Filistinliler, kendi topraklarına bağlılığı ve
yaşamayı seçtikleri toprak parçasını “Sumud” kelimesiyle anlatırlar. İntifada,
Sumud’un aktif biçimidir. “Sumud, Siyonizmin kökleri yok edici gücüne karşı bir
tür direniştir” diyor Emile Habibi; kendisi bir Filistinli komünist ve
Hıristiyan Ortodoks yazardır. “O Hayfa’da kaldı” yazıyor mezar taşının üstünde.
Yahudiler, onun toplumunu köklerinden sökerken, o kaldı. İşte bu Sumud’dur.
Sumud, bir milliyetçilik değil. Sol Siyonistler,
Filistin direnişini sık sık “Yahudi milliyetçiliğine karşı Arap milliyetçiliği”
diye nitelerler. Bu nedenle bu Filistin direnişine semboller, bir bayrak, milli
marş, devlet veya BM’de bir koltuk bahşederek onu tatmin etmek isterler. Dünya
üzerinde özel bir yere tutunma, Yahudiler için garip ve delice bir şeydir. Bu
nedenle, Filistinlilere ve diğer karşılaştıklarına kendi fikirlerini kabul
ettirmeye uğraşırlar. Ama dünyamız Sumud fikri üzerine kuruludur, bu, insanın
tabii hâlidir.
Antik Yunan demokrasisi Sumud’a dayalıydı. Bir Atina
vatandaşı başka bir şehir devletine, örneğin Megara’ya rahatça göçemezdi;
Megara vatandaşı olamazdı. Orada yaşayabilirdi, ama birçok haklardan yoksun
olarak. “Komün, daha iyi bir gelecek için doğru büyüklükte bir devlettir,
insanlığın idealidir” yazar Vladimir Lenin Devlet ve Devrim adlı
kitabında. Burada Karl Marx’ın 1871 Paris Komünü analizlerini kullanmıştır.
Tamamen yerel, sınırlı, Sumud temelli kasabalar ve köyler, gelecekte insanlığın
yırtılmış toplumsal dokusunu onaracaktır.
ABD dış politikasının yırtıcı neokonları genellikle
Yahudidir ve çoğu, Troçkist bir ideolojik temelden gelir. Michael Lind New
Statesman dergisinde bunlardan bahseder. Lind bu noktada bir açıklamada
bulunur:
“Farklı
bir Troçkist politik kültür var, o kalıcı etkisini, Troçkistliği bırakmış
olanlar, hatta hiç Troçkist olmayıp, bunu anne-baba ya da hocalarından almışlar
üzerinde bile gösterir. Dış politikada alışılmadık bir saldırganlık ve ‘devrim’
ihraç etme isteği bu kesimden neşet eder (önceleri sosyalist, sonraları Sağ’ın
liberal merkezine göçen eski Troçkistler arasında ‘global demokratik devrim’
ihracı)”.
Bu, ilginç ama bir o kadar sığ bir düşünce, zira
sorunun kökenini Troçkist köklere götürmek yerine bizim esasen Troçkistler ve
neokonlar arasında ortak bir kök aramamız gerekiyor. Çünkü onların istediği
“devrim” ihracı değil, küreselci bir vizyon. Bu Yahudi radikaller,
milli-devleti parçalamak ve yerel gelenekleri silmek istiyorlar, ister kızıl
bayrak ister yıldız ve şeritler (ABD bayrağı) altında olsun. Anlaşılıyor ki bu
insanlar bayrakla çok ilgili de değiller, yerel gelenek ve özellikler
silindikçe, dünyanın çeşitliliği de kalkacak. Aralarında ciddi farklılıklar
bulunmasına karşın bu kişiler, ister Soros, ister von Hayek, ister Karl Popper
olsun, küreselleşmenin diğer teşvikçileriyle çok fazla ortak yöne sahipler.
Onların Yahudi kökenleri ve görüşlerinin benzerliği, rastlantı değil. Dünya
Yahudi Kongresi uluslararası işler dairesi müdürü, Yad Vaşem heyeti, Bar Ilan
Üniversitesi ve Beth Hatefutsoth üyesi Dr. Avi Beker’in Dispersion and
Globalization: The Jews and the International Economy [“Dağılım ve
Küreselleşme: Yahudiler ve Uluslararası Ekonomi”] kitabında dediği gibi:
“Ekonomi
tarihinin çeşitli dönemlerine dönük bir inceleme, Yahudilerin ekonomik
gelişimdeki, özellikle de daha küresel boyutların geliştirilmesindeki etkisini
tekrar tekrar ortaya koymaktadır. Tarihsel açıdan Yahudi halkının yeryüzüne
dağılışı, onların ekonominin bazı kollarına yoğunlaşması, çeşitli ekonomik
merkezlere göçü, hatta muhtemelen sahip oldukları milli-dini özellikler, onlara
kimi avantajlar kazandırdığı ve bunların tarihin değişik dönemlerinde global
bir ekonomi için gerekli olduğu görülmektedir.
Yahudi
tarihçiler, metodolojik ve karşılaştırmalı olarak Yahudilerin dağılışı ve dünya
ekonomisinde küreselleşme süreci arasındaki bağı incelemekten çekindiler; çünkü
Yahudiler, Dünya finansını kontrol ve istismar ettiklerine dair antisemitik
suçlamalara maruz kaldılar. Dünya ekonomisinin tek lideri Yahudiler değildi ve
antisemitik suçlamaların aksine, en zenginler de değillerdi. Ama onlar, değişik
tarihî dönemlerde kritik ve yaratıcı bir rol oynadılar.
Yüzyıllarca
Diaspora Yahudilerinin varlığı küreselleşmeye dayandı ve eski devirlerde olduğu
gibi bugün de Yahudiler, yine küreselleşme fikrini savunuyor ve onun hizmetkârı
olarak çalışıyorlar. Ekonomide ve diğer alanlarda Yahudilerin oynadıkları özgün
tarihsel rol ve evrensel misyonlarına içkin tarih bilinci onları haklı
çıkardı.”
Yahudilerin enternasyonalizm ve küreselleşme
eğilimlerini açıklamanın birkaç yolu vardır. İyimserler, bunu Yahudilerin üstün
insancıllığı olarak görürler. Saygın bir Yahudi sanat eleştirmeni olan (Soyut
Sanat’ın büyük savunucusu) Clement Greenberg’e göre, “dünya tarihine ait
ölçütler üzerinden bakıldığında Avrupalı Yahudi, muhtemelen şimdiye dek
bilinenden daha üstün bir insan tipini temsil eder.” Evet bu, mümkündür.
Şüphecilerin dediği de muhtemelen doğrudur: Yahudiler, çeşitli milletler
arasında pek ayrım görmezler; Yahudiler için bir goy nihayetinde goydur
ve onlar bir yere yığılabilirler. Şu tarz Yahudi sloganlarını da alıntılarlar:
“Milliyetler yok olmalıdır! Dinler geçip gitmelidir! Ama İsrail yok olmayacak,
çünkü onun halkı Tanrı’nın seçtikleridir.”
Şu Yahudi esprisi, esasında komünist bir geleceği
anlatmaktadır: Tüm milliyetler ve dinler kaybolmuş ve artık tek bir soru
kalmıştır: “Komünizmden önce Yahudi miydiniz?” Gerçi bu, bir Gentile
(Yahudi olmayan) şüphesini ima ederse de, espri, Yahudiliğin millet ve
inançları gömeceği duygusu olarak da yorumlanabilir.
Kevin McDonald’a göre milletlerin imhası, pratik
anlamda Yahudiler için faydalıdır, çünkü onlar, böylelikle ayrıştırılmış
bireylere karşı bir takım hâlinde oynayabilirler. Ama bu, uzak geleceği önceden
görmeyi de gerektirir. Şurası daha kolay anlaşılır ki hızlı iletişim (Akış)
Yahudiler için iyidir, çünkü onlar, muhtelif ülkelerde bulunmaktadırlar ve
kolaylıkla etkileşime girebilmektedirler. Bu nedenle, iyileşen haberleşmeye
birçok başkaları gibi Yahudilerin de ilgisi vardır.
Ama haberleşme imkânlarının artması, sadece hayırlı
bir gelişme olarak görülemez. Eğer haberleşme gerçekten çok iyi ise ve biri A
ile B arasında kolaylıkla ilişki kurabiliyorsa, kısa sürede iletişimin nedeni
ortadan kalkar, çünkü artık A ile B birbiriyle aynı olmasa da giderek birbirine
benzer. Öte yandan, yolların ve modern iletişimin yokluğu, bir ülkeyi
usandırıcı turistler ve zalim istilacılardan korur. 19. yüzyılda akıllı bir
Filistinli adama bir İngiliz gezgin, Arapların neden yol yapmadıklarını sorar.
O da der ki: “Neden bir yabancıya karımı ziyaret edeceği bir yol yapayım?” Bu
adam haklıdır, çünkü daha iyi yollar yabancı ordular getirir ve nihayetinde de
o orduların peşi sıra Siyonistler gelir.
Şimdi çeşitli Yahudi hareketlerinin ortak temeli olan
Akış paradigmasını inceleyebiliriz. İster Popper ve von Hayek’in “açık
toplum”unun liberal ekonomik yöntemleri ile olsun, ister Siyonizmin kaba
kuvvetiyle, isterse Troçkizmin devrimci yöntemleri ya da neokonların Amerikan
askerî müdahaleleriyle olsun, Akış, serbest hareketin en genel biçimidir. Tüm
bu muhtelif hareketler, Akış’ı Sumud’a karşı desteklerler.
Bir filosemit (Semitik ırkı seven), bu düşünceyi
“Yahudiler hep özgürlükten yanadır” şeklinde ifade eder ama bir antisemitik,
“Yahudiler, Gentile toplumlarını yok etmeye ahdetmişlerdir” der. İkisi
de sonuçlarına göre haklı ya da haksızdır. Mesela nehir su getirir, üzerinde
insanları ve yükleri taşır, sel olduğunda ise yolu üzerindeki yerleşimleri yok
eder. “Nehir hep iyidir” ya da “Yahudi etkisi hep faydalıdır” demek
imkânsızdır. Yalnız Tanrı hep faydalıdır, ama temayüller bir yere dek böyledir,
iyi dengelenmelidir.
Dünya bizim karşımıza, iyi ile kötü arasında bir
Maniheist savaş alanı değil, Enerji ve Entropi, Çeşitlilik ve Aynılık, Sumud ve
Akış gibi karşıt güçlerin sonsuz mücadelesinin Taoist alanını çıkartır. Her
ikisi de gereklidir, ama eğer insanlık hayatta kalsın istiyorsak, bunlardan
birinin nihai zaferine mani olunmalıdır.
Çeşitlilik, yani binlerce kavim, kültürel gelenek,
diller, inançlar insanın Kayıp Cenneti’dir. Bu, petrol üretiminin âdeta manevi
eşdeğeridir, çünkü Çeşitlilik enerji kaynağıdır. Eğer Çeşitlilik, bu devasa
enerji kaynağı boşaltıldığında enerji açığa çıkar ve Aynılık ya da entropi
bunun “bedeli” olarak yükselir. Çokkültürlülük sahte Çeşitliliktir, Aynılık'tan
ve ölümden bir önceki duraktır.
Akış, Çeşitliliğin pilini boşaltır. Dengeli bir
durumda açığa çıkan enerji Sanat ve Din yaratmalıdır, ama faydacı kullanıma da
yöneltilebilmelidir. Mammon ya da hırsa tapıcılığın bu mabudu Tanrı’yla (Sanat
ve İnanç) açığa çıkan enerji için rekabet eder ya da İncil’in dediği gibi: “Hem
Tanrı’ya hem Mammon’a ibadet edemezsin.”
Teolojik tabirlerle ifade edecek olursak; Seçilmiş
Halk, açığa çıkan enerjiyi Tanrı’ya yönlendirmekle görevliydi, bunu muhtelif
kavimleri ruhta birleştirerek yapacaktı. Onlar aslında bunu tam olarak
başardılar, İsa’yı dünyaya getirerek. Ama o zamandan beri onlar, Çeşitlilik
kaynağını boşaltmaya devam ediyorlar. Bir Yahudi halk masalında bir büyücü
çırağı, Golem isimli akılsız robotu çalıştırır ve ondan su getirmesini ister.
Ama çırak, Golem’i durduracak sihirli kelimeyi bilmemektedir, robot evi su
basana dek su taşımaya devam eder. Bir anlamda Yahudiler de bu kontrolden
çıkmış Golem’dir, Dünyamızı basıyorlar. İşte Sumud, Golem’i durduracak o
sihirli kelimedir.
Akış, özgürlüğe bir yoldur. Ağıla kilitli bir koyun
sürüsü düşünün. Onlar özgürlüğe, yemyeşil çayırlara koşmak ister, sıkıntılı
çevrelerinden uzağa, hatta belki sürüden ve haşin çobandan da kaçmak isterler.
Kapıyı açamazlar, ama dışarıdan kendilerine bir müttefik bulurlar: Kurt.
Hikâyenin sonunu La Fontaine iyi biliyor, biz bilmiyoruz. Koyunlar, eğer
Kurt’un planını anlarlarsa ve kendi midesine koyunların akmasına dair planı
engellenirse, hâlâ kurtulabilirler.
Sınırsız akış herkes için ölümdür. Bunu Türkiye’ye
gelecek sefer yapacağınız bir tatil gezisinde anlayabilirsiniz. Arkadaşlarınız
plajda yatarken bir arabaya binin ve Anadolu’nun kayalık dağlarına gidin.
Burada hızlı dereler ve çavlanlar arasında büyük Bizans şehirleri ve kilise
harabeleri bulacaksınız. Buraların yerlisi olan Aziz Paul onları ziyaret etti,
Aziz John ise oralara ateşli mektuplarını gönderdi. Peki onlara ne oldu? Onlar,
Akış’ın kurbanı oldular. Bin yıl önce Küçük Asya’nın dağları ve vadileri gürbüz
bir Bizanslı halkla doluydu. Köylüler ve savaşçılar olarak Anadolulular,
sahilin gelişmiş şehirlerini besliyor, bu şehirlerin iç bölgesi olarak iş
görüyorlardı. Konstantinopol, Arapların kuzeye yaptıkları yıldırım seferinde
saldırıya uğradığında, istilayı Anadolulular durdurdular ve Arap Müslüman
ülkelerle Ortodoks Bizans İmparatorluğu arasına bir sınır çektiler.
Anadolulular, Farsları ve Bağdat Hilafeti'ni bir hizada tuttular ve
imparatorluk barış içinde yaşadı.
Ama sonra Bizans’a neoliberal fikirler sızdı; zira
Nobel ekonomi ödülü sahibi Milton Friedman’ın fikirlerine benzer bu fikirler,
insanlığın icat ettiği, vebaya benzer bir hastalıktı, tıpkı tefecilik gibi.
Bizanslı neoliberaller, asilzadelere ve yükselen kapitalistlere Anadolu
topraklarının özelleştirilmesi gerektiğini anlattılar; dağlardaki iktisaden
verimsiz tarım da sona erdirilmeliydi ve bunun yerine büyük çapta koyun
yetiştiriciliği başlatılmalıydı. Zengin ve güçlüler bu öğüdü dinlediler.
Topraklara el koydular, onları çayıra çevirdiler ve iyi kâr ettiler. İşsiz ve
topraksız köylüler Konstantinopol’e toplandılar, dağlarını ıssız bıraktılar.
Neoliberal fikriyat değerini ispatladı: Boğaziçi kenarındaki Büyük Şehir, çok
miktarda koyun eti ve bir o kadar da ucuz işgücü elde etti. O sırada Türkmen
kabileleri sınırlardan Anadolu’ya baktılar ve güzel bir sürprizle
karşılaştılar: Küçük Asya bomboştu; sürülerle koyun ve birkaç koyun çobanı
vardı. İçeri girdiler, koyunlardan güzel kebap yaptılar, buldukları çobanları
da kendilerine kattılar ve Osmanlı Devleti’ni kurdular. Kısa süre sonra Büyük
Şehir’i de aldılar, çünkü hinterlandsız bir şehir yaşayamazdı.
Bu, Bizans İmparatorluğu’nun sonu oldu. Onu, bizim
okul kitaplarında yazdığı gibi, Türkler yıkmadı, neoliberaller yıktı, Türkler,
sadece insandan boşalmış araziyi aldılar. Aynı son Judeo-Amerikan imparatorluğu
için de geliyor, çünkü o da hızla kendi güç temelini yıkıyor. Yine de onun
ideologları tarihten bir iki şey öğrendi ve bir çözüm buldu: Kendi
politikalarını tüm dünyaya önermek. Gerçekten de eğer Türkmen kabileleri de
neoliberalleşmiş olsalardı, hiçbir zaman Anadolu'ya girmezlerdi: Steplerdeki
kendi hediyelik eşya dükkânlarında ter dökerlerdi. Eğer Akış’ın insanları
kazanırsa, tüm İnsanlık kara bir gelecekle karşı karşıya. İnsanlık, Akış’la
uzun bir süre gitti. O, bize başka türlü elde edemeyeceğimiz çok sayıda kişisel
özgürlük bahşetti. Ama bu yemek bedava değildi. Eski çeşitliliğimizin çoğunu
kaybettik. Tamamen bittiğinde de ruhen ölmüş olacağız. Hayatta kalabilmek için
Sumud’a dönmeliyiz.
19. yüzyılın sağ ve sol düşünürleri, köylü çocuğu
Pierre-Joseph Proudhon ve intihar eden parlak Viyanalı şahsiyet Otto Weininger,
Yahudilerin Akış şartlarında yükseldiklerini gördüler, Sumud ise aşırı Akış’a
bir Gentile cevabıydı. Dolayısıyla, bugün de Yahudilerin yükselişi
insanlık için düşündürücü bir belirti kabul edilebilir. Bu demek değil ki
Akış’ı yaratan Yahudiler, zira Yahudi’siz bir akış da görmekteyiz. Doğu
Afrika’da onların yerine Asyalılar, Hindistan’da Bengalliler, İngiltere’de İskoçlar,
ABD’de Yankiler vs. bahsi edilen bölgelerin Akış insanlarıdır. O alışılmadık
Yahudi zenginliği, daha çok sosyal bozukluğun bir belirtisi olarak
görülmelidir. Yüzeysel antisemitlere göre, eğer Yahudiler yerlerinden atılırsa
aşırı Akış problemi çözülecektir. Oysa bu, genç doktorların klasik yanlışıdır;
onlar da hastalığa bakmayıp palyatif (geçici) tedavi sağlarlar. Yahudilere
ayrımcılık yalnız ahlaken kabul edilmez değil, politik olarak da yanlıştır.
Eğer Yahudiler uzaklaştırılırsa, yerlerine ruhen ‘Yahudi’ ama ırkî açıdan başka
kişiler geçer. Bunun yerine toplum, bu büyük göstergeye bakarak
iyileştirilebilir. Yahudiler banker olarak zenginleştiklerinde, zengin banker
kalmayana dek bankacılık sistemi revize edilmelidir. Hollandalı lale
yetiştiricilerine de bu yapıldı. Vladimir Lenin, bankerlere ortalama işçiler kadar
gelir verdi ve bu işe yaradı: Sovyet Rusya’da bankacılık sistemi Yahudileri
cezbetmiyordu.
Yahudiler medyada parladılarsa, medya
demokratikleştirilmelidir. İnternet bize yeni bir özgür ve herkesçe erişilir
forum sunar, böylece görüşlerimizi paylaşabilir ve bilgi toplayabiliriz.
Yahudiler reklâmcılıkta yoğunlaşırsa, bu işkolu kaldırılabilir. Sürekli satın
almaya ve tüketmeye çağrılmadan da yaşayabiliriz. ABD’de avukatların çoğunu
Yahudiler oluşturur, öyleyse hukuk sistemi değiştirilmelidir ki multi milyon
dolarlık tazminat davaları unutulsun.
Eğer Yahudiler alkol üretimine yoğunlaşırsa ki 19.
yüzyıl Rusyası’nda böyle oldu, bunun da çözümü var. Rus hükümeti imalathaneleri
devletleştirdi ve bundan gelir vergisinden de fazla gelir sağladı, bu da
alkolle zehirlenme dalgasına son verdi (birçok Yahudi’nin Amerika’ya göç
etmesine neden olan, Yahudi kovuşturmalarından çok bu eylemdir).
Eğer Yahudiler sanatta düşlerinin de ötesinde başarılı
oluyorlarsa, bu sanat dünyası hasta demektir ve bunun halline bakılmalıdır.
Eğer Yahudiler Amerikan sinema endüstrisine hâkimlerse Hollywood
kapatılmalıdır; hiç şüphe yok ki Terminatör-3 ve Büyük Şehirde Seks gibi
filmler olmadan da yapabiliriz. Son yılların kayda değer en iyi filmleri
Yahudi-Amerikan dünyası dışında, İran ve Çin’de yapıldı. Emperyalizm, bir Akış
tezahürüdür. Modern Amerikan emperyalizmi, kendi sağcı neokonlarınca yürütülür.
Ama SSCB’deki solcu Troçkist fraksiyon da “dünya devrimi” şeklindeki
emperyalist politikalarını yürüttü ve Stalin’e ait bir tür Sumud sloganı olan
“tek ülkede sosyalizm”le durduruldu. İngiliz emperyalizmi, sağcı İngiliz
başbakanı Disraeli tarafından yürütüldü; o, vaftiz edilmiş olmasına rağmen,
Yahudi gururu ve saldırgan şovenizmini devam ettirdi (Disraeli, bir Yahudi
devleti kurmak istedi ve siyonizmin asıl banisi Theodor Herzl değil, odur). O,
İngilizlerin “koloniler, anavatanın boynunda dönen değirmen taşlarıdır” sözüne
karşı çıktı. Fransız solcu siyasetçi Adolphe Cremieux (Universal Israelite
Alliance’ın -Evrensel İsrail Birliği’nin kurucusu) Fransız emperyalizminin
de büyük bir destekçisiydi. (Cezayirli Yahudilere Fransız vatandaşlığı verdi,
ama onların Müslüman komşularını kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş hâline
getirdi. Böylece 1950’deki Cezayir savaşının temellerini attı).
Emperyalizm “anavatan”da yaşayan normal İngiliz ya da
Fransızların durumunu düzeltmedi. Onlara birçok savaş, kitlesel göç ve sonunda
yıkım getirdi. Eğer harcayacak bir dünyamız olsaydı, ABD’yi o emperyalizmini
işletmesine izin verirdik, böylece bu emperyalizm nihayetinde çökerdi, ama ne
yazık ki dünyamız ondan önce yok olurdu. Dolayısıyla Sumud, bir
anti-emperyalist eğilim olup Gladstone ya da Pat Buchanan’ın sağındakiler veya
IWW (Industrial Workers of the World -Dünya Sanayi İşçileri sendikası)
üyesi Eugene V. Debs’in solundakilerce savunulabilir.
Gay Pride Movement (“Gey
Onur Hareketi”) Akış’a dâhildir. Bu anlamda “gey” sözüne itiraz etmiyorum.
Sonuçta erkek ve kadınların kendi özel hayatlarıdır. Ama aşırı gurur özel hayat
değildir ve bu aşırı gurur, İngilizce Pride kelimesi ile karşılanmıştır.
Onurlu Yahudiler, onurlu geyler, onurlu Amerikalılar kendi gökkuşağı,
mavi-beyaz ya da yıldız-şeritli bayraklarını sallarken aynı derecede
iticidirler, çünkü onlar Gurur ve Akış’ı sembolize ederler.
Bu, Akış’ın bitirilmesi gerektiği anlamına da gelmez.
Dünyanın biraz Akış’a ihtiyacı vardır, çünkü onsuz evrensel fikirlere sahip
olamaz, internette birçok bilgiyi değiş tokuş edemezdik. Ama buradaki gurur ve
kibir kırılmalıdır, yerine daha çok bilinç ve farkındalık geçmelidir, çünkü
Akış, biriken Çeşitlilik enerjisini, bu ortak mirasımızı bitirir. Benzer
şekilde, yeşil bahçeli ve yüzme havuzlu Yahudi yerleşimleri de yeraltının
yenilenmeyen su kaynaklarını tüketerek çoğalırlar ve Filistin köylerini kupkuru
ve susuz bırakırlar.
Akış ve Sumud yaklaşımı ırkçı değildir; “Kan ve
Toprak” sloganının karşısındadır. Toprak ilk ve sondur, çünkü Kan, tek başına
yetmez. 1993’ten sonra birçok Filistinli mülteci Filistin’e geri döndü. Bu iyi
bir gelişme, umarım daha çoklarının da dönmesine izin verilir. Geri dönenler
harika insanlar, iyi niyetliler. Onlar kan olarak Filistinli. Ama uzun süre
başka yerlerde yaşamışlar ve toprakla teması kaybetmişler. Onlar da Akış
insanları olmuşlar ve daha iyi bir dünyada yerli köylülerden yeniden yerli
olmasını öğrenmeliler. Ama gerçek dünyada Akış, insanları yerlilere kendi
başarı örneklerini öğretirler. Filistin’in yerli köylü ve kasabalıları
genellikle geri dönenlerin çoğalmasından hoşnutsuzluklarını bildirirler. Geri
dönenler onların yakın akrabalarıdır, amcaoğullarıdır, ama Ramallah ve Gazze’de
güç, çoğu zaman yerlilerin aleyhine olacak şekilde, eşitsiz dağılmıştır.
Oysa bu, bir güç sorunu değil: İyi dostum ve bir
Filistin asıllı Amerikalı olan Sam geri döndüğünde Ramallah’ta bir mağaza açtı,
hâlbuki mağaza yerli Filistinli çocukları topraklarından koparacak. Ramallah’ın
etrafındaki yeşil tepeler oyun için tehlikeli yerlerdir, çünkü pusudaki
İsrailli keskin nişancılar küçük-büyük demeden ateş ederler, dolayısıyla
Ramallah’ın çocukları mağazanın koridorlarında oynarlar. Yarın onlar bu
tepeleri önemsemeyecekler; insan yapısı çevreyi tercih edecekler. Böylece
İsrail ordusunun Siyonist Akışı ve Amerikan mağazasının kapitalist akışı
Filistin Sumud’una karşı “işbirliği” ettiler. Sam’ın iyi niyetli girişimleri
pek de harika olmayan sonuçlar verdi.
Onlar, geri dönenler ne yapabilir ya da dünyanın
herhangi bir yerindeki göçmen ne yapabilir? Onlar -yani biz- bir kez savaşın
fırtınası, açlık denilen çaresizlik, merak ya da şans tarafından köklerinden
söküldükten sonra Akış’ı desteklemeye mahkûm muyuz? Hayır.
İngiliz Hindistanı’nda İngiliz güçlerinden uzakta
görevli bir Raj memuru, her yıl efendilerine bir rapor gönderiyordu. Bazı
kereler raporunu sonuna dek okuyorlar ve şu notu düşüyorlardı: “Thompson
ümitsiz vaka. O artık yerlileşti.” Yani yerli bir kadınla evlenmişti, yerli
kıyafeti giyiyordu, yerlilerle vakit geçiriyordu ve Beyaz Adam’ın görevi ile
pek ilgilenmiyordu. O imparatorluğun kaybıydı, yani Akış’ın, çünkü sınırın
ötesine geçmiş, Sumud’a katılmıştı.
Ernest Fenollosa, ABD Salem’den bir Sefarad kökenli
Amerikan şarkiyatçısı idi, Meiji döneminde Japonya’ya gitti ve yerlilere
karıştı. Dillerini öğrendi, Japon kültürüne sevdalandı ve geleneksel Japon
tiyatrosu No’yu -Japon Sumud’unun timsalini- yok olmaktan kurtardı. Onun eseri
başka bir Sumud insanına, Ezra Pound’a ilham kaynağı oldu.
Bizim için de yol bu: Yerli olacağız, Akış’ı terk edip
yeni Sumud’a katılmak için ülkenin âdet ve geleneklerini öğreneceğiz,
kurallarını takip edeceğiz, insanlarını seveceğiz, kiliselerine gireceğiz,
onların rehberliğini kabul edeceğiz, dillerini konuşacağız, Akış’ın Gururunu
terk edip Sumud fikrini seveceğiz. Kendi cemaat kilisemde, ekmek-şarap ayini
için oluşturulmuş o sırada, küçük kara bir kızın arkasında dururken aklımdan
işte bunlar geçti.
Israel Shamir
23 Ağustos 2003
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder