Yorumcular, Obama’nın Suudi Arabistan ve Sünni
devletlerle ilgili iğneleyici yorumunun sahip olduğu önemi gözden kaçırdılar.
Obama, ABD’nin müttefiki olan bu devletleri mezhepçi bir nefreti körükledikleri
ve kendi adlarına ABD’yi bölgesel savaşlarına dâhil etmeye çalıştıkları için
uzun süredir eleştiriyordu. Goldberg’le yaptığı mülâkatta Obama, ABD dış
siyaset kurumlarının geleneğini sürdürmenin neden ABD’nin çıkarına olmadığını
izah ediyor, hakir gördüğü bu gelenek, Obama’ya göre, Suudilere ve müttefiklere
otomatik destek sunuyor.
Obama’nın dile getirdiği argümanlar önemli, zira asla
düşünmeden söylenmiş laflar değil, detaylı, kapsamlı, dikkatle ele alınmış ve
ABD siyasetindeki yeni başlangıçlara yol açacak tespitler bunlar. Asıl dönüm
noktası 30 Ağustos 2013’tü. O tarihte Obama, Suriye’de hava saldırıları
gerçekleştirilmesini reddetti. Böylesi bir saldırı, ABD’nin askerî eyleme
başlamasını getirecek, böylelikle Şam’da rejim değişikliği yapılacaktı. Bu
eylem süreci, Obama kabinesinin büyük kısmının aynı zamanda dış politika
uzmanlarının önerdiği bir yoldu.
Suudi Arabistan, Türkiye ve Körfez monarşileri
istediklerini alabileceklerine ve ABD’nin Esad’ı devirerek kendi işlerini ifa
edeceğine ikna oldular. Bu devletler bu işlerin kolay olacağını düşündüler,
oysa bu, Amerikan müdahalesi olmaksızın mümkün değildi, bu noktada bir iktidar
boşluğu oluşacak, söz konusu boşluk, Irak, Afganistan ve Libya’da olduğu gibi
köktenci İslamcı hareketlerce doldurulacaktı.
Goldberg’e göre, Suriye’yi bombalamayı reddederek
Obama, “kendisinin ‘Washington’ın taktik tahtası’ dediği şeyden ayrışmayı
sağladı. Bu, onun kurtuluş günüydü.”
ABD, 11 Eylül’den beri selefi cihadizmi yarattığı için
Suudileri suçlama konusunda gönülsüz bir tavır içerisinde olageldi. Bu
cihadizmin merkezinde Sünnilerin Şiilere ve diğer İslamî yaklaşımlara yönelik
nefreti, ayrıca kadınların köleleştirilmesi dâhil, baskıcı toplumsal gelenekler
duruyor.
Obama, El-Kaide ve IŞİD’in kökenlerinden haberdar.
Çocukluğunu geçirdiği Endonezya’da İslam’ın hoşgörüsüz ve herkesi dışlayan bir
hâl aldığını biliyor. Bunun neden olduğu sorulduğunda Obama şu cevabı veriyor:
“Suudiler
ve Körfez’deki diğer Arap devletleri, ülkeye para, çok sayıda imam ve hoca
taşıdı. Doksanlarda Suudiler, kraliyet ailesinin desteklediği köktenci İslam
versiyonunu öğreten Vehhabist medreseler ve okullara para akıttılar.”
Hâkim Sünni İslam’ın “Vehhabileşmesi”ne dönük bu kayma,
Sünni olan, 1,6 milyar Müslüman içindeki kesimin önemli bir kısmını etkiliyor.
Petrole sırtını yaslamış Arap devletleri, güçlerini
dinî yayılma benzeri araçlarla başka coğrafyalara genişletiyor, bu noktada
nüfuzlu görülen kurum ve kişiler satın alınıyor. Washington’da önceden epey
itibar gören akademik kurumların bile Körfez’den gelen paralar karşısında
utanmaz bir hâl içinde, ağızlarının suyunun aktığı görüldü. Bu tip kurumlar,
Irak, Suriye, Lübnan ve başka yerlerdeki yolsuzluğa bulaşmış liderlerin ve
yırtıcı savaş ağalarının desteğini gördü.
Obama ve şürekasıyla sıkı fıkı bir ilişki içinde olan
Goldberg’ün söylediği kadarıyla, “Beyaz Saray’da birçok önemli dış siyaset
kuruluşunun Araplardan ve İsrail’den para aldığı düşünülüyor.” Bu türden birçok
düşünce kuruluşunun merkezi olan Massachusetts Bulvarı’na atıfta bulunan bir
yetkiliye göre bu bulvar, “Arapların işgal ettiği bir toprak.” Televizyon ve
gazeteler, bu türden düşünce kuruluşlarından kimi uzmanlardan gönül rahatlığı
ile alıntı yapıyor. Bu kuruluşlara lekesiz bir nesnelliğe sahip, tarafsız birer
akademisyen muamelesi yapılıyor.
ABD’deki seçim sonrası yeni başkan, ABD dış siyasetini
Sünni iktidarlara güvenme siyasetinden uzaklaştırıp Amerikan ordusunu ve
politik “gücünü” kendi çıkarları için kullanabilir. Önceki ABD liderleri,
Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’de felaketlere yol açan girişimlere gözlerini
kapayıp durdular. Goldberg, Obama’nın “Amerika’nın Sünni Arap müttefiklerinin
Amerika karşıtı terörizmi beslemesi konusunda oynadığı rolü yoğun bir biçimde
sorguladığını söylüyor. Dış siyasetteki kitabî yaklaşımların kendisini Suudi
Arabistan’ı müttefik olarak görmeye mecbur ettiği için rahatsız olduğunu
açıktan ifade ediyor.”
ABD dış siyasetindeki yeni çıkışlarla ilgili asıl
tuhaflık, bu çıkışların gerçekleşmesinin epey uzun bir zaman alması. 11 Eylül
günlerinde uçakları kaçıran 19 kişiden 15’inin Suudi olduğu, Ladin ve
bağışçılarının bu eylemi finanse ettiği biliniyordu. Dahası ABD, Suudi
Arabistan, Türkiye, Pakistan ve Körfez krallıklarına büyük güçlermiş gibi
muamele etti, oysa onların gerçek güçlerinin ve Batı’ya sadakatlerinin sınırlı
olduğu açıkça görülüyordu.
ABD’nin uzun süredir desteklenen ve Pakistan’da
sığınmasına izin verilen Taliban’ın yenilemediği görülse de Amerikalılar, bu
meselede Pakistan’ı hiçbir zaman karşısına almadılar. Goldberg’e göre Obama,
“işlevsiz olduğunu düşündüğü Pakistan’ın artık ABD’nin müttefiki olarak
görülmemesi gerektiğini” söylüyor. Türkiye konusunda ise Obama, Erdoğan’a dair
kimi umutlara sahip, ama gene de o, Erdoğan’ı politikaları başarısız olmuş,
otoriter bir yönetici olarak görmeye başlamış.
Obama’nın dış politikasının çarpıcı yönü, onun hata ve
yanlışlarından öğrenmesi. Bu, Libya’da Kaddafi’yi deviren silâhlı muhalefeti
desteklemenin doğru olduğunu iddia eden Cameron’ın yaklaşımına karşıtlık arz
ediyor. Öte yandan, İngiliz Muhafazakâr Parti üyesi George Osborne ise 2013’te
Suriye’nin bombalanması için mecliste yeterli oy alamamasının yasını tutuyor.
Obama’nın Libya’da NATO’nun hava saldırısında öncü rol
oynayan Sarkozy ve Cameron konusunda küçümseyici bir dil kullanması şaşırtıcı
değil. ABD, Fransa’nın desteği karşılığında Sarkozy’nin palavralarına uyum
sağladı, oysa Obama, “ABD tüm hava savunmalarını temizlemiş, müdahale için
gerekli altyapıyı kurmuştuk” diyor. ABD’nin 2003’te Irak’ta yaptığı yanlışları
yapmamaya dönük tüm çabalarına karşın Obama şu sonuca ulaşıyor: “Libya artık
bataklık, orada herkes boka battı.” Bu noktada suçu ABD müttefiklerinin
edilgenliğinde ve Libyalı kabileler arası ayrışmada buluyor.
Üç yıl sonra Libya’nın kaosun içine gömülmesi ve savaş
ağalarının eline düşmesi, Obama’ya Suriye’ye yönelik askerî müdahale konusunda
bir ikaz görevi gördü. Obama, Libya’daki felaketin Suriye’de de
tekrarlanabileceğini düşündü.
Libya’da oluşan vahim sonuç, Cameron ya da dışişleri
bakanı Philip Hammond üzerinde zerre bir etki yaratmadı. Bu isimler, Obama’nın
artık terk ettiği argümanlara başvurarak silâhlı eylemi savunmayı sürdürdüler.
Obama ise bu tip argümanların olayların seyri üzerinden itibarsızlaştığını
gördü, bunların Amerika’nın gücüne kene gibi yapışmış yapıların sadece
kendisine hizmet eden girişimler olduğunu anladı.
Kasım seçimi sonrası Obama’daki Suudiler, Türkiye,
Pakistan ve diğer ABD müttefikleri ile ilgili realist yaklaşımın ve ABD dış
siyaset kurumuna dönük şüphelerinin yeni yönetimce ne ölçüde paylaşılacağı daha
iyi görülecek. Alametler bugünden bakıldığında pek hayırlı değil, zira Hillary
Clinton, Irak’ta 2003’te yaşanan işgali, 2011’de Libya’ya yapılan müdahaleyi ve
2013’te Suriye’nin bombalanmasını desteklemişti. Eğer o başkan olursa, Suudiler
ve ABD dış siyaset kurumu daha rahat nefes alacaktır.
Patrick Cockburn
12 Mart 2016
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder