Din ve millet meselesi, kadîm mesele. Kitlelerin bu
iki başlıkta örgütleniyor oluşu, sıkça tartışılan bir konu. Ama bu tartışma, ya
temelsiz ya da kasıtlı yürütülüyor.
Din ve millet, kolektif ideolojik dinamikler olarak,
solu belirli bir alana hapsediyor. Küçük burjuvanın ilk ve baş olma
hastalığı/takıntısı, kendisini “ilke siyaseti”nde dışavuruyor. Küçük burjuva,
din ve millet konusunda ilk ve baş olamadığı için bunların kenara itildiği
moment başa alınıyor, ilke o moment esas alınarak kuruluyor, özneler burada
teşkil ediliyorlar.
Nedense sol, bugün kendisini “proletarya” zannediyor.
Yıllarca “proletarya” veya “işçi” demeyi gericilik kabul eden siyasi yapılar,
işlerine geldiği yerde, din ve milletin ağırlığı karşısında, işçi kovuğuna
sığınıyorlar.
Din ve millet içerisinde proleter siyasetin tarihsel
bir geçmişi var, ama bu geçmiş, burjuva ve emperyalist imkânlara kurban
ediliyor. Sonrasında burjuva ve emperyalist imkânların tercih edilmesi,
öznelcilik, özgülcülük, özel oluş ile örtbas edilmek isteniyor. Bu sefer de
özne, özgül ve özel oluşun burjuvaya ve emperyalizme yakınlaşmayla bir
alakasının olmadığının ispatlanmasına çalışılıyor. Bir ömür böyle geçiyor.
Politika, belirli bireylerin ömür programlarına,
hesaplamalarına doğru daraltılıyor. Din ve milletten kaçış, bu daralmanın hem
nedeni hem de sonucu. Bir yandan “kitle desteği şart, bu yüzden dine ve millete
bakmak lazım” deniliyor ama bir yandan da “o alana girersek, özgüllüğümüz
kalmaz, kirleniriz” türünden tereddütlü bir yaklaşım sergileniyor. Gerçeğin
soyut sözlerle, düşüncelerle dönüşebileceğine vehmediliyor.
Kendisini proletarya zannetmek, kendisini -haşa- Allah
veya Peygamber zannetmek kadar tuhaf sonuçlar üretiyor. Gerçeğin sunacağı
imkânlara bakılıyor. Durmadan atılımdan, sıçramadan, yenilenmeden bahsediliyor.
Ama bunlar, hep öznel irade ile tanımlanıyorlar. Bu üç olgu dinî, millî ve sınıfî
dinamiklerin içerisinde asla ve kat’a aranmıyor. Bu olgulara o dinamikler
içinde rastlansa, “ama kirli!” denilerek, oradan kaçılıyor.
Bugün nesnel olarak devlet Erdoğan şahsında
örgütlenmişse, devrim Erdoğan’ın devrilişi demekse, bunca Erdoğan düşmanının
mevcudiyeti karşısında devrimin kazanma ihtimalinin bulunmaması gerekir. Burada
iyi niyetli olarak devletin devrim koşullarını bizzat devrimciler için
oluşturduğuna dair bir vehim söz konusudur. Devlet, Erdoğan kadar Erdoğan
karşıtlığını da örgütlemeye mecburdur.
Erdoğan’ın ağzından çıkan dine ve millete dair her
laf, küfürdür, yalandır. Oraya aldanıp mızraklar yanlışa doğru
sivriltilmemelidir. Ensar olanın muhaciri kovması dine küfürse, “o para
gelmezse, mültecileri geri göndeririz” tehdidini savuran Burhan Kuzu, İslam’a
göre küfür üzredir. Bütün bu din ve milletle yoğrulan siyaset alanına herkesin
aydınlanmacı manada, kendi aklıyla düşünen, hareket eden özneler yaratarak
çıkması, nafiledir. En aydınlanmacı TKP’lilerin o bilinç açıklığı ile
Erzincan’a dikilen Fenerbahçe bayrağını IŞİD bayrağı zannettiği, aydınlık
zihinlerin bu düzeyde olduğu bir ülkede böylesi bir yaklaşım hiçbir sonuç
üretmeyecektir.
Kendisini özgür bireyler zannedenler, Marksizmin ve
sosyalizmin de ancak özgür bireylerce edinilebileceğini düşünmektedir. Bunlar,
din ve milleti sırf özel hırsları, çıkarları için edinenlerle rekabet etmeyi
siyaset zannetmektedirler. İşleri güçleri bu tip insanlarla atışmak ve
çatışmaktır.
Dini, milleti, sınıfı mülk edinenlerle onlara ait
olanlar her momentte ayrışırlar. Özneliği mülk sahibi olmak zannedenler, her
zaman karşılarında, dost ya da düşman, mülk sahibi bireyler görmek isterler.
Onlar, sadece kendilerine tahammül edebilirler.
Dolayısıyla, Erdoğan’a doğru kapanmış siyaset
dünyasında devrim ve devrimci politika imkânları, mülk sahibi kişilerin
kaprislerine terk edilmemelidir. Bu kapris, en azından son dönemde boşa
düşmüştür, o da CHP ile ittifak kurma hevesi ile ilgilidir. Bu momentte
birileri, birden Kaypakkaya’nın Kemalizm eleştirisini anımsamıştır.
Hayırlıdır.
Ama anımsama işlemi, reklâm ve TV dünyasından boca
edilen, bollukla alakalı uyarıcılar bağlamında gerçekleşmektedir. Seçimlerden
alınan bolca oy da böylesi bir yanılsamaya neden olmuştur. Dinî, millî ve
sınıfî hiçbir dinamikle ilişki kurulmaksızın alınan oyun niceliği önemsizdir.
Tüm hesabın bolluğa göre yapıldığı açıktır. Yoksul
olanın ağırlığı, bu noktada hissedilmeyecek, o, kaybeden ve ezik olarak görülüp
kenara itilecektir. Siyasetteki ağırlık noktalarının değişmesi, egemenlerin
hükmü altındadır. “İktidardakiler çirkin, sen güzelsin, onlar akılsız, sen
akıllısın, onlar sonradan görme, buralar hep dutluktu ve o dutlukların hepsi
senindi” diyerek insan avlamanın bir anlamı bulunmamaktadır.
Bu yaklaşım, dine ve millete olduğu kadar sınıfa da
karşıdır, karşı olmak zorundadır. Bireyin ömür planlaması, zeki adımlar, akıl
oyunları, kariyer hesaplamaları asli belirleyicidir. Bu ölçü dâhilinde geride
kalan Müslüman ile yoksul işçi, artık yoldaştır. Erdoğan’a gıpta eden, ona
imrenen, içten içe onun yerinde olmak isteyen siyasetçilerin o Müslüman’a ve
yoksul işçiye bir hayrı olmayacaktır.
Zan ile siyaset olmaz. Kendisini Müslüman zanneden bir
hükümete kendisini solcu zanneden bir muhalefet denk düşmektedir. Kilitlenme
buradadır. Lafı mülk edindiğinde, onun gittiği zihinlere de sahip olacağını
zannedenler, bolluk dünyalarında bolca konuşmaktadırlar. Bolluk imgesi hangi
hatta ise, yönelim oraya doğrudur. Kitle örgütleri ve sendikalar, böylesi bir
politik yanılsamaya neden olmaktadırlar. AKP’de din yoksa sendikada da işçi
yoktur. Onlar, ikinci gerçeği gizlemek için AKP’nin din yüklü olduğuna hem
kendilerini hem de başkalarını inandırmak zorundadırlar.
Dinî, millî, sınıfî dinamikleri mülk edinenlere karşı
bir de onlara ait olanlar vardır. Varsıl olanın ayrıştığı, yoksul olanın
ortaklaştığı momentte bu dinamiklere ait olanlara renkli zanlar sunmak bir
sonuç üretmeyecektir. Aslolan, mülk sahipleriyle değil, ait olanlarla, yoksul
ve mazlum olanlarla düşünüp hareket etmektir.
Eren Balkır
22 Mayıs 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder