve bıyığa pek
güvenilmemelidir.
* * *
Seyfi Öngider’in Kurtuluşçuları Sisifos’a benzetmesi,
ama yazı sonunda, “sosyalizm için mücadele hiç de Sisifos’un cezası gibi
görülemez” demesi, bir tuhaf.[1] Belki de Öngider’de bir çelişki yok. O,
muhtemelen Kurtuluşçuların harcanıp gittiğini, kayalar altında kaldığını, asıl
sosyalizm mücadelesini kendisinin verdiğini iddia ediyor. Öngider’in lafına
bakılacak olursa, Kurtuluş Kendini, Kurtuluş’u bitirmek, onun bittiğini
ilân etmek için Anlatıyor. Ancak bitmiş bir şeyin edebiyatı olabiliyor.
Devam eden süreç, kendisine dair laflara asla vakit bulamıyor. O vakitle
uğraşmayanlar zamanın kucağına atlıyorlar. “Bugün bizden yana değil, yarın
bizimdir!” diyorlar.
Lenin, “Marksistler, olması gereken değil, olan
üzerinden hareket ederler.” diyor. Bu açıdan Lenin’e küfür niteliğindeki
siyaset algısı, olması gerekene kilitlendiği ölçüde bugündeki imkânları,
çatlakları asla görmüyor. Bu algı zaten, zımni anlaşma gereği. Politik
bağlamdan kaçmak, uzak durmak, başkalarını da bu günaha ortak etmek ya da o
bağlamı çözmek, dağıtmak, asli yönelim bu. Gezi bağlamı bugün reklâmcıların
uygulama alanına dönüşmüş “cephe” deneyimleriyle dağıtıldı. Ne bağ ne bağlam ne
de bağlanmak, arzulanan bir şey.
Bağı kopartan, bir yere zaten bağlıdır ya da
bağlanmaktadır. “Hayattaki mucizeler”e bağlanan ilahiyat, bize
kültürel-ideolojik alandaki konumumuzla yetinmeyi öğütlemektedir. “Kayayı
zirveye doğru yuvarla, hiçbir şey olmasa, spor yapmış olursun.” Geleceğe kalan
sadece bu kişisel öğüttür.
Çünkü artık “bu ülkede devrim oldu, çırpınmana gerek
yok, o devrimi ilerlet, yeter” diyenlerin koluna girildi. “Kemalist devrim”e
mumlar yakıldı. Bu yaklaşımda olanların, “İslam, (Allah affetsin, bir
kereliğine kullanalım) bir devrimdi, oldu bitti, temele şeklen bağlı kal, o
devrimin bugündeki izlerini sürmek sana mı düştü?” diyenlerle atışmasından bir
şey çıkması mümkün değil. “Muhammed’den önce en azından renkli bir pazar vardı,
o pazarda birçok kabile tüm renkleriyle bir arada yaşıyordu, her biri bir puta
sahipti, o putlar barış içinde bir arada yaşıyordu, ne gereği var hepsini
kırmanın!” diyenlerin bugünün pazarına aykırı tek laf etmesi de mümkün değil.
Politika, pazarda olmak için kaya yuvarlamak, etek savurmak, bıyık burmak
mıdır? “Pratik sahada mücadele” dediğiniz bu mudur?
* * *
Barış Yıldırım: şöhretini “HDP’de sosyalistlerin işi
ne?” çıkışına borçlu.[2] Fraksiyon olup solu “böldüğü” günlerin getirdikleriyle
bugün tüm solu, hatta tüm muhalifleri birleştirdiği bir sabaha uyandı. O
birlik, Halkbank ve kültür işlerini ya da rafa kaldırılıp çürümeye bırakılmış
potansiyel Rafçıları içerir mi, bilinmez.
“Birlik çağrısı” popüler, trending topic olunca
hemen devreye giriyor Barış. Kendisi söylüyor. Peki bu Barış kiminledir?
“Anti-kemalizm solun çocukluk hastalığı, belki bağışıklık kazanmak için o
hastalığa ihtiyacımız vardı. Şimdi anti-faşizme dönebiliriz.” lafları kimlerin
kulağına fısıldanmaktadır? Gezitecilik, bireyler buluşması mıdır, orada halk
nerededir?
Seyfi Öngider gibi, Barış da aynı yazı içerisinde
kendisine çelme takma becerisini haiz. “Faşizm tespiti yapmak için daha neyi
bekliyorsunuz?” diyor, sonra da egemen bloğu “faşizm” olarak tanımlamanın şart
olmadığını söylüyor. Kelimelerin, kavramların kitleleri toparladığını,
örgütlediğini düşünüyor.
Gezi günlerinde mikro siyaset ve mikro yaşam
alancılığı peşindeki bu yazarın bugün ucu bucağı belirsiz kitlelere göz dikmesi,
hayra alamet değil. Çünkü o huyundan vazgeçmiyor, Kemalizm deyince zihninde bir
tek şahıs canlanıyor. Aynı şekilde “Erdoğan 5 ayda 734.483.000 lira harcamış.
Günlük aşağı yukarı 5 milyon lira. İçkisi, kumarı da yok adamın. Ne yapıyor bu
kadar parayı?” diyerek muhasebede başarılı olduğunu gösteriyor. Barış,
karşısında kendisi gibi bir şahıs var zannediyor. Çünkü sadece, şahıs olarak,
görülmek, değer görmek istiyor. Bu sebeple, devleti görmezden geliyor.
Kemalizmse küçük burjuvanın küçük burjuva küfründen
kurtulmak için diline doladığı bir şey onun zihninde. “Kemalizm küçük burjuva,
ben nasıl olabilirim ki?” dedikten sonra, ona öykünüp muktedir olmanın
yollarına bakıyor. Ölçüsü de, eşiği de, ölçeği de kemalizme ait. O nedenle
“Kürtleri PKK’yle eşitlemeyin!” türü Ahaber menşeli laflar diziyor
sayfasına. “PKK Kürtlerin CHP’si” diyor sonra. Burada olduğu gibi, teorisini
sadece kendisi gibi bireyler üzerine kurabiliyor. Acemi tercümanın “chemical
lab”i “kimyasal laboratuvar” diye çevirmesi gibi, o da bir tür zihinsel
yönelimle, “demokratik cephe”den bahsediyor. Özünde demokrasiyi faşizme karşı
değil, anti-faşist cephe içerisine yönelik olarak öneriyor. İçeriye siyaset
yapıyor. “Böyle bir pazar kurmaz, benim putlarımı tanımazsanız, ben oynamam!”
diyor özünde. Yazısında sıkça kullandığı “asgari” kelimesi, nereye çekildiğini
de ele veriyor. “Asgari burjuva demokrasisi” temel ölçütü oluyor, ama nasıl
oluyorsa, küçük burjuva olmadığını söyleyebiliyor. Esas derdi ve hedefi, HDP.
Bu tür yazıları o boşlukta kaleme alabiliyor.
Etekle, bıyıkla övünmenin vakti geçti. Devlete ve
sömürücülere karşı ezilenlerin-sömürülenlerin sınıfsal, milli ve dinî
tepkilerinin ortak kavşağına işaret ettiğimizde, “ama beni göstermiyorsun,
bıyığımı görmüyor, eteğime nağme düzmüyorsun” diye mızmızlanıyorlar, sonra
başlıyorlar “sola saldırıyorsun, onu dağıtıyorsun!” yaygarasına. Sınıfsal olana
vurgu, etek-bıyık solculuğunun önüne alınmak isteniyor, hepsi bu. Düşmanın
kendinden menkul bir solculuğu ezilenlerin-sömürülenlerin dışında ya da
karşısında örgütlemesine itiraz ediliyor. İnatla ve ısrarla, o pazara değil,
devrimci kavşağa bakılıyor.
* * *
Vaktinde ölemeyenler, öldürmek zorundalar. Pazarın
kanunu bu. Hayat ve kurtuluş o pazarı dağıtmada. O cemin kanı ve terinde bir
olmada.
Eren Balkır
22 Haziran 2016
Dipnotlar:
[1] Seyfi Öngider, “Kurtuluş Kendini Anlatıyor”, 21 Haziran 2016, Bianet.
[2] Barış Yıldırım, “Bir Demokratik Cephe’ye
İhtiyacımız Var”, 21 Haziran 2016, Sendika.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder