70’li yıllardan itibaren Türkiye sosyalistleri
arasında Sovyetler Birliği’nin neliğine ilişkin olarak bir ayrışma söz
konusuydu. Bu ayrışma, Sovyetler Birliği’nde o an için yaşanan şey üzerine iki
temel belirlemeyle sonuçlandı. Bir kanat, bunu revizyonizm olarak belirledi.
Bu belirleme, Sovyetler Birliği’nde yaşananın
sosyalizm olmadığı, sosyalizmin esasına aykırı bir yapılanmaya gidildiği
şeklindeydi. Hatta maocu hareketler, Sovyetler Birliği’ni emperyalizmin
sosyalizm kılıklısı olarak değerlendirdikleri için onu “sosyal emperyalist”
hatta “sosyal faşist” olarak belirlediler. Bir kanat ise meseleye dönük izahını
“reel sosyalizm” belirlemesi altında temellendirdi. Orada yaşanan, sevabı ve
günahıyla bir olgu olarak, sosyalizm deneyimiydi ve ne olursa olsun
uluslararası sistemle bu temelde bir çelişki ve karşıtlığı koruyordu.
Orada olup bitene “revizyonizm” diyenler, elbette ki
bu sapmanın ne zamandan itibaren gün yüzüne çıktığını söylemek zorundaydılar.
Çünkü “revizyonizm” belirlemesi içerisinde örtük de
olsa, orada belli bir döneme kadar sosyalizm yolunda gidildiği ama belli bir
zamandan itibaren bu yoldan sapıldığı yollu mantıksal bir gidimi taşıyordu. Ve
bu zamanı da genelde Stalin sonrası olarak işaret etme eğilimine sahipti.
O vakit bu belirleme, Stalin’e kadar orada bir
sosyalizm ya da sosyalizme varma çabası görüyor, Stalin sonrası ise bu
sosyalizmin ya da çabasının geriye düşmeye başladığını söylüyordu. “Reel
sosyalizm” belirlemesi ise Stalin öncesi ya da sonrası gibi bir bölümleme
yapmıyor, olması gereken olarak belirlenen bir kurguya değil, olana dayanarak
mevcut kapitalist-emperyalist dünya sistemi içerisinde sosyalizmin reel, kurulu
hâlinin somut örneği olarak Sovyetler Birliği’ni görüyordu. Orada her yönüyle
mükemmelen işleyen bir sosyalizm olmayabilirdi, ama emperyalist-kapitalist
canavarın karşısında o, hâlâ sosyalizmin yaşama olanağını temsil eden tarihsel
bir mevziiydi.
Türkiye Sosyalist Hareketi’nin içerisinde cereyan eden
ve onu kendi içerisinde ideolojik-politik-kültürel olarak derin şekillerde
ayıran bu tartışma, aslında siyasal alanı her zaman belli bir gerilim eşiğine
taşıyan reel-ideal düalizmiydi.
Tartışmada kimin haklı olduğunun ya da kimin meseleyi
daha iyi okuduğunun artık bir önemi yok. Bugün Türkiye Sosyalist Hareketi
içerisindeki hiçbir öznenin birbirine “peki Sovyetler hakkında ne
düşünüyorsunuz?” diyerek ona göre bir pozisyon alabilme olanağı yok. Çünkü
artık Sovyetler Birliği yok. Ancak tartışmanın bize bıraktığı
tarihsel-epistemolojik bir kayra var.
Reel olanla ideal olanın geriliminin hem teorik olarak
hem de olgusal olarak siyasal alanın düzenlenmesindeki temel gerilimlerden
birini oluşturduğu ve bu gerilimin şiddetinin hem önümüzü hem de arkamızı
görebilmemizi zaman zaman olanaklı kılıp zaman zaman da engelleyebilmesi.
Sovyetler Birliği’ne dönük “revizyonizm” belirlemesi
yapanlar, temellendirmelerinin tüm iç teorik sorunlarına rağmen sosyalizmin
ideal ontolojisini varsayıyorlardı. “Reel sosyalizm” belirlemesi yapanlar ise
bu ideal ontolojik varsayımı o anki deneyimde varolmadığı için aşkın
addediyorlar ve deneyimin olanağının o anki sınırlarında nesneleşmiş olanı
somut epistemolojik sosyalizm verisi olarak kabul ediyorlardı. İdeal olana
karşı reellik kavramı altına düşebilen olguyu esas alıyorlardı.
Bugün Türkiye Sosyalist Hareketi, yeniden şiddetli bir
şekilde bu düalizmin başka bir bağlam üzerinden yarattığı gerilimin girdabında.
Bu bağlam, Kürt hareketiyle yıllar içerisinde arasında oluşmuş olan denklemin
ürettiği politik durum. İdeal olarak varsaydığı siyasal alan düzenlemesi reel
bir içeriksizlik içerisinde. Varsaydığı siyasal alan düzenlemesinin reel
karşılığını, yani nesnelliğini yaratabilmek şöyle dursun kendisi, düzenlenen
bir siyasal alan içerisinde düzenlenmekte. İdeal olarak varsaydığı siyasal
program, ezilenlerin ve emekçilerin güçlü bir örgütlü cephesini kurup bu
cepheyle Kürt halkının ittifakını gerçekleştirip Türkiye’de gönüllü birlik
temelinde bir iktidar yaratmak.
Türkiye Sosyalist Hareketi’yle ilişkilenen bir öznenin
edindiği ilk içgüdü (içgüdü kavramını kullanmak her ne kadar yanlış görünse de)
Kürt halkının kendi kaderini tayin ilkesinin epistemolojik doğruluğu, ancak iki
halkın gönüllü birliğine dayalı bir ortaklığın ontolojik hakikatidir. Yani
Türkiye Sosyalist Hareketi, Kürdistan’ı kendi ideal programatiğinde hep yedek
ittifak gücü olarak belirlemiştir. Çünkü bu ideallik, Kürdistan’ın tek başına
Türkiye cephesi olmadan devrimci demokratik bir iktidar işini doygunluğuna
eriştiremeyeceğini varsayar. Bu, aslında tarihsel bir şanssızlıktır.
Ne yazık ki tarihin bu zaman-mekân noktasında böylesi
bir talihsizlikle karşı karşıyayız. Çünkü iki cephenin de birbirinden bağımsız
hareket etme şansları gerçekten yoktur. Olsaydı, şans bizatihi bu olurdu. Ancak
siyasanın reel varlığı, karşımıza bu ideallikle aşırı bir gerilime sahip bir
dengesizlik çıkarmaktadır.
Her alanda gelişen, değişen ve öncü olma gücünü
yitirmeyen ve tüm bunların yanında, içerisinde mücadele ettiği toplumsallıkta
nesnel karşılığını yaratmış (üstelik bu karşılığı yoksul köylü ve emekçi taban
üzerinde inşa etmiş) Kürt Siyasi Hareketi, Türkiye cephesiyle büyük bir ritim
dengesizliği yaratacak şekilde reel bir dinamik hâline gelmiştir. İşin ilginç
yanı, Kürt hareketinin kendi reelliği, son birkaç yılda Orta Doğu’daki reel
politik denklemin olağanüstü koşullarda yeniden oluşmasıyla onu bu reel politiğin
bir parçası hâline getirmiştir. Türkiye cephesindeki öznelere ise bu
dengesizliği, ya sınıf idealliğine kaçarak tüketme ya da bu dengesizliği
yaratan Kürdistan cephesinin reelliğine kendini teslim ederek, içinde bulunduğu
toplumsallıktaki reel karşılığını bulma görevini erteleme ya da yitirme
eğilimine girmiştir. Her iki tutum da Türkiye’de devrimci-demokratik siyasayı
örgütleme olanağını ötelemektedir.
Oysa üzerinde düşünülmesi gereken nokta şudur.
Dengesizlik, elbette somut olarak politik güç farkına dayanmaktadır. Ancak
siyasal öznelerin davranışları kendilerini pozisyon almaya sevk eden temel
tasarımlara ve ideo-politik öz farkındalıklara da dayanır. Öznenin ideal olanla
temel fenomenolojik deneyimi ona kaçmaktır. Reel olanla yarattığı temel
fenomenolojik deneyim ise ona teslim olmadır.
Bugün Kürt hareketiyle arasına koyduğu mesafeyi sınıf
ekseni meselesinden devşirenler, aslında aşkınlaştırdıkları bir kategori olarak
sınıf idealliğine kaçmaktadırlar. Kaçtıkları bu aşkın kategoriden devşirdikleri
politik farkı da Kürt hareketinin yeterince sosyalist olmadığı şeklinde zorlama
bir tercümeyle logosa taşımaya çalışmaktadırlar.
Diğer yandan Kürt hareketinin belirlediği siyasanın
bileşeni olmayı ittifakın ötesine geçen bir zeminde örgütleyenler Kürt
hareketinin gücüyle kendi güçsüzlükleri arasındaki dengesizliğin oluşturduğu
reelliği mutlak olgu addedip ona teslim olmaktadırlar. Onlarsa tam tersinden,
teslim oldukları reellikten devşirdikleri politik özdeşleşmeyi Kürt hareketinin
ulusal karakterini maskeleyen bir tercümeyle logosa taşımaya çalışmaktadırlar.
Bugün her iki tutum ideo-politik bir öz farkındalıkla
eleştiri süzgecinden geçirilmeli ve önümüzdeki birkaç yıla böylesi bir
felsefi-eleştirel hazırlığın diriliğiyle girilmelidir. Çünkü Türkiye, hâlâ
siyasal olarak krizdedir ve siyasal kriz her zaman devrimci-demokratik siyasayı
kurmak için bir olanaktır. Bu yapıldığı takdirde siyasetin ontolojisini
belirleyen bir düalizm olarak ree-ideal geriliminin aslında siyasal alana öz
olanaklar devşiren temel güçlerden biri olduğu görülecektir. Ve bu yapıldığı takdirde
Türkiye Sosyalist Hareketi’ndeki öznelerin ideal olana kaçma ve reel olana
teslim olma refleksinden, bunun onun genlerine işlemiş ideolojik-politik
kodlarından kurtulabileceği görülecektir.
Esasta devrimci siyasetin reel bir siyaset olmadığı
açık. Devrimci siyaset, ideal olanı a priori olarak hep aklında taşır.
Ama bu, onu reel olanla arasındaki gerilimleri çözme sorumluluğundan ve
yeteneğinden etmez. Gerçekçi olup imkânsızı istemeyi bize öğütleyen Che, tam da
bu noktayı anlatmaya çalışmaktadır.
Bugün Türkiye Sosyalist Hareketi içerisindeki özneler,
insanlar, dostlar oturup kara kara düşünmeliler. Aklımızdaki ideallikle
karşımızdaki reellik arasındaki dengesizlik bizi nerelere püskürtmektedir?
Ozan Çılgın
11 Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder